KONYA’NIN ALİM VE HOCALARI

Konya velîlerinden Ladikli Hacı Ahmed ağa (1888-1969) Konya’ya bağlı Ladik kasabasında doğdu. Babasının adı Mehmet, annesinin adı ise Emine’dir.Gayet cömert, vakar, temkin ve itidal ehli idi. Sükutu ihtiyar eden, ihtiyaç halinde konuşurlar.Ümmi olmasına rağmen, Hocası Hızır Aleyhisselam olduğu için, ondan manevi ilimler almış olup, İlm-i Hikmette yekta idi.Kendisini Hakk’ın rızasına, halkın hizmetine adamış, her zaman ve her yönde halkımıza önder, rehber, teselli ve ümit kaynağı idi. Kendisine bir şey sorulduğu zaman;
-Durun gardaşım, şimdi cevabınızı getiririm.. der, gider Hızır Aleyhisselam’a sorar, cevabını alır getirirdi. Kimseyi kırmaz ve geri çevirmezdi.Hacı Ahmed Ağa, 8 Haziran 1969 tarihinde Cenâb-ı Hakk’ın rahmetine kavuşur. Mübarek kabri şerifleri Ladik mezarlığındadır.Kerâmet var kerâmetin içindeKonu keramete gelip çatınca:- Takmayın kafanıza bunları oğlum! Kerâmet var kerâmetin içinde… Amma madem ki yârenliğin ucunu ganattınız söğleğim: Bu kerâmet dediğiniz şeyler, kudretine azametine payân olmayan Allah’ın ilerde olacak şeyleri böğünden göstermesi gibi bir şeydir.Mesela ben bazı misafirlerime, yaz ortasında kış, kış ortasında yaz meyveleri ikram ederim… Hatırları hoş olsun diye…Rabbimin bir lutfu bu, ihsanı… Bunun hakikatını açamam size. Üstündeki örtüyü kaldıramam. Doğru değil, uygun da olmaz. Anadan üryan soyunmaya benzer bu sizin karşınızda.
Amma meselâ bunlara benzer şeyler olacak ilerde. Şidilerde bizim memlekâtımızda pek yok, olsa da yaygın değil amma, ilerde camlı bahçalar olacak… Kış ortasında yaz avarı yetiştirilecek o camlı bahçalarda. Fenne devredilecek bu kerâmet o zaman yani…O da Allah’ın işi, bu da Allah’ın işi. Allah verirse verir, vermezsevermez. O istemeyince bir şey olmaz. Bir şeyi isteyebilmemiz için, O’nun o şeyi istememizi istemesi lazım.Allah bir kuluna kerâmet kapısı açınca, depelerine çıkılmaz cebel cebel dağları, kum taneleri gibi küçültüverir ona, derdi.
Bir itirazın varsa dışarı vurAhmed Ağa’nın cigarasına takıldı bir adam bir gün.”-Ahmed Ağa’yı bir de evliyadan diller… Evliyanın işi ne mekruhtla yaav? Fesübhanallah!…” diye içinden geçirirken, Ahmed ağa, hiç o değilden, sanki ona değil de bir başkasına söylüyormuş gibi konuştu:
– Oğlum, dedi, gönliünde dedikodu yapıp durma! İçini gıybetle bulandırma! Eğer bir safran, tafran bişiyin varsa dışına kus da, kurtul geç!
“-Kime söylüyor acaba bunları?” diye kıvranmaya başladı adam. Çünkü mecliste Ahmed Ağa’dan başka bir şey söyleyen, bir şey soran yoktu.
O adam, “-Kime söylüyor acaba bunları?” diye içinden iç geçirince, Ahmed Ağa:
– Sana söğleryorum oğlum, sana! Kime olacak sana! Kalbinde sakladığın teşviş, fitne olur san! Önünü keser durur! Gönlüne saab ol! Bir itirazın varsa dışına vur! Tutma içinde… İçinde tuttuğun her şey yara olur. İçinde tutulacak şey vaar, tutulmayacak şey var. Bunları ayıramazsan hayatın heder olur, der.Nasıl bir Hızır bekliyordun?Akşehir Kaymakamı Ahmed Ağa’ya:
– Ahmed Ağa, demiş siz hep görüşüyorsunuz, bir de bana göster Hızır Aleyhisselâmı!..
Ahmed Ağa, Kaymakamın talebine yuvarlak çerçeveli bir cevap vermiş:
– Oğlum, nasibse görürsünüz inşallah! demiş.Ahmed Ağa’nın hayranlarından olan Kaymakam, bir Ramazan günü, iftara yakın, iftar sofrasına oturmuşlar, ailecek iftar topunu bekliyorlar… Kaymakam sigara tiryakisiymiş. Kaymakam tiryakiliğin verdiği ruh haliyetiyle beklerken, kapısı üç kez çalınmış. Çıkmış bakmış Kaymakam, kapıda bir adam:
-Biseciii! Bise alırmısınız efendiii?
Arkasında da bir deve, geviş getiriyor geve geve.
Ne desin Kaymakam?
– Ne bisesi be adam? Biseyi ne yapayım ben?
– Peki efendi kızma! Bizden sorması, sanki ısmarlamış gibiydiniz de… Hadi iftar-ı şerifler hayrolsun! demiş, çekmiş devesinin yularını:
– Biseciii! Bise alan, katran alan…
Kaymakam kapıyı kapatıp da sofraya dönerken, mırıldanıp kendi kendine içinden: Allah Allaaah! Bu saatte bise mi satılır be adam? Mübarek iftar vakti… Fesûbhanallah! çekmiş.Bir müddet sonra tekrar Ladik’e gittiği zaman:
– Aşk olsun Ahmed Ağa, bize Hızır Aleyhisselâmı daha göstermeyecen mi Hacı Babam? diye sitem etmeye kalkınca, Ahmed Ağa:
– Size de aşk olsun hay guzum! Kapınıza gelen Hızır’ı kovarsınız, ondan sonra da gelir bize sitem yaparsınız! demiş.
Kaymakam şaşkınlık içinde:
– Ne demek o? Ne zaman geldi Hacı Babam? diye sorunca, Ahmed Ağa:
– Ramazanın son günlerinde, siz sofrada beklerken kapınıza bir Biseci geldi mi?
– Geldi?
– Devesinin semerindeki katran küplerine dikkat ettin mi, semere bağlı mıydı, değil miydi?
– Ben bu tiryaki kafasıyla nerden dikkat edecem ona Hacı Babam?
– İçeceksen sen iç cigarayı oğlum! Cigara seni içmesin!… Hem sen nasıl bir Hızır bekliyordun? Yakası kartlı, kravatlı birini mi bekliyordun? Kolalı gömlekli, ütülü pantolonlu birini mi bekliyordun? Neyse… Gördün işte gayrı… Görmedim diyemezsin! Kaçırdın ammaa, gördün işte yine de… demiş ve teselli etmiş Kaymakamı, Ahmed Ağa, ama…. Kaymakam epey eyvah çekmiş tabiii..Çölde Bir MehmetçikLadikli Hacı Ahmed Ağa, 1389 Seferberliğinde cepheye gitti. Pınar, Losfaki, Çatalca, Vokestin, Dökme Meydan Muharebelerine katılarak kahramanca çarpıştı. Daha sonra; Makedonya’da, Yunanistan, Arnavutluk ve Bulgaristan’da çeşitli cephelere katılan Ahmed Ağa, cepheden cepheye koştu.Hacı Ahmed Ağa anlatıyor:”-Şimdiki yahudilerin yerleştiği Gazze şehri civarında, İngilizlerle harp ederken mensup olduğum birlik İngilizler’ce pusuya düşürülmüş, birliğin tamamı makinalı tüfeklerle taranıp bir kısmı öldürülmüş bir kısmı da yaralanmıştı. Ben de vurularak çöle düştüm. Yanımdaki arkadaşlar da peş peşe vurularak üzerime düşerek şehid oldular. Bunların arasında sıcaktan kavrulan kumların üzerinde, son derece susuzluktan yanıyor, bir taraftan da yaralarım sızlıyordu. Artık Mevla’ma yönelmiş, O’na kavuşma anımı bekliyordum. Bulunduğumuz mevki; Esas birliğimize üç günlük yol, bu arada hiçbir canlı yok. Yardım ve kurtuluş ümidi kalmamıştı. Tam bu sıralarda; Nihayetsiz kerem sahibinin Kudret ve Vefa eli bize erişti…Tam çaresizlik içerisinde, sıcak kumlar üzerinde susuzluktan kavrulan bedenim al kanlar içinde mecalsiz, yaralarım sızlarken, Güneş’in vurduğu yerden bir beyaz atlı belirdi, bize doğru geliyordu. Düşman zannı ile korkumdan kendimi ölüler arasında, ölmüş gibi göstererek yere yatmıştım.Atlı bize yaklaştı ve bana..:
-Esselamüaleyküm..! Ahmet ne oldu yaralandın mı? Kalk bakalım..!
Diyerek ismimi söyleyince korkum kalmadı, başımı kaldırdım baktım..
-Kalkmaya mecalim yok.. dedim.
Attan inip yanıma geldi, beni sıkıştıran şehid arkadaşlarımı üzerimden birer birer çekti. Susuzluktan yanıyordum.
-Sana su vereyim mi? Deyip, su dolu bir matara verdi.
Susuzluktan yanan bağrıma, o Vefa elinin verdiği; hayat ve aşk bahşeden şifa suyunu içtim… kana kana..!Mubarek Zat; Ellerini sızlayan yaralar üzerinde gezdirirken, sızılarım duruyor taze hayat buluyordum. İşte o su, beni başka bir aleme götürdü.
Bana ne oldu ise; Rahman’ın Vefa elinden içtiğim o hayat ve aşk bahşeden sudan sonra oldu.!Sonra beni kaldırıp atının terkisine aldı. En yakın, üç günlük yoldaki genel karargaha götürdü. Bu yolu nasıl, ne zaman geldiğimizi bilemedim. Karargahın yakınına atının terkisinden beni indirdi. Bir değneğe kırmızı bir bez bağlayıp askerlere salladı. Ayrılacağımız zaman beni getiren bu Zat’a..:-Efendim sizi bir daha görecek miyim? dedim.Mubarek Zat bana..:
-Ahmet Ağa; Eğer sen Hak rızası için yaşarsan her zaman seninle beraberiz. Yok öyle yaşamazsan, bu son görüşmemiz… dedi ve ilave etti..:
-Askerler gelip seni alınca sana inanmazlar. Onlara beni nöbetçi subaya götürün, dersin.
Hadiseyi nöbetçi subayına anlat, benim de selamımı söyle..! dedi ve kayboldu.Askerler bir sedyeyle gelip beni aldılar. Beni götürürlerken parola soruyorlardı; fakat ben cevap veremiyordum. Birliğimi söyledim bana inanmadılar..:-O birlik vurulup yok edilmiş. Hem sen kurtulduysan, senin söylediğin birlik buraya 3 günlük yol. Nasıl geldin? Sen yalan söylüyorsun! dediler.
Ben de :
-Siz beni nöbetçi subayına götürün.. dedim. Askerler beni nöbetçi subayına götürdüler.Nöbetçi subayı, ehli hal, aşık bir kimseymiş. Ben nöbetçi subayına; Birliğimizin başına gelenleri, yaralanıp düştüğümü, beni kurtaran Adam’ın gelişini ve durumunu anlatırken subay heyecanlanıyordu, kendisine…:-Beni kurtaran kimsenin size selamı var..! deyince..
Subay hemen altındaki sandalyeyi bana verdi, bana hürmet etmeye başladı ve ..:
-Nasıl oldu, bir daha anlat..!Diyerek üç kere tekrar ettirdi. Her tekrar edişinde heyecanı daha da artıyordu. Hemen beni tedaviye alıp yaralarımı sardılar. Yaramı saran doktor işin farkına varmış, bana inanmayanlara:-Sizin burnunuz koku almıyor mu? Şimdiye kadar hiçbir askerde böyle bir koku duydunuz mu? Şu hastanın kokusuna bakın, mis gibi kokuyor… dedi.Ben hastanede bulunduğum müddet içerisinde, Hocam bir iki defa ve bana :
-Ahmed, terhis olup memleketine gittiğinde, ben yine gelip seni bulacağım, merak etme!.. dedi, gitti.Elhamdulillah iyileşip taburcu oldum. Çok sürmedi bizi terhis ettiller, artık memleketim olan Ladik’e gelmiştim.İşte Hocamın bana çölde yaralı iken gelip kurtardığı sırada verip içirdiği, bana hayat bahşeden o sudan sonra bende bir aşk başladı. Aşk ateşi beni günden güne benim sinemi yakmaya ve beni dağlara, ıssız yerlere sürüklemeye başladı. Evde duramaz oldum, derdimi de kimseye anlatamıyordum.
Yine bir gün sıkıntımdan, üzüntü ve kederimden ne yaptığımı, ne yapacağımı bilmez bir halde iken, Aşk’ın galebesi ile dağlara çıkıp gittim.Bir kış günü idi, her taraf kar kaplı. Bir de baktım ki, onbir tane kurt arkama düştüler. Durumlarından aç oldukları belli idi. Korkup olduğum yerde durdum, onlar da durdular.
-Yaa Rab..! Sen muhafaza eyle.! Diyerek , Rabbıma niyaz ettim.Hayvanlar ağızlarını kaldırarak hep birden öyle bir uludular ki; Vücudumun bütün kılları , adeta elbisemden dışarı çıkmıştı. Tam o sırada, semadan kurtların üzerine beyaz, koyun kuyruğu şeklinde birşey indi. Hemen kapışıp yediler ve birazını bırakıp gittiler.
Onlar gittikten sonra, o şeyin düştüğü yere varıp;
Acaba bir parça kalmış mı? Diye bakarken ufacık bir parça buldum. Hakikaten kuyruk şeklinde beyaz ve yumuşak bir şeydi. Bu parçayı aldım yedim. Günlerce açlık hissetmedim..!İşte böyle günler aylar geçiyor. Hep gözlerim yolları gözlüyor. O’nu bekliyorum ;çünkü;
-Geleceğim… demişti.
Gönlümdeki yangın ateşi arttıkça, lisanım gönlümdeki feryadı dışarıya döküyordu…
Tam oniki sene geçmişti aradan. Nihayet bir gün Elhamdülillah, Hocam teşrif edip göründüler, artık dünyalar benim oldu.İşte o günden sonra, hemen hemen hergün uğrar, lüzum eden ders ve malümatı verirdi. Zaman geldi artık beni alır, kendisi ile beraber manevi toplantılara götürürdü. Kendisi gelmediği zaman, manevi telefonla haberleşir, emredilen yere saatinden önce varırdım. Daima böyle saatinden önce vardığım için de, üstadım beni çok sever memnun olurdu.

Konyalı Alim ve Hocalardan Küçük köylü Hacı Ali Rıza Efendi ( 1303/1887- 1956). 1303/1887 yılında Konya’da dünyaya geldi. İlköğrenimini Sibyan mektebinde yaptıktan sonra medrese tahsili gördü ve medreseler kapanıncaya kadar Köprübaşı Medresesi’nde müderrislik yaptı.

Köprü başı Medresesi Müderrisi olduğu halde gönüllü olarak Millî Mücadele’ye katıldı. Konya’dan çıkarılan Gönüllü Alayı’nın ilk taburu içinde yer aldı. 1921 yılı Eylül ayı başında da diğer gönüllülerle birlikte Afyon cephesine gitti. Ali Rıza Efendi gazi din adamlarımızdan biridir.Bir ara ziraat ve ticaretle uğraşan Ali Rıza Efendi 9.1.1956 tarihinde vefat etti, Üçler Kabristanı’nda toprağa verildi. Üçler Kabristanı’nda bulduğumuz kabir taşı kitabesi şöyledir:

Hüve’l-Baki
Ulemadan Küçükköylü
Hacı Ali Rıza Efendi Ruhuna Fatiha
D. 1303/Ölümü: 9.1.1956

ADİL KÜÇÜK 

(1945-1997)Konya milletvekili.

Karatay İlçesine bağlı Göçü Köyünde doğdu. Babası Hacı Mahmut, Annesi Leyla Hanım’dır. İlkokulu 1957’de Köprübaşı’nda, liseyi de Konya İmam Hatip Lisesinde 1967’de bitirdi. Yüksek İslam Enstitüsü’nü de 1971 yılında pekiyi derece ile bitirdi.

Doğanhisar ve Akşehir vaizliklerinde bulundu. 1963 yılında evlendi. Akabinde 1973-1974 yıllarında vatani görevini Bursa Gemlik’te yedek subay olarak yaptı. Hemen sonra Kıbrıs’ta din görevlisi olarak vazife yaptı. Bir çok dernek ve vakıfta görevler aldı. Sırasıyla; Millî Türk Talebe Birliği Yönetim Kurulu Üyesi, Yüksek İslam Enstitüsü Federasyonu Üyesi, Konya Yüksek İslam Enstitüsü Talebe Cemiyeti Başkanı, Kızılay, Türk Hava Kurumu, Yeşilay, Türk Anadolu Vakfı ve Hayra Hizmet Vakfı Yönetim Kurulları Üyesi ve Başkanı oldu. Türkiye İmam Hatipliler Vakfı’nı kurdu ve Genel Başkanlığı’nı yaptı.

1979-1980 yıllarında Suudi Arabistan Abdülaziz Üniversitesi’nde çalıştı. 1983-1991 yılları arasında ANAP Konya il başkanlığı yaptı, sonrada 18. Dönem ANAP Konya Milletvekili seçildi. Çeşitli komisyonlarda görev aldı. ve 30 Mayıs 1997 yılında 52 yaşında vefat etti, kabri Üçler Mezarlığı’ndadır. Arapça, Farsça ve Fransızca bilmekte idi. Üç çocuğu vardır. Ferahnur Büyükpastırmacı (kızı), Ahmet Sami Küçük (oğlu), Leyla Betül Küçük (kızı).

BİBLİYOGRAFYA: Tbbm Albümü 3. cilt.sh.1215, Milletvekilleri cd Arşivi

Konya’nın Manevi Mimarlarından

HACI VEYİSZADE MUSTAFA EFENDİ

HACI VEYİSZADE MUSTAFA EFENDİ
Konya’da yetişen velîlerden. İsmi Mustafa olup, babasınınki Veyis’tir. Konya’nın Yarma bucağına bağlı Şatır köyünde 1888 (H.1303)de doğdu. Babası âlim, velî bir zâttı. Küçük yaşta babasından ilim öğrenmeye başlayan Mustafa Efendi, sonraları medreseye devâm ederek Ziya Efendiden ders aldı. Kısa zamanda ilimde yüksek derecelere kavuştu. Zekî ve çok kâbiliyetli olan Mustafa Efendi, Osmanlı Devletinin son zamanlarında, papazlarla münâzara için kısa sürede İngilizce öğrendi. Papazlara İslâmiyetin hak din olduğunu delillerle isbât etti.

Mustafa Efendi, derin ilminin yanısıra kerâmet sâhibi bir zâttı. Medreselerde uzun süre ders verdi. Medreselerin kaldırılmasından sonra Pîrî Mehmed Paşa Câmiinde imâm ve hatiplik yapmaya başladı. Kurulmasında büyük gayretler sarf eden Mustafa Efendi, İmâm-Hatip Lisesinde yedi sene kadar ders verdi. Kendisine yüksek makamlar verilmek istendiğinde; “Ben, İslâmın alelâde bir hizmetkârıyım. Allahü teâlâ beni bu hizmetten ayırmasın.” dedi.

Mustafa Efendi, boş zamanlarını devamlı Allahü teâlâya ibâdetle geçirirdi. Fakir fukara ile ilgilenir, yoksulların yardımına koşar, ilim ve irfân ehlinin içine düştüğü müşkilleri kısa yoldan hallederdi. Talebeleri ile yaptığı sohbetlerinde ağırlık devamlı namaza âit olurdu. Namaza fevkalâde âşıktı.

Talebelerinin birinin bir gece yarısı çocuğu oldu. “Adını hocam koysun.” diyerek sabah namazında Azîziye Câmiine gitti. Namazdan sonra Hacı Veyiszâde her zamanki gibi odasına giderken o talebesinin yanına gelerek, yavaşça; “Oğlunun adını Abdullah koy. Ömrü uzun olsun, âlim olsun, fâzıl olsun.” diye duâ etti.

Hacı Veyiszâde ömrünün sonlarına doğru şeker hastalığına yakalandı. Cansiperâne çalışmalarından dolayı zayıf düştü. 5 Şubat 1960 Cumâ günü vefât etti. Ertesi gün Kapı Câmiinde çok kalabalık bir cemâat tarafından kılınan namazdan sonra Üçler Mezarlığına defnedildi. Kabri ziyâret mahallidir.

Hacı Veyiszâde Mustafa Efendi buyururdu ki: “Dünyâda duracağın kadar dünyâ için, âhirete ise âhirette duracağın kadar çalış.”

“Ne kadar yaparsan yıkılacaktır, ne kadar yaşarsan ölünecektir.”

SIKINTIYA DÜŞMEKTEN KORKMA

Bir gün Konya’nın yakın köylerinden fakir bir genç okumak için Konya’ya gelip İmâm-Hatip Okuluna kaydoldu. Konya’ya gelirken annesi bir miktar yiyecek koymuştu. Okulun açıldığı ilk gün Kâdı İzzeddîn Câmiinde akşam namazı kılan genç, mahzun mahzun duruyordu. Bunu fark eden bir zât onun yanına yaklaşıp kim olduğunu, ne için geldiğini sordu. Genç; “Okumak için geldim. İmâm-Hatîbe kaydoldum. Fakat yatacak yerim yok.” dedi. O zât, o genci yanına alarak hemen arka mahallede bulunan ve imâmı olmadığı için aylardır kapalı duran mahalle mescidine götürdü. Mescidin küçük bir imâm evi vardı. O zât; “İstersen burada kalabilirsin. Senden sâdece burada imâmlık yapmanı istiyorum.” dedi. O genç kabûl etti.

Kısa süre sonra köyünden getirdiği yiyecekler bitti. Birkaç gün aç kalınca, köye gitmek için hazırlandı. Tam bu sırada yaşlı bir zât kapıyı çaldı. Mescidin İmâm-Hatip okuluna giden, imâmının kendisi olup olmadığını sordu. O da evet cevâbını verince; “Al yavrum bunu sana Hacı Veyiszâde Hoca gönderdi. Selamı vardır. Dersine devâm etmeni, ye’se kapılmamanı, maddî endişeden uzak olmanı, sana yeterince yardımda bulunacağını söyledi.” dedi ve oradan ayrılı.

Genç merakla avucunu açınca elinde fazla miktarda paraları gördü. Bu para ona bir aydan fazla yeterdi. Her ay o zât gelip para verirdi. Genç kendisine para gönderen şahsı tanımak istedi. Hacı Veyiszâde’nin Azîziye Câmiinde imâmlık yaptığını öğrenince, elini öpmek ve teşekkür etmek için câmiye gitti. Duâdan sonra odasına gitmekte olan Hacı Veyiszâde gencin yanında durdu. Genç gayri ihtiyârî ayağa kalkarak, hemen elini öptü. Hoca Efendi kulağına eğilerek; “Derslerine devâm et. Sıkıntıya düşmekten korkma.” dedikten sonra odasına gitti. Gence yardımları uzun süre devâm etti.

1) Konya Velîleri; s.269
2) Konya Ticâret Odası Dergisi; s.2, Şubat-91

Ailesi ve Doğumu:

Konya’da Yetişen alim ve velilerimizin büyüklerinden olan Hacı Veyiszade Mustafa Efendi, 1305 Rumi, 1889 Miladi yılında Konya’nın Merkeze bağlı Şatır Köyünde dünyaya geldi.Babası büyük bilginlerimizden Hacı Veyis Efendi, annesi ise Fatma Hanım’dır. Hem anne hem de babası tarafından asil bir aileye mensuptur.

Babası Hacı Veyis Efendi 1935, annesi Fatma Hanım ise 1931 yılında vefat etmişlerdir.Hacı İbrahim Efendi adında bir erkek, Fatma, Hatice ve Rahime adında üç kız kardeşi vardır.

Mustafa Efendi’nin eşi, Meryem Hanım olup kendinden bir yıl kadar önce, 1959 yılında vefat etmiştir.Mehmet ve Veyis Adında iki oğlu,Halime,Sakine,Fatma ve Sare adında dört kız çocuğu olmuştur.Oğullarının her ikisi de hafızdır. Oğlu Mehmet Efendi, kendisinin vefatından sonra Aziziye Camii İmam ve Hatipliğine girmiştir.

Tahsil Tedris ve İrşad Hayatı:

İlk bilgi ve terbiyeyi babasından alan Mustafa Efendi, çok küçük yaşlarda Bekir Efendi adında bir zattan hafızlığını ikmal etmiştir.Bundan sonra, Hacı Veyis Efendi’nin müderrisliğini yaptığı Adliye Medresesi’ne devam etmiş, 18-19 yaşlarında, zamanın ilim adamlarının önünde, çetin bir imtihan vererek icazet almıştır.

Hacı Mustafa Efendi, medrese ilimleriyle yetinmeyip zamanının büyük ilim adamlarından olan Zeynelabidin ve Ahmet Ziya Efendiler’den, Hesap, Hendese, Kozmoğrafya gibi müspet ilimler de tahsil etmiş, ayrıca Hazı Fettah Kabristanı’nda metfun Memiş Efendinin oğlu Muhammed Bahaeddin Efendi’den manevi feyz almıştır.

Bundan sonra Hacı Mustafa Efendi, 22-23 yaşlarında Ziya Efendi ve kardeşleri tarafından kurulan ve zamanın en modern medresesi olan Islah-ı Medaris’te tedris hayatına atılmış burada pek çok talebe yetiştirmiştir. Medreselerin kapatılmasından sonra uzun yıllar Piri Mehmet Paşa Camii İmam ve Hatipliği, Merkez Vaizliği görevlerinde bulunur.Tedris ve İrşad görevleri,vafatlarına kadar devam eder.Onun tedris hayatı, medreselerin kapatılmasından sonra da devam etmiş, Kur’an-ı Kerim ve din bilgilerinin okutulmasının şiddetle yasak olduğu dönemlerde, Piri Mehmet Paşa Camii’nde ve cami civarında yaşlı bir Hacı Hanımın evinde gizli gizli talebe okutmuş, Yağcızade Mustafa Efendi’nin vefatı üzerine, Aziziye Camii İmam ve Hatipliğine getirilmiş, vefatına kadar bu camide halka vaaz ve nasihatlerine devam etmiştir.

Ülkemizde İmam-Hatip Okullarının açılmasından sonra, bütün mesaisini Konya İmam-Hatip Okuluna vermiş, bu okulun kuruluşunda büyük hizmetleri geçtiği gibi,vefatına kadar da bu okulda hocalık yapmıştır.Merhum bizimde Arapça, Fıkıh ve Hadis hocamızdı.Bu sebeple kendilerinden yedi yıl manevi feyz alma mutluluğuna erenlerden olduk.
Vefatı:
1960 yılının ilk aylarında rahatsızlanır.Gittikçe rahatsızlığı ziyadeleşir 5 Şubat günü rahatsızlığı daha da artar.Büyük oğlunu kastederek “Mehmet’i bulun” der.Oğlu cuma namazı için camiye gitmiştir, getirirler.Rahatsızlığının şiddetine rağmen şuuru tamamen açık ve yerindedir.Son sözü şu olur: ” Çare tükendi, imdadımıza yetiş Ya Rasülallah!”

Ve böylece,hayatında çok sevdiği Rasül-i Zişanını imdadına çağırır ve ruhunu teslim eder.

Cenaze namazı Kapı Camii’nde her faniye nasip olmayacak sayıda kalabalik bir cemaatla kılınır, tabutu gidilecek mesafe çok kısa olmasına rağmen uzun süre eller üzerinde taşınarak Üçler Mezarlığına defnedilir.

Allah (C.C.), rahmet eylesin !

1-Nüfus kayıtlarında doğumu 1305’dir.

 

HACI VEYİSZÂDE MUSTAFA EFENDİ

Asırlar boyunca memleketimize ve bütün İslam alemine sayısız ilim ve irfan erleri armağan eden Konya’mızın son asırda yetiştirdiği mümtaz şahsiyetlerden birisi de Hacı Veyiszade Mustafa Kurucu Hocaefendidir. Manevi alemde en yüksek mertebelerde olduğu halde zahir alemde mütevazı, vefakar, cefakar, ahlak ve fazilet timsali idi.

Konya’da yetişen alim ve velilerimizin büyüklerinden olan Hacı Veyiszade Mustafa Efendi, 1305 Rumi, 1889 Miladi yılında Konya’nın Merkeze bağlı Şatır Köyünde dünyaya geldi. Babası büyük bilginlerimizden Hacı Veyis Efendi, annesi ise Fatma Hanım’dır. Hem anne hem de babası tarafından asil bir aileye mensuptur.

Hacı İbrahim Efendi adında bir erkek, Fatma, Hatice ve Rahime adında üç kız kardeşi vardır. Mustafa Efendi’nin eşi, Meryem Hanım olup kendinden bir yıl kadar önce, 1959 yılında vefat etmiştir. Mehmet ve Veyis Adında iki oğlu, Halime, Sakine, Fatma ve Sare adında dört kız çocuğu olmuştur. Oğullarının her ikisi de hafızdır. Oğlu Mehmet Efendi, kendisinin vefatından sonra Aziziye Camii İmam ve Hatipliğine getirilmiştir.

İlk bilgi ve terbiyeyi babasından alan Mustafa Efendi, çok küçük yaşlarda Bekir Efendi adında bir zattan hafızlığını ikmal etmiştir. Bundan sonra, Hacı Veyis Efendi’nin müderrisliğini yaptığı Adliye Medresesi’ne devam etmiş, 18-19 yaşlarında, zamanın ilim adamlarının önünde, çetin bir imtihan vererek icazet almıştır.

Bundan sonra Hacı Mustafa Efendi, 22-23 yaşlarında Ziya Efendi ve kardeşleri tarafından kurulan ve zamanın en modern medresesi olan Islah-ı Medaris’te tedris hayatına atılmış, burada pek çok talebe yetiştirmiştir. Medreselerin kapatılmasından sonra uzun yıllar Piri Mehmet Paşa Camii İmam ve Hatipliği, Merkez Vaizliği görevlerinde bulunur. Tedris ve irşad görevleri, vefatlarına kadar devam eder.

Onun tedris hayatı, medreselerin kapatılmasın- dan sonra da devam etmiş, Kur’an-ı Kerim ve dini bilgilerin okutulmasının şiddetle yasak olduğu dönemlerde, Piri Mehmet Paşa Camii’nde ve cami civarında yaşlı bir Hacı Hanımın evinde gizli gizli talebe okutmuş, Yağcızade Mustafa Efendi’nin vefatı üzerine, Aziziye Camii İmam ve Hatipliğine getirilmiş, vefatına kadar bu camide halka vaaz ve nasihatlerine devam etmiştir.

Ülkemizde İmam-Hatip Okullarının açılmasından sonra, bütün mesaisini Konya İmam-Hatip Okuluna vermiş, bu okulun kuruluşunda büyük hizmetleri geçtiği gibi, vefatına kadar da bu okulda hocalık yapmıştır.

Hocaefendi sabah namazı camiye gider, namazdan sonra aşr-ı şerif ve İmam-ı Azam Efendimizin tesbihatını yapar, işrak namazına kadar sohbet ve irşat ile gönülleri coşturur, işrak namazını kılarak evine dönerdi. Eğer okullar açıksa dersine hazırlanırdı. Ders konusunda çok titizdi, hiç aksatmazdı. İmam Hatip Lisesinde tefsir, hadis, kelam, Arapça ve fıkıh derslerine giriyordu. Derste hiçbir öğrencisini esnetmez, uyuklatmazdı. “Huysuzlar, yan kayışları kırdınız gene, çabuk toparlanınız” dermiş. Onu tanıyan öğrencileri, “İki ders arasında boş dersi varsa hemen abdest tazeler ve nafile namaz kılardı” diyerek O’nun yaşantısındaki takvaya dikkat çekmektedirler. İlim talipleri ile farklı ilgilenir, nesi var nesi yoksa hepsini onlara verirdi. Öğleye kadar İmam Hatip Lisesinde derslerle meşgul olur, öğle namazına Aziziye Camiine gelir, namazı müteakiben akla gelecek tüm sosyal ve hayır işlerine koşardı. Herkesle ilgilenir, herkese dua eder, herkese selam verirdi. Hacı Veyiszade Mustafa Efendinin selamı meşhurdur. Çoluk çocuk, kadın erkek, yaşlı genç, ölü diri herke- se selam verirdi. Çocuklar Hacı Veyiszade Mustafa Efendi selam vermeden sıraya geçer, önce selam verme işini çocuklar yapar, O da onların başını okşar, elindeki çerez torbasından sarı leblebi ikram ede ede giderdi. Hayatında İslam’ı yaşama adına ne varsa bulabileceğimiz biri. Hani teheccüd namazı var ya, semtine uğramadığımız o namaz var ya, o namazı çocukluğundan beri hiç kaçırmamış. Babası Hacı Veyis Efendi ne zaman teheccüde kaldırmak için odasına girdi ise, onu uyanık bulmuş ve hanımına:

“Hatun! Mustafa bizi geçti Maşaallah” dermiş.

İyiliğe sevinir, kötülüklere karşı irkilerek kaşını çatar, üzülür ama gıybetini ettirmez idi. Şikâyeti sevmezdi. Sık sık şöyle dua ederdi:

“Allah sa’yinizi meşkûr, zenbinizi mağfur, hizmetinizi makbul eylesin.” Güzel yüzü çiçekleri hiç solmayan bir tebessüm bahçesiydi.

Öncelikle babasının da âlim biri olduğunu bilmemiz gerekir. Konya’da ilmiyle âmil şahsiyet- lerden birisidir. Çok insan yetiştirmiştir. Bunlardan birisi de oğlu Hacı Veyiszade Mustafa Efendidir. Hacı Veyiszade tahsilini medresede ikmal ettikten sonra, Islah-ı Medaris-i İslamiyye adlı medresede müderrisliğe başlamıştır. Ama medreselerin kapatılmasıyla memleketimizde ki sıkıntılı günlerin başlaması, Hacı Veyiszade Mustafa Efendi’yi yıldırmamış, evinde olsun, işyerlerinde olsun, ilme talip olanlara varını yoğunu vermeye çalışmıştır. Yasak olmasına rağmen, hiç yılmamış, çalışmalarına devam etmiştir. 1946 yıllarındaki Demokrat Parti rüzgarıyla rahat bir nefes almış, bu partiye umutla bakmış, yeni medrese diye baktığı İmam Hatip Liselerini açma heyecanıyla çalışmalarına başlamıştır. 1949 yılında Hicaz’a gider, orada yeğeni Ali Ulvi Kurucu’yla karşılaşır. Ali Ulvi Kurucu amcasına memlekette olan biteni sorar, Hacı Veyiszade Mustafa Efendi de bir umut belirdiğini, İmam Hatip Liselerinin açılacağını söyler. Ali Ulvi Kurucu ise “ilerisi olmayan bir okula kim evladını gönderir ki” der. Bunun üzerine Hacı Veyiszade Mustafa Efendi:

-“Haklısın evladım ama Allah, İslam’ın bütün dinlere olan hâkimiyetini göstermeyecek mi, bunu vaat etmiyor mu? Allah’tan daha doğru sözlü kim var ki?” deyince, Ali Ulvi Kurucu:

-“Amcacığım memleketimizden haberimiz pek olmuyor, her şey battı, bitti biliyoruz. Bundan dolayı hayret etmiş bulunmaktayım” deyince, Hacı Veyiszade Mustafa Efendi ağlayarak, “Batmadı da, bitmedi de Elhamdülillah. O devirler bir kefaret dönemleriydi, borcumuz vardı ödedik. Ödeyebildiğimiz kadarıyla ödedik. Kapı az aralanır gibi oldu, bir ışık gözüküyor. Bir damla ışık, bir sürü yeri ışıtır değil mi? Işıyacak, ışıyacak…” diyerek ümidini ortaya koymuştur. Daha sonra yeğeni Ali Ulvi Kurucu’nun koluna girmesiyle Harem-i Şerife girer ağlayarak “Ya Selam, ya Selam” der ve dizlerinin üzerine çökerek:

“Sana Hamd, Sana şükür, Sana Selam Allahım !

Habibine olsun Salat-ü Selam Allahım !

Halimi Sana arz ederim, Sana ya Selam Allahım!

Bize İhsan eyle artık sen Selam Allahım! “

şeklinde ki ilticasına devam ederken çok güzel bir yağmur inmeye başlar.

1950’de iktidar değişince halk rahat bir nefes alır. Halk akın akın Hacı Veyiszade Mustafa Efendinin yanına varır. Ve sorarlar:

“Yıllarca dilsiz şeytanlık yaptık Hocam! Bu günahın altından nasıl kalkarız biz?”

Hacı Veyiszade Mustafa Efendi cevap verir:

-“Sadece namaz ve orucun kazası değil, geçmiş yılların da kazası olur. Kaza edeceğiz geçmiş yıllarımızı… Ama nasıl? Daha çok çalışarak, hizmet ederek, binlerce insanımız yetiştirecek İmam-Hatip mekteplerimizi açarak, kasanızı kesenizi açarak, bu geçmiş yıllarımızın kazasını yapacağız” der.

1951 yılında çıkan kanunla İmam-Hatip Lisele- rinin açılmasına izin çıkmıştı. Hacı Veyiszade Mustafa Efendi İmam-Hatip Lisesi inşaatında öyle çalışıyordu ki, Konyalılara müthiş bir örneklik sergiliyordu. Yeri geliyor amele gibi, yeri geliyor bir usta gibiydi. Böyle inşaatta çalışırken Hacı Veyis- zade Mustafa Efendiye: “Hocam, okulda bir derse de siz girseniz” diye teklifte bulunan idarecilere şu cevabı veriyordu: “Evladım, ben bugünler için geldim bu dünyaya, bir değil beş ders okutacağım İnşaallah. Ama bir müddet bana müsaade edin, yeni binamızı tamamlayalım, ondan sonra başlarız derslerimize… Şimdi derslere başlayacak olursak, sağa sola koşuşturduğumuz için, köy ve kasabaya gidip öğrenci ve yardım topladığımız için, dersleri aksatabiliriz. Herkesin bir tuğlası olsun istiyorum, herkes nasip alsın bu haseneden, hiçbir kimse mahrum kalmasın istiyorum” der.

O Konya’da hangi hayır cemiyeti varsa o cemiyetin bir yerinde görev alırdı. Bu bazen Tayyare Cemiyeti bazen Sosyal Hizmetler bazen de hastane ve okul yaptırma derneği olurdu. Para yardımına en cömert şekilde kendisinden başlar, cüzdanını silkiverirdi. Daha sonra da cemaatten yardım etmelerini isterdi. Bir defasında hayır kurumunun yapımı için elinde makbuzla bir esnaf dükkanına girer, yardım ister. Esnaf “Hocam bugün müsait değiliz” der. Hocaefendi hiç kızmaz. Olgunlukla karşılar. “Babam senden de sonra alırız” der. Fakat bu olgun tavır karşısında mahcup olan esnaf Hocaefendinin arkasından koşar. “Hocam bugün moralim yerinde değildi, kusura bakma,” der ve hemen hatasını telafi eder. Hocaefendi bu davranışı da yine anlayışla karşılar ve vakıf insanı olarak aşkla, şevkle çalışmalarına devam eder.

Talebeleri için etrafına şöyle derdi: “Bu çocuklar meleklerin kanatlarıyla korunuyorlar.

Bu memleketi onlar ileriye götürecekler. Bu milletin sönen, söndürülen kandillerini onlar uyandıracak.” Bazen kendisini şikâyet eden okul müdürü ve art niyetli kişilere karşı bile hep sabırlı olurdu. Bu hususta da şöyle derdi: “Bunlar beni talebe yetiştirmekten uzaklaştırmak istiyorlar, ama ben adam yetiştirme bahçıvanıyım. Bir talebenin yetişmesi için bin münafığın kahrını çekerim. Bu uğurda yoluma çıkan engellerin kahrını çekerim, hem de seve seve… Bir bahçıvan bir gülü yetiştirirken elleri kan revan olur. Bizler de Gül-i Muhammedîler için bu kahrı çekeceğiz, çare yok bu bahçeye biz bakacağız” derdi. Acep şimdiki yetişmiş imanlı nesil, Hacı Veyiszade merhum gibi alimlerin sevgisinin hamuruyla yoğurduğu kabul olmuş dualarının ve sabrının sonucu değil midir?

Hocaefendi yasaklı günlerde bile Kur’an talimini aksatmamış, kendini takibe, tahkike, tevkife gelen polislere bile Kur’an öğretmeye çalışırdı. Kur’an okumanın ve okutmanın suç olduğu, hatta âlimlerin darağacında asıldığı devir- lerde bu fiilinden dolayı Hocaefendiyi Emniyete alırlar. Önce Hocaefendiye şiddetli bir tokat atan müdür biraz sonra insafa gelerek altına bir tabure verir. Masasına oturan müdürün yanına taburesini yanaştırarak “Bak evladım! İşlediğim suçu bir de senin yanında işleyim bakalım ne diyeceksin? Sen Kur’an okumayı bilir misin?” Müdür de “bilmem” deyince Hacı Veyiszade “Ben sana öğreteyim” der ve cebinden mushafı çıkarınca müdür “Hadi sen işine bak, anlaşılan bu işten ölsen de vazgeçmen” der.

Genelde yumuşak olan üslubu bazen kırmadan sertleşirdi. Okulda sınav yaparken, yazılı kağıtlarını dağıtır, soruları sorar, kendisi de seccadeyi serer namaza dururdu. Namazdan sonra ise kopya çekenleri bir bir sayar ve azarlardı. İsterse kitabı yazsınlar ama bildikleri kadar not alırdı. Yani kopya çekmenin bir mânâsı yoktu.

Sonuç olarak,

Hacı Veyiszade Mustafa Efendi:

1) Islah-ı Medaris-i İslamiyye adlı üniversite ile ilgili çalışmalarıyla, yeni bir İslamî Hareketin Öncüsü,

2) Vefatına kadar, dîn ve fen ilimlerinin birlikte öğrenebileceği ilim ve irfan abidelerinin kurulabilmesi için çaba gösteren; bu uğurda Allah’tan aldığı güçle, manevî otoritesini kullanan, toplumu hayır ve hasenatta yarışa sevk eden bir organizatör,

3) Binlerce talebe yetiştirmesi ve bu talebelerinin yüzlercesinin de yine binlerce talebe yetiştirmesi münasebetiyle Hocaların Hocası,

4) Az okuyandan çok okuyana kadar, kendi döneminde, kendisi ile temas kuran ve kurmayan cemaate irşat görevi yapmasıyla Mürşid,

5) İlmini kendisinden faydalanmak isteyen herkese ulaştırmasıyla, ilmi ile amil bir âlim,

6) Kendisine başvuran herkese Allah’ın izniyle şifaya vesile olan manevi bir Hekim,

7) Ölüye diriye selam vermesiyle sevgi ve barışın Mimarı,

8) Özellikle hassas bir zamanda İmam-Hatip Okulu binasının yapımından, açılmasına, öğrencisinden öğretmen teminine kadar, büyük bir organi- zeyi, cesaret ve ferasetle Allah’ın inayetiyle, büyük bir gayretle gerçekleştirmesiyle büyük bir vakıf ve cemiyet adamıdır…

Bütün bu yönleriyle o, Rasulullah (SAV)’i bize hal ve hareketiyle, sohbet ve dersleriyle en güzel bir şekilde anlatan, gerek Konya’mız ve Konyalımız için ve gerekse insanlık için çok önemli ve önder bir maneviyat önderi idi.

5 Şubat 1960 Cuma günü emri Hak vâki oldu. Cumartesi günü Kapu Camii’nden kaldırılarak bugünkü yerine defnedildi. Allah rahmet eylesin. O’nun haliyle hallenmeyi, ahlakıyla ahlaklanmayı bizlere de nasip eylesin.

Amin.

REPLACE WITH COLLAPSIBLE ELEMENT HERE…

GörüntülerÖzellikle Çumra ve Konya havalisinde onu tanımayanımız pek yoktur. Yapmış olduğu hizmetin içinde onun yeri çok farklı ve önemi de bambaşkadır. Kendisi özellikle Çumra ve Konya bölgesindeki hoca ve hafızların hocası olarak bilinir.Bütün ömrünü Kur’an-ı okumaya, okutmaya, hoca ve hafız yetiştirmeye, din hizmeti vermeye adadı. ALLAH’ın izniyle bunu da başardı.

Peygamber Efendimiz (sav)’in “Sizin en hayırlınız Kur’anı okuyan ve okutanınızdır” müjdesine nail olmuş kıymetli bir büyüğümüzdür Şeker Hocamız. Çünkü onun ömür boyu işi gücü Kur’an okumak ve okutmak olmuştur.

60 yıldır aralıksız olarak verilen bir din hizmeti ve bu hizmetin neticesinde elde edilen üstün bir başarının sahibidir Şeker Hocamız.

1950 yılından bu yana Çumra ve köylerinden, çocukluk ve gençlik çağlarında Din dersi, Kur’an-ı Kerim ve Ahlak dersleri almak için İçeriçumra’ya gelipte Şeker Hocamızın Rahle-i Tedrisinden geçen öğrencilerin sayısı azımsanmayacak kadar çoktur. Şeker Hocamızla ilgili çoğumuzun az ya da çok mutlaka bir anısı vardır.

Şeker Hocamız 1932 yılında Çumra’nın Afşar Köyünde dünyaya gelmiştir. İlk tahsilini köyünde tamamlayan Şeker Hocamız ailesinin isteği ve ısrarı üzerine Konya’da bulunan dedesinin yanına yerleşti. Şeker Hocamız dedesinin yanında olduğu dönemlerde Konya merkezinde bulunan Bulgurcu Tekkesine kaydını yaptırdı ve burada almış olduğu ön eğitimin ardından hafızlık eğitimine başladı. Burada meşhur Çimili’li Hakkı Hoca Efendi’nin denetiminde hafızlığını kısa denilebilecek bir zaman zarfında ikmal edip tamamladı.

Şeker Hocamızın bu yaşlarda sevimli, zeki ve çalışkan olması Hocası Çimili’li Hakkı Hoca’nın dikkatinden kaçmaz. Hocası Hakkı Efendi, Şeker Hocamızı öğrenci yetişmek ve kendisine yardımcı olmak üzere yanına almış ve Bulgurcu Tekkesinde görevlendirmiştir.

Yine Şeker Hocamızın Bulgurcu Tekkesinde vazife yaparken ortaya koymuş olduğu üstün hizmet anlayışı, azim ve gayreti hocasının takdirine şayan olmuştur. Şeker Hocamız kendi hocasının isteği ve işareti üzerine 1949 yılında İçeriçumra’ya gelmiş ve resmi olarak Din Hizmeti görevine başlamıştır.

Şeker Hocamız İçeriçumra’da ilk önce Esat Paşa Camiinde görev almış, daha sonrada bu görevini Pir Ahmetli Camiinde devam ettirmiştir. Yapmış olduğu uzun bir görev döneminin ardından emekli olmuştur.

Hoca Efendi 1949 yılında geldiği İçeriçumra’da sadece İmam-Hatip olarak görev yapmamıştır. Aynı zamanda İçeriçumra Kur’an Kursunda öğretmenlik ve idarecilikte yapmıştır. Şeker Hocamız 1950 yılından bu yana aktif olarak yürütmüş olduğu Kur’an Kursu hizmetini 79 yaşına gelmiş olmasına rağmen bırakmamış ve halen görevini fahri olarak sürdürmenin çabası içerisindir.

Şeker Hocamız Konya’da eğitim ve öğretim yaptığı yıllarda sadece Çimili’li Hakkı Hoca’dan eğitim almakla kalmamış, aynı zamanda konyamızın ileri gelen Âlimlerinden Hafız Fahri Hoca Efendi’den ve Konyamızın Medar-ı İftiharlarından Hacıveyiszade Hoca Efendi’den de Arapça, Fıkıh ve Din dersleri almış kendisini yetiştirmiştir.

İçeriçumra’ya yerleştikten kısa bir süre sonra evlenen Hoca efendi’nin bu evlilikten 2 erkek,1 kız olmak üzere 3 çocuğu olmuştur.Hoca efendinin evlenmesinde hocası merhum Hakkı ÖZÇİMİLİ’nin büyük emeği geçmiştir.Şeker hocam kısa bir sohbetimiz esnasında kendisini hocasının evlendirdiğini ve kendisi üzerinde hocası Hakkı ÖZÇİMİLİ’nin çok büyük hakkı olduğunu söylemişti.

Evlendikten kısa bir süre sonra hocalarının isteği ve işareti üzerine Suriye’nin başkenti Şam’a giderek 2 yıl boyunca Arapça ve Kur’an-ı Kerim eğitimi alan Hoca Efendi, kayınpederinin vefatı üzerine eğitimini yarıda keserek İçeriçumra’ya geri dönmek zorunda kalmıştır. Hoca Efendi o günden itibaren İçeriçumra’da yürütmüş olduğu Kur’an Kursu hizmetine bir gün bile ara vermemiş ve bu görevi başarı ile yıllarca sürdürmüştür.

Şeker Hocamızın memleketimize hizmeti saymakla bitmeyecek kadar çok ve kıymetlidir.

İmam Hatiplik yaptığı dönemlerde Şeker Hocamız verdiği etkili vaaz ve nasihatlerle halkın istikamet bulmasını sağlamaya çalışmış ve büyük takdir toplamıştır.

Ayrıca Şeker Hocamız 1950 yılından bu yana aralıksız sürdürdüğü Kur’an Kursu hizmetinde de binlerce insanın Din Bilgisi ve Kur’an-ı Kerim öğrenmesine sebep olmuş, yüzlerce Hafız’ın yetişmesinde hatırı sayılır derecede büyük bir emek sarf etmiştir. Bugün memleketin dört bir yanında Şeker Hocamızın Hafız’ları Din hizmet vermektedir.

Şeker Hocamız sadece İmam Hatiplik ve Kur’an Kursu Hocalığı yapmakla yetinmemiş aynı zamanda çevremizde yapılan ya da yapılmakta olan bütün hayırlı hizmetlerin yürütülmesinde öncülük etmiştir. İşte bunlardan birkaçı:

İçeriçumra Merkez Büyük Camiinin yapımında,

İçeriçumra Arap Osman Camiinin yapımında,

İçeriçumra Çakıl kuyu Camiini yapımında,

Çumra Merkez Ulu Camiinin yapımında,

Çumra İmam-Hatip lisesinin erkek ve kız binalarının yapımında,

Çumra Merkez kız ve erkek Kur’an Kurslarının yapımında,

Hoca Efendi hayırlı hizmetlerin yürütülmesinde hiçbir fedakârlıktan kaçınmamış ve elinden gelen her türlü imkânı ALLAH rızası için hizmet etmek anlayışıyla ortaya koymuş ve insanlara da en güzel şekilde örnek olmuştur.

Şeker Hocamız Bütün Çumra ve Konya havalisinde halkın takdirini toplamış kıymetli bir büyüğümüzdür. Şehit Cenazeleri ve Rahmet Duaları vs. gibi halkın yoğun ilgi gösterdiği önemli gün ve toplantılarda Şeker Hocamız hep ön saflarda bulunmuş, yaptığı konuşma ve dualarla insanlarımızın gönlünü coşturup sevgi ve hürmetini kazanmıştır. Çevreden insanlar zaman zaman hayır dualarını almak için Hoca efendiyi ziyaret ederler.

78 Yıl gibi koca bir ömrü insanımızın Din ve Ahlak bilgisini geliştirmek, hafızlık müessesesini geliştirip devam ettirmek için feda eden kıymetli Şeker Hocamızdan Rabbimiz razı olsun. Yıllardır bizlere hocalık edip iyiyi, güzeli ve Kur’an-ı Kerim’i öğrettiği için kendisine saygı ve sevgilerimizi sunar hürmetle ellerinden öperim.

ALLAH(cc) kendisine hayırlı ve uzun bir ömür nasip etsin, bir ömür boyu elinden düşürmediği Kur’an-ı Kerim’i kendisine şefaatçi kılsın.

SEDA ULUPINARLI
ÇUMRA MERKEZ AK CAMİ İMAM HATİBİ

SULTANÜ’L-VÂİZÎN

TAHİR BÜYÜKKÖRÜKÇÜ

Rahman ve Rahîm ALLAH adıyla.

Hamd ve senâ âlemlerin yüce Rabbine, salât ve selâm O’nun sevgilisine…

Memleketimizin yetiştirdiği güzel insanlardan, değerli vâizlerimizden TAHİR BÜYÜKKÖRÜKÇÜ Hoca Efendi’nin hayatını ve şahsiyetini yetişen yeni neslimize özellikle de yetişmekte olan vâiz kardeşlerimize, örnek alınması arzusu ile kısaca arz etmek istiyorum.

Değerli kardeşlerim,

Tahir BÜYÜKKÖRÜÇÜ Hoca Efendi 1925 yılında Konya’da doğmuştur. Ebû Saîd Muhammed Hâdimî Hazretleri’ne dayanan, dolayısıyla Seyyid olma şerefine nâil olan nesli, ilme hizmet etmiş insanlarla doludur. Dedesi Abdurrahman Efendi çok temiz bir müslüman, babası Körükçü Mehmed Efendi marangozlukla iştigal eden saf bir mü`mindir. Büyük dedelerden gelen ilim aşkı, dedesinde ve babasında inkıtaa uğramışsa da Tahir Hoca Efendi’de yeniden tezâhür etmiştir. Rabbimizden en büyük niyazımız, sevdiği kullarına bahşettiği bu ulvî şeref ile neslini de şerefyâb kılmasıdır.

İstiklâl Harbinden çıkan aziz milletimizin kısm-ı âzamının evinde görülen yokluk, Tahir Hoca Efendi’nin evinde de had safhadadır. Bu sebeple daha ortaokul döneminde iken, birkaç kuruş kazanabilmek, ev ihtiyaçlarının karşılanmasında babasına destek olabilmek için kunduracı bir yakınlarının yanında çalışmaya başlar. Zira evin en büyük çocuğu ve tek erkek evlâdıdır. “Endazenin Mustafa Efendi” nâmı ile tanınan dükkân sahibi, sadece bir kunduracı değil, ilmî yönü de olan değerli bir insandır ve Hoca Efendinin de ilk Kur’ân-ı Kerîm hocasıdır.

Bir gün hocası Mustafa Efendi, Tahir’e bir sahifelik bir dua metni verir. Tahir bunu yaz ve ezberle der. Tahir o bir sahifeyi okur ve hocasına geri verir. Hocası, evlâdım ben onu sana yaz da ezberle diye verdim, der. Tahir, ezberledim hocam, der ve metni eksiksiz bir şekilde okur. Bu kabiliyeti hocasının dikkatini çekmiş, Tahir’i daha çok sevmesine ve onunla daha yakından ilgilenmesine vesile olmuştur.

Çıraklık günleri devam ederken Konya’nın meşhur Kapı Camii’nde dinlediği bir va´z, Hoca Efendinin hayatında fevkalâde inkılâba sebep olacak güzel bir başlangıcın ilk hâtırasıdır. Bir gün, daha sonra bütün şer´î ilimleri tahsil edeceği hocası, Hacı Îsâ Rûhi Bolay Hoca Efendi’yi Kapı Camii’nde dinler. Çok tesir altında kalır, “Rabbim lutfetse de, ben de böyle bir hoca olabilsem” diye aklından geçirir. Çalıştığı dükkâna döndükten biraz sonra, güzel bir tevâfukla Îsâ Rûhi Bolay Hoca Efendi, yakın dostu olan Endazenin Mustafa Efendiyi ziyaret için dükkânlarına gelir. Kısa bir sohbetten sonra, dükkân sahibi ve Tahir Hoca Efendi’nin Kur’ân-ı Kerîm hocası olan bu zât, Îsâ Hoca Efendi’ye:

− Efendim, Tahir bizim evlâdımız, çok gayretli ve zeki bir yavrudur, der ve duasını alması için Hoca Efendinin elini öptürür. Îsâ Hoca Efendi küçük Tahir ile yakından ilgilenir, çalışmaya ve okumaya merakını görünce de:

− Evlâdım Tahir, sen her şeyi bırak da bana gel, ben sana hakiki ilim okutayım, der. Bu ilgi üzerine Kur’ân-ı Kerîm hocası ertesi gün, Tahir Hoca Efendi’yi ve diğer bir arkadaşını da alarak Îsâ Rûhî Hocaya götürür. Ancak hoca efendi belirli bir talebe gurubu ile uzun zaman önce derslere başlamışlar ve hayli mesafe kat etmişlerdir. “Bu dönemi bitirelim de bir daha ki sefere Tahir’i de, arkadaşını da alalım” diyerek kabul etmek istemez. Ancak Kur’ân-ı Kerîm hocası:

− Efendim Tahir çok zekidir, Allah’ın izniyle mesafeyi kapatır diye ısrar edince hoca efendi kırmaz ve Tahir Hoca Efendi’yi ders halekasına alır. İlk gün derslere başlamak için beraber gittikleri ancak derslere devama cesaret edemeyen diğer arkadaşı şöyle anlatmıştı:

“İki ay sonra Mustafa Efendi ile beraber Îsâ Rûhi Hoca’ya bayram ziyaretine gitmiştik. Hocam Tahir’i sordu. Îsâ Rûhî Bolay Hoca hayretini gizlemeden:

− MâşâAllah eskileri de geçti, diye buyurdular.”

Tahir Hoca Efendi o günlerde ortaokulun üçüncü sınıfına gitmektedir. Bu gün hâlâ hayatta olan fizik hocası, arka sıralara geçip derslerde Arapça çalıştığını, notlarının çok iyi olması sebebiyle kendisine müdahale etmediğini anlatır.

Yeni başladığı tahsil o kadar benliğini sarar ki, okulun bitimine çok az bir zaman kalmasına ve çok yakınlarının okulunu bitirmesine dair ısrarlı telkinlerine aldırmadan okulu terk eder ve kendini tamamen ilme verir.

Yakınlarının:

“Evlâdım bu meslek artık muattal oldu, hoca olup da ölü mü yıkayacaksın, bak hocalığa heves eden kimse kaldı mı?” diyerek onu hocasına gitmekten vazgeçirmek istediklerini, ancak kendisinin bu sözlere hiç aldırış etmediğini hep anlatırdı.

Bir yandan Arapça derslerine devam ederken diğer yandan da hemen hafızlık çalışmalarına başlamıştır. Hem hocasının derslerine devam eder hem de o günlerde Konya’da hemen hemen tek hafız yetiştirilen Kur’ân-ı Kerîm kursu olan, Bulgur Tekke Mescidi’nde Çimilli Hakkı Efendi’de hafızlık çalışmalarına devam eder.
O günler, Tahir Hoca Efendi’nin hayatına çok farklı bir mecrâda yön verdiği değişik günlerdir. İlmî çalışmaların yanında tasavvufa da ilgi duyarak, hayatı boyu istişârelerine ve irşâdlarına çok değer vereceği Mahmûd Sâmi Ramazanoğlu üstâdına intisab eder. Bu intisab onun hayatında çok büyük değişikliklere sebep olur. O, ilk intisap günlerini şöyle anlatırdı:

“Çok titiz bir derviş idim. Takvaya mânîdir diye tek taraflı pantolon değil, ütüye ihtiyacı olmayan çift taraflı şalvar giyerdim. Adı Frenk gömleği diye yakalı gömlek giymez, yakasız gömlek giymeyi tercih eder, iskarpin değil “yemeni” denilen sâde ayakkabı giyerdim. Geceleri sabahlara kadar devam eden sohbetlere katılırdım. Arkadaşlarla geceleri hep uykusuz geçirirdik.”

Derslere büyük bir iştiyakla devam eder. Ancak şartlar çok ağırdır. Günün siyasi iktidarı Arapça ve Kur’ân-ı Kerîm öğrenimine fevkalâde muhaliftir. Yakalananlar dağıtılmakta hatta ceza görmektedirler. Derse devam eden kimse kalmamıştır. Hocası durumun nezaketine binaen:

− Evlâdım Tahir, sen eve yalnız geleceksin, derslere yalnız devam edeceğiz, der. Hocamın evine geldiğim zaman etrafı iyice kontrol eder, takip olunmadığımdan emin olunca kapıyı çalardım, derdi.

Derslerde hayli mesafe alınır ancak askerlik yaşı da yaklaşmaktadır. Bu sebeple hocası hafızlık çalışmalarının durdurulmasını, derslerin bir an evvel bitirilmesini, hafızlığın askerlikten sonra tamamlanmasını ister ve öyle olur.

Siyasi baskıların yanı sıra bir de evde had safhada maddi sıkıntılar vardır. “Günlerce zeytinyağı ile pişirilmiş bulgur pilavından başka bir şey yemezdik. Kahvaltıda zeytinle peyniri asla bir arada göremezdik. Çarşıdan ekmek almak imkânsızdı. Nadiren alabilirsek çarşı ekmeğini ev ekmeğine katık yapardık. Çay içmek nedir bilmezdik. Nane, ayva yaprağı gibi şeyler içer, şeker bulamadığımız için ya pekmezle tatlandırır, ya da şekersiz içerdik. Hocama gitmek için kullandığım bisikletin iç lastiğinde semadaki yıldızlar kadar yama vardı. Derse giderken ben ona binerdim, orada açılan yamalar sebebiyle lastik iner, eve dönerken o bana binerdi…” diye ağlayarak anlatırdı.

Evde elektrik yoktur. Gaz lâmbasının ışığında, gaz kalmamışsa geceleri sokağa çıkar, sokak lâmbasının altında ders çalışır. Konya’nın kışları soğuktur, evde de kömür yoktur. Ezberlerini yorgan altında yapmaya çalışır.

Dersler ilerlemiştir. Tahir Hoca Efendi mahallelerinin mescidinde komşularına sohbet etmeye başlar. Kısa zamanda cemaati mescidin dışına taşar ve adı geniş bir çevrede duyulur. Halk genç bir hocanın çok güzel va´z ettiğini konuşmaktadır.

Ancak askerlik yaşı gelmiştir. Îsâ Hoca Efendi askerlik şubesindeki bir tanıdığı aracılığı ile askerliği bir yıl tecil ettirir. Bu sayede dersler tamamlanır. Son Osmanlı icazet hattatlarından Fevzi Efendinin yazdığı icazetnâmesini, o günün hocalarından Müfessir Mehmet Vehbi Efendi’nin duası ile hocasının elinden alır.

Hocası Hacı Îsâ Rûhî Bolay Hoca Efendi’ye devam ettiği talebelik yıllarında, Türkistan taraflarından kaçarak Konya’ya gelen Hacı Hâkî Efendi’den Farsça öğrenmiş, Konya’nın Meşhur âlimlerinden ve velilerinden olan Hacı Veyis Zâde Mustafa Kurucu Efendiden de hadîs ve ahlâk okumuştur. Kapı Camii’nin meşhur imamı Hacı Haydar Efendi’den tashih-i hurûf ve tecvid dersleri alır.

1946 yılı on birici ayında asker olur.

Askerliğini İzmir Foça’da yapar. Askerlik şubesinde yazıcı görevindedir. Askerlik günleri de Tahir Hoca Efendi için istisnaî günlerdir. Daha ilk günlerinden başladığı cami sohbetlerinde Foça’nın cemaatiyle tanışır ve onlarla çok güzel günler geçirir. Deniz kenarında ayaküstü sohbet ederken çok defa sabah ezanlarının okunduğu olurdu, diye o günlerdi zevkle anlatırdı.

Askerlerin ihtiyaçlarını almak için haftada veya on günde bir gemi ile İzmir’e giderler. Bu arada İzmirli birçok dost edinir. Zira ihtiyaçlarını giderdikten sonra gece İzmir’de kalmakta ve Foça’ya ertesi gün dönmektedirler. Geceleri devam eden tasavvuf sohbetlerinde kazanılan dostlarla irtibat bu gün bile hâlâ devam etmektedir.

Askerliğin devam ettiği günlerde, bir Ramazan ayında Konya’ya izine gelir. Hocası Îsâ Efendi’nin Kapı Camii’nde va´z günleri vardır. Çok sevdiği talebesini görünce:

“Evlâdım Tahir, Kapı Camiinde benim yerime sen konuşacaksın. Seni o kara kürsüde görmek benim en büyük muradım idi” der. Dedi kodu olmasından korkan Tahir Hoca, hocasının ısrarlarına dayanamayıp kürsîye çıkar. Tüm Konya artık onu konuşmakta, bu genç hocadan büyük bir övgü ile bahsetmektedir. Zira o günlerde Konya’da va´z eden hocaların hepsi de yaşlı hoca efendilerdir.

Askerlik üç yıl devam eder. 1949 yılı yine on birinci ayında terhis olunur. Konya dönüşü yine va´z etmeye başlar. O günün Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Akseki Hoca Efendi tevâfuken bir camide va´zını dinler. Ankara’ya döndüğünde “Konya’da istidatlı bir genç vâiz var. Onu Ankara’ya çağıralım, usûlen bir imtihan edelim, kendine bir vesika verelim de hizmet etsin.” der. Nitekim öyle de olur. 1950 yılında imtihana girer ve aynı yıl resmen göreve başlar.

O yıl evlenir.

Vâizlik görevinin yanında mahalle mescitlerinde imamlık ta yapmaktadır. Yarım bıraktığı hıfzını da tamamlamaya başlamıştır. Geceleri beş ham ezberlediğini ve o ezberlediği sahifeleri sabah namazında mihrabda okuduğunu anlatırdı.

Hafızasının çok güçlü olduğunu arkadaşları hep anlatmışlardır. Bir hafızlık arkadaşı, bir gün akşamla yatsı arası beş sahife ezberledi ve o sahifeleri yatsı namazında mihrabda okudu, diye anlatmışlardı.

Bu arada, sonraları müftîlik ve imamlık görevlerinde çok başarılı hizmetler verecek olan on beş kadar istidatlı delikanlı ile Arapça okumaya başlarlar. Ancak belirli bir süre sonra ders okurlarken basılırlar ve vâizlik vesikası elinden alınarak bir süre va´zı engellenir. Daha sonra vesika iade edilmekle görevine devam eder.
Babası, annesi, ninesi, kardeşleri eşi ve ilk çocuğu ile kalabalık bir evde az bir maaşla görevine devam etmektedir. Babasının iş sıkıntısı vardır. “Maaşı aldığım ilk gün, yarısından fazlasını mahalle bakkalının borçlarına yatırırdım!” derdi. Bu maddi sıkıntılara rağmen içine düşen hac aşkı ile 1952 yılında ilk haccını eda eder. 1954 yılında bütün zorluklara rağmen ikinci defa hacceder. O yıllarda Türkiye’de Arapça kitap bulmak zordur. İlk haclarından getirdiği kitaplarının onun için ayrı bir değeri vardır.

Va´zları ilk günlerden halkın dikkatini çekmiş ve sevilmiştir. Önceleri hep kenar mahallelerde, küçük camilerde görevlendirilir. Küçük bir caminin mahfeli, cemaatin çokluğu sebebiyle yıkılma tehlikesi geçirir. Bu halden sonra cemaatin de ısrarlarıyla merkez camilerde de konuşmasına izin verilir. Bir yandan va´zlar, diğer yandan tasavvufî sohbetler devam etmektedir. Bir yönüyle genç bir ilim adamı, diğer yönüyle tiz bir derviştir. Bir taraftan büyük cemaatlere hitap eden bir vâiz, diğer yandan sabahlara kadar sohbetlerde gecelerini geçiren bir mürîd.

O günlerde Adana’da ikamet etmekte olan üstâdını ziyaret için Konya’dan Adana’ya kadar yayan gidecek kadar da aşk sahibidir. Dervişlik arkadaşı Âdil Hoca ile Konya’dan Adana’ya bir köyden diğer köye geçerek, bazen at arabasıyla, bazen yaya olarak gittiklerini büyük bir zevkle anlatırdı.

Hacı Veyis Zâde Hoca Efendi ile beraber düğünlere, derneklere, yağmur dualarına ve sair toplantılara hep çağrılmakta, konuşmalar yapmakta ve dualar etmektedir. Bu arada yeni açılan Konya İmam-Hatip Okulu’nda Arapça derslerine girer. Bu hocalık dönemi iki yıl kadar devam eder.

Talebeleri: “Gençler! Pardösünüzü satın kitap alın, zira pardösünün yenisini bulabilirsiniz ama önemli bir kitabı kaçırırsanız bir daha onu bulamayabilirsiniz.” dediğini anlatırlar.

Devam eden maddi sıkıntılar, mahalle mescidlerinde yapılan imamlık görevleri ile giderilmeye çalışılır. Hatta bir ara, bir dostunun dükkânında muhasebe işinde onlara yardımcı olur. Çok sık ev değiştirme derdinden kurtulmak için 1958 yılında bir ev yaptırmaya karar verirler. Ev tamamlanır ama çok borca girilmiştir. O günlerdeki sıkıntısını: “Bu evin borcunu ben bitiremem, benim çocuklarım da bitiremezler de, inşâAllah torunlarım bitirirler derdim.” diyerek anlatırdı.

Hem halka daha faydalı olmak, hem de borçlarını ödemede yardımcı olması için eser te`lifine karar verir. Bugün hâlâ istifade edilen beş eserini o günlerde te`lif eder. Kitap yazdığı günlerini büyük bir zevkle yâd ederdi. Sabahlara kadar değişik kitaplar okuduğunu, bazen ağlamaktan okumaya ve yazmaya fırsat bulamadığını anlatırdı.

1960 ihtilâli, Tahir Hoca Efendi’nin o güne kadar görmediği sıkıntıları görmesine sebep olur. Büyük kitlelerin sevgisini kazanan bu genç vâiz, belirli bir kesimin de hasedini ve kinini kazanmıştır. İhtilâlle ellerine geçen fırsatı değerlendirmek isteyenler “Daha bu adamın ipini ne zaman çekeceğiz?” diye yolda ardından konuşmaya başlarlar. O günleri şöyle anlatırdı:

“O günler çok sıkıntılı günlerdi. Nedensiz niçinsiz tutuklamalar oluyor, gidenlerden haber alınamıyordu. Bu adamlar beni almaya gelirlerse çamaşır, pijama almama bile müsaade etmezler diye, sekiz ay çantam odamda hazır bekledi. Çok îmalı sözler duyardım. Ancak bir tek va´zımdan geri kalmadım.”

Allah’ın lutfu ile zarar verecek bir şey bulamazlar ama 1964 yılında Burdur’a tayin ederler. O gün için Konya’ya nazaran daha değişik bir yapıya sahip olan bu küçük ilimizde yalnız kalmasını hedeflerler. Ancak Burdurlular yeni hocalarına o kadar sahip çıkmışlar o kadar çok sevmişlerdir ki, o günlerini, “Ensârın Muhacirîne sahip çıktıkları gibi Burdurlu kardeşlerimiz de bize sahip çıktılar, hiç yalnızlık çekmedik, hiç garip kalmadık.” diyerek anlatırdı.

Yapılan va´zlar sonucu, Burdur ile Isparta adeta tek il olmuş, civar vilayetlere ve ilçelere konuşmalara gidilmiştir. Cuma va´zlarına Isparta’dan otobüslerle gelir dönerlerdi. Bir hoca olarak ilk salon konuşmasını 1965’te Burdur’dan giderek Denizli’de yapar.

Tahir Hoca Efendi’nin Burdur hatıralarının en önemlilerinden biri de Üstâd Necip Fazıl’la tanışmasıdır. Konferans için Burdur’a gelen üstâd, halkın sitayişkâr övgülerle kendisinden bahsettikleri hocalarını yakından tanımak ister. Akşam kaldığı evde banttan bir va´zını dinler. Ertesi gün verdiği konferansında da bizzat tanışırlar. Kolay kolay kimseyi beğenmeyen üstâd, Tahir Hoca Efendi’yi çok sever ve onun hakkındaki o ilk ve meşhur yazısını yazar. Bu ilk tanışmadan sonra karşılıklı, çok seviyeli bir dostluk üstâdın vefatına kadar devam etmiştir. Üstâd o kadar çok sevmiştir ki, tanışmalarının üzerinden çok kısa bir zaman geçmesine rağmen, 1965 seçimlerinde Tahir Hoca Efendi’ye milletvekilliği teklif eder.

1965 yılında yapılan seçimlerde siyasi iktidarın değişmesi sonucu, o gün Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı olan Yaşar Tunagür Hoca Efendi’nin ısrarlarıyla, sürgünle çıkarıldığı Konya’ya müftî olarak döner. Altı yıl devam eden müftîlik yılları unutulmaz hizmetlerin yapıldığı yıllardır.

Konya’ya meşhur üstâdlar getirtilerek önemli konularda hocalara dersler verdirilir. Konya’mıza, bugün Meram Müftîliği olarak hizmet vermeye devam eden müftîlik binası kazandırılır. Müftîlik yaptığı yıllarda va´z etmekten ve çevre illerde konferanslar vermekten hiç geri kalmamıştır. İstişarelerine çok değer verdiği Üstâdı Mahmûd Sâmi Ramazanoğlu ile müftîlük konusunu istişare ettiği zaman, “va´z etmeyi bırakmamak şartıyla” izin veren üstâdının arzusunu hep yerine getirmiş, müftîlik döneminde de devamlı kürsîde olmuştur.

O yıllarda hemen her sene hacca gidiyordu. Bu gün bir ilçemizde müftülük görevinde bulunan bir hocamız şöyle anlatmıştı:

“Biz o yıllarda Şam’da talebe idik. Hacılar Şam’dan geçerlerken onlarla ilgilenirdik. Tahir Hoca Efendi her sene geçerken bize harçlık getirirdi. Hepimize ellişer lira verir, o da bize büyük destek olurdu. Hacıların gelmesi yaklaştı mı nasıl olsa Hoca Efendi getirecek diye ihtiyacımız halinde borca girerdik, sonra hocamızın verdiği para ile borcumuzu öderdik.”

1968 yılında İzmir’de verdiği bir konferans, siyasilerin çok dikkatini çeker ve adı Büyük Millet Meclisine taşınır. Bir parti başkanı bir konuşmada on dört defa “Konya Müftîsi” diyerek meclis kürsüsünde ondan bahseder.

Konya’da açılmasına karar verilen Lions kulübü, Onun meseleyi kürsîye taşıması, mahalli gazetelerde yazdığı yazıları ile halktan tepki almıştı.

1970 yılında en büyük ideallerinden birini gerçekleştirdi ve daha güzel bir İslâmî hayat için yeni bir mahalle kurdu. Yirmi beş kadar arkadaşı ile geniş bahçelerin içine yapılan, yüksek duvarları sayesinde birbirini hiç görmeyen evlerin meydana getirdiği mahalleye, üstâdının semtini hatırlatması için “Erenköy” adını verdi. “Sadece ezan ve kuş sesi duyulur.” dediği mahallesi, hâlâ Konya’nın mûtena bir semtidir.

Ertesi yıl yapılan mahalle camiinde de dört yıl kadar fahri imamlık yapmıştır. Sabah namazlarından sonra tefsîr dersleri yapılırdı. Cuma va´zlarına ve haftada en az bir defa yapılan yatsı namazı sohbetlerine şehirden de gelen büyük cemaatler iştirak ederdi.

1972 yılında tekrar vâizliğe dönen Tahir Hoca Efendi 1973 yılında emekli oldu. Resmiyetin bağlayıcılığından kurtulduktan sonra onu hep, ya hac veya umre için ya da konferanslar ve va´zlar için yollarda görüyoruz. Yetmişli yıllarda senede üç defa hac ve umre için mukaddes beldelere gidiliyordu. Konferanslar ve va´zlar için memleketin gidilmedik yeri kalmamıştı. Bu seferlere Almanya, Avusturya, İsviçre ve Hollanda seferleri de 1976 yılından itibaren ilâve edilmiştir.

1976 yılındaki ilk Almanya seferlerinde elli iki günde elli dört konuşma yapmışlardı. Bantlara kaydedilen o konuşmalar bu gün bile hâlâ zevkle dinlenilmektedir. O seferlerde yapılan konuşmalar esnasında cemaatin ortasında yapılan itiraflar ve tövbe etme sözleri bantlarda kayıtlı hatıralardır.

1977 yılında, üstâdı Mahmud Sami Ramazanoğlu’nun işaretleri ve icazetleri ile milletvekili olur. Bu görev de konuşmalar ve konferanslar için bir fırsat olarak değerlendirilir. Birçok ilimiz konuşmalardan istifade eder. Zira Tahir Hoca milletvekili de olsa aslında bir vâizdir ve o görevine devam etmektedir. Milletvekilliği avantajı, usûlüne uygun olarak tebliğ için vesile kılınmıştır. Ancak 12 Eylül darbesi birçok siyasi gibi onu da mahkûm eder. On bir aylık tutukluluk dönemi ve beş sene devam mahkemeler, Tahir Hoca Efendi’yi hem Haremeyn seferlerinden hem de konuşmalardan alıkoyar. Bu arada Erenköy’deki evinde, kütüphanesine kapanır ve mutalâlarına devam eder.

Beş sene devam eden mahkemeler beraatla sona erer ama Tahir Hoca Efendi beş sene Haremeynden ve kürsîlerden uzak kalmıştır. Onun Haremeyn iştiyakını bilen merhum Doktor Ali Kemal Belviranlı Bey, Ali Ulvi Kurucu Üstâda haber gönderir ve “Ağabey, Allah aşkına bu hocaya dua edin, yolu açılsın da mukaddes beldelere kavuşsun, yoksa çıldıracak.” demiştir.

Bu dönemde sadece ev sohbetleriyle yetinilmiştir.

1985 yılında berat edilir edilmez yapılan ilk şey pasaport çıkartılarak umreye gitmektir. Hemen o yıl Suûdi Arabistan’da ikame yani oturma izni alınır. Senenin kısmı âzamının geçirildiği Medîne-i Münevvere yılları, 1999 yılına kadar devam eder. Eşinin rahatsızlığı Türkiye’ye dönüşü mecburi kılar ve Erenköy’deki evine çekilir.

1985 yılından itibaren 28 Şubat kararlarına kadar, Konya’da bulunduğu sürece, Kapı Camii va´zlarına devam eder. O va´zlar bu gün hâlâ hizmete devam etmektedir.

Tahir Hoca Efendi, son yıllarda görmeye alıştığımız hocalık anlayışından farklı bir hoca idi. Sanki selef devrinden kalma bir insan gibiydi. Birçok konuda onu istisnaların arasında görüyoruz.

Görev yapmak, konuşmak, va´z etmek, sohbet etmek onun için bir zevkti. Nereye çağrılsa gider, kim ve kaç kişi olursa olsun onlara sohbet ederdi. Diğer illerden sık sık konuşmaya çağrılır, bütün masrafları kendilerine ait olmak üzere dostları ile birlikte giderler, konuşurlar ve dönerler, asla para alınmazdı. Hiç olmazsa benzin parasını verelim, diyenlere, siz onu başka yerlere harcayın, derlerdi. Sefer esnasında namaz kıldığımız camilerde tanındığı zaman hoca efendiler konuşma rica ederlerse onları kırmaz, bir kahve içimi kadar sohbet edelim der ve hiç olmazsa bir hadis okurlardı. Nerede ve ne zaman kendisinden konuşma istenilmişse hazırlığım yok dediğine hiç şahit olmamışızdır. Kur’ân-ı Kerîm’i önüne açar ve konuşurlardı. Öğleden sonra başladığı konuşmalarına ikindi namazını kıldıktan sonra da devam ettiğini de görmüşüzdür. Bu konuda cemaatin istidat ve arzusuna riâyet ederlerdi.

Konya’da bulunduğu sürece hemen her hafta ev sohbetleri olurdu. Bu sohbetlerde her meşrebden, her görüşten insanlar bulunur, onların hatırlarına riâyet ederdi. Sohbetin sonunda hafızlar ilahiler ve kasideler okurlardı. Daha sonra “çekin bakalım cüzdanları” der, ya bir fakir kişi için, ya bir talebe için ya da bir hayır kurumu için mutlaka para toplanırdı. Daima önce kendi verir, herkesten daha çok veren olmak isterdi. Bu yolla birçok caminin inşaatına yardım edilmiş, müstakil minare ve çeşmeler yapılmıştır. Hafızlığını tamamlayanlara umre vaad eder, gençlerin evlenmesine yardımcı olurdu. İhtiyaç sahiplerini araştırır, onların odun kömürleri alınırdı. Kapı Camii’nde, kürsîden bir hayrı cemaate duyurdu mu ilk önce kendisi kürsîden verir ve “Bakın hocanız olarak ben bu kadar veriyorum, siz de ona göre verin!” diyerek halkı teşvik ederdi. Bayramlarda büyük küçük bütün yakınlarına harçlık vermekten büyük bir mutluluk duyar, çok yaşlı olanlara bile verir, onlarda zevkle kabul ederlerdi.

Hafızlara çok değer verir, meclislerde onları daima yukarılara oturtturur, yer yoksa gençleri kaldırarak onlara yer açardı.

Gençleri hafızlığa teşvik eder, küçük çocuklara “Hâfız olun, âlim olun, velî olun, büyük adam olun.” diye dua ederlerdi. Hadis ezberlemeye çok önem verir, eve ziyarete gelen imam-hatip ve ilâhiyat talebelerini, değişik konularda bildikleri hadisler var mı diye imtihan ederlerdi. Her evden en az bir hafızın yetişmesini ve bir erkek evlâdının da ilâhiyat tahsiline ayrılmasını isterlerdi. Kur’ân-ı Kerîm kursları için “Onlar, memleketin siper-i sâikalarıdır.” derlerdi.

“Doksan dokuz oğlum olsa hepsini imam-hatipten geçiririm!” derlerdi.

Çok titiz bir ev yaşantısı vardı. Dağınıklığı asla sevmezdi. Meselâ kütüphaneden alınan bir kitabın mütalaası bittikten sonra mutlaka yerine konulmasını ister, kullanılan bir el âletinin yerinin hep aynı olmasına dikkat eder, arandığı zaman hep aynı yerde bulunmasını isterdi. Özel eşyalarının karıştırılmasından asla hoşlanmazdı. Bulunduğu oda veya ev, neresi olursa olsun mutlaka her şeyin düzenli görünmesini isterlerdi. Saate çok dikkat eder, randevularında dakikaya kadar riayet gösterirlerdi. Mesela bir yere gidileceği zaman, dostlarına dakika verir ve o dakikada kapının önüne çıkardı. Etrafındaki dostları “Hocam evden çıktığı an saatlerinizi ayarlayabilirsiniz.” derlerdi. Yıllarca Mekke-i Mükerreme’de ve Medine-i Münevvere’de kaldıkları halde Haremeyn’e gidiş saatleri asla değişmez, mümkün olan en erken saatte haremde olurlardı. Gece erken kalkmak için mutlaka saatlerini kurarlar ama hep saatten önce kalkarlardı. Medine-i Münevvere’de kalanlar onun daima kapılar açılmadan Mescid-i Nebî’ye geldiğini görmüşlerdir.

Haremeyn’de olmaktan o kadar zevk alırlardı ki: “Akşamdan sabaha kadar o kadar özlüyorum ki, her sabah veya akşam Türkiye’den yeni geliyormuşçasına heyecanlanıyorum ve o zevkle hareme gidiyorum.” derlerdi. Yıllarca Haremeyn’de bulundukları halde, son yıllarına kadar onu ne Ravza-i Mutahhara’da Rasûlullah Sallâllahü Aleyhi ve Sellem’in huzurunda, ne de Kâbe-i Muazzama’nın karşısında bağdaş kurmuş halde gören olmamıştır. Son yıllarında dizlerindeki rahatsızlık sebebiyle bağdaş kurarak oturduğunu gören yakın bir dostu “Demek ki Tahir Hoca da artık ihtiyarlamış!” diyerek bu hakikati ifade etmişlerdir. Devamlı Kur’ân-ı Kerîm okurlardı. Dakikalarca Kâbe-i Muazzama’ya nazar ederlerdi.

Mescid-i Nebevî’de bulunduğu günlerde “Hocam nasılsınız?” diyerek hatırını soran bir kardeşine:

“Rasûlullah Sallâllahü Aleyhi ve Sellem’in dergâhına istid´â verdim, Tahir hoca, ölçülerin tuttu, köleliğe kabul olundun derlerse, sen bak bendeki neşeye!” diye cevap vermişlerdi. Efendimizden bahsedilirken: “Dudaklarım eşiğinde, yanağım ayak izlerinde!” diye teslimiyetlerini ve sevgilerini anlatmaya çalışırlardı.
Hayatımız boyu kimsenin hatırına söz söylediğine şahit olmamışızdır. Misafirine çok değer verir, ancak şer´î konularda -evimizdeki misafir dahi olsa- taviz vermezdi. Gördükleri şer´î bir hataya mutlaka müdahale ederlerdi. Bilhassa yakınlarına karşı asla tavizkâr olmamışlardır. Ev halkına ve yakın çevresine karşı muamelesinde ölçü hep İslâm olmuştur. Takdirleri ve tebrikleri hep İslâm’a göre, tenkitleri ve sitemleri de hep yine İslâm’a göre olmuştur. Namaz ve başörtüsü konusunda çok titiz davranırlar, dostlarının kazançlarının helâl olması için çok ciddi ikazlarda bulunurlardı. Kendisi ile istişarede bulunanlara daima şer´î ölçüler içinde telkinlerde bulunurlardı. Huzurunda gıybete asla kimse cesaret edemez, fuzulî şeylerden bahsedilemezdi. O, sert bir aile reisi, saygı duyulan bir aile büyüğü idi. Doğan çocuklara isimleri koyar, tüm akraba hangi konuda istişarede bulunsa onlara yol gösterirdi. Bütün tavizsizliğine, yerine göre sert ikazlarına rağmen hiç kimse ona kırılmamış, ondan uzaklaşmamış, herkes onun duasını daima ganimet bilmiştir.

Ev hayatında haremlik-selâmlık konusuna çok dikkat ederlerdi. Erenköy’deki evimizin projesini kendisi çizmiştir. Evimizde erkeklerin giriş kapısı ayrı, hanımların giriş kapısı ayrıdır. Erkekler girişi bölümünde hanımlara ait bir eşyanın bulunmasını asla istemezlerdi. Evde misafir varken hanımlar daima düşük sesle konuşurlar, sesleri asla misafir odasına gelmezdi.

Nâmahrem olanların karışık oturmaları hayatı boyu en çok ve en ciddi muhalefet ettiği hususların başında olmuştur. Bu titizliği sebebiyle hayatı boyu hanımlara özel sohbeti hiç olmamıştır. Ancak müsait şartlarda ve kendilerine has yerlerinde sohbet dinlemelerine de hiç engel olmamıştır.

İbadetleri çok itinalı idi. Cemaate devama çok önem verir, teheccüde mutlaka kalkar, evrâdını asla aksatmazdı. Elinden tesbihi hiç düşmezdi. Yolculuklar hep özel arabalarla yapıldığı için, yolda namaz vakti olunca ilk camide durulur ve namaz kılınır, namazlarda sünnetler asla terk edilmez, tesbihler çekilir, dualar edilir sonra yola devam edilirdi.

Mezhep disiplinine çok dikkat ederdi. Diğer mezhep imamlarına olan aşırı sevgisinin yanında Hanefi mezhebinin görüşleriyle amel ederdi. Gerek Haremeyn’de bulunduğu zamanlarda, gerek yolculuklarında bu disiplinden taviz verdiklerini hiç görmedik.

Onun en mümeyyiz vasıflarından biri de selefe bağlılık, Allah dostlarına aşırı sevgi ve tarihe saygı idi.

Ricâlullaha teslimiyeti, manevi feyzin ana kaynağı olarak görür, onlara muhabbeti veya muhalefeti daima ölçü olarak telakki ederdi. Bilhassa bizzat müntesip bulunduğu Mahmûd Sâmi Ramazanoğlu Efendi Hazretleri’ne aşırı bir sevgisi ve saygısı vardı. Hemen her konuda kendileri ile istişare ederlerdi. “Hayatım boyu ondan daha büyüğünü görmedim; onun kadar nefsini terbiye etmiş bir zata rastlamadım.” derlerdi.

Müminlerin duasına çok değer verir, bir emriniz var mı efendim diyenlere: “Bir tek ricam var, beni duadan unutmayınız, hocanız olarak sadece bu kadar bir yüküm var size” der ve ilave ederlerdi: “Aman dua alın, aman dua alın, aman dua alın!” Eve gelen misafirlere hep şunu tekrar ederlerdi: “Ne kadar bahtiyarız desek az. Zira sevdiklerimiz hep Allah dostları, sevenlerimiz hep Allah dostları.”

Zor şartlarda, sıkıntılı günlerde hep “Bizim Allah’ımız var. Görüyor, duyuyor, biliyor ve her şeye kâdir.” diyerek etrafını teselli ederlerdi.

Büyük insanları yüce dağlara benzetir “Onların başları daima dumanlı olur ama seller ve sıkıntılar eteklerinden geçer.” derlerdi. Çile çekmeden asla da´va adamı olunamayacağını, büyük insanların hep çektikleri çileler sonunda büyük olduklarını ifade ederler ve konu ile ilgili hadîs-i şerîfe işaret ederlerdi.

Hocalarını asla unutmaz, Onlardan ders okumuş olması ile iftihar eder, hemen her sohbetinde onları hayırla yâd eder, rahmetle anar, sık sık onlarla olan hatıralarını anlatırdı.

Oturma odasında oturduğu yerde daima yanında birkaç kitap bulunurdu. Ya kitap okur ya da tesbih çekerdi. Yanında bir teybi de daima dururdu. Kimi zaman banttan ilâhiler ve kasideler dinler, radyodan haberleri mutlaka takip ederdi. Haberleri sunan spiker bayan olursa “Radyoyu kapattıktan sonra istiğfar ediyorum.” derdi. Her gün en az bir ulusal bir mahalli gazete eve gelir, onları ilgi ile okurdu.

Bizlerle ve torunları ile lâtifeleşmeyi çok sever, küçüklerin anlattıkları fıkralara güler, onlara hayatında geçirdiği bazı tatlı ve gülünecek hatıraları anlatır, onları güldürürdü.

Asla yemek seçtiğini görmedik. Her ne pişirilmişse yer, ne ikram edilirse asla reddetmezlerdi. Ben bunu yemiyorum dediği bir şeyi hatırlamayız. Çay içmeyi çok severdi. Akşamdan sonra “Yâ Hû! Çocuklar ikindiden beri çay içmiyoruz haydi bir çay yapın da içelim.” diye çay sevgisini izhar ederlerdi.

Çok mukavim bir bünyesi vardı. Kara yoluyla umrelere ve haclara gittiği dönemlerde, arabasını kendisi kullanır, Medine’den çıktıktan sonra Şam’da birkaç saat dinlenir ve onunla Konya’ya girerlerdi. Süratli araba kullanmayı severlerdi. Başkalarının yanında yolculuk ederlerken önde otururlar ve yolculuk boyunca asla uyumazlardı.

Toprakla meşgul olmayı çok severdi. Bahçedeki ağaçları elleriyle budar, aşı yapar, bizzat sularını verirdi. Çiçeklerle meşgul olmaktan çok zevk alırlardı. Erenköy adıyla kurulan mahallelerindeki binlerce ağaçta hep Onun emeği vardır.

Seyahati çok sever, çok güzel yüzerdi.

Va´zlarında ve konferanslarında çok cesur konuşurdu. Gazetede veya dergide gördükleri ya da haberlerde işittikleri bazı şeyleri kürsîye çıkarırlar, bilhassa İslâm’a olan saldırıları çok ağır dille eleştirirlerdi. Bu sebeple çok sorguya çekilmiş, camiden alınarak karakola götürülmüştür. Rabbimizin lûtfu ile mahkûm olmamıştır ama birçok takipsizlik kararı da hâtıra olarak kalmıştır.

Edebiyatla ilgilenir, va´zlarında şiir okumayı ihmal etmezdi. Bilhassa Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî, Muhammed İkbâl ve Mola Câmi hayranlıkla şiirlerini okuduğu büyüklerdir. Şeyh Galib, Nâbî gibi Osmanlı şairlerini hep kürsîye çıkarır, Âkif’i asla unutmazdı.

Edebiyatta bir maharet olan ebcedle tarih düşürülmesi konusunda mahareti vardı. Bir gün, evimizde bir dostunun beyitler okuduğuna onunda peşinden tarihleri hemen söylediğine şahit olmuştum.

Büyük bir Osmanlı hayranı idi. Tarih bilgisi de oldukça iyi idi. Osmanlıyı şöyle tarif ederdi: “Akl-ı selim; zevk-i selim; azm-i kavi.” Yani daima en mükemmeli ve en güzeli yapmışlar. Düşündükleri hemen her şeyi gerçekleştirmişler.

Misafire ikramı çok sever, seçkin misafirlerimiz olduğunda sofraya oturmaz, onlara bizzat hizmette bulunurlardı. Hemen hemen misafirimizin olmadığı gün olmaz, sık sık yemekli misafirlerimiz olurdu.

Büyüklerine saygı duyduğu, cemaatini sevdiği için kendisi de büyük insanlar tarafından sevilmiş, saygı duyulmuştu. Başta Üstâdı Mahmûd Sâmi Ramazanoğlu Efendi olmak üzere evimizde Hacı Veyis Zâde Mustafa Efendi, Lâdikli Hacı Ahmed Efendi, Ali Ulvi Kurucu Efendi, Muhammed Harrâni Efendi, Mehmed Zâhid Koktu Efendi, Musa Topbaş Efendi, Mekke Ulemasından Muhammed Alevî Mâlikî Efendi, Havlucu Ahmed Efendi, Yahyalılı Hacı Hasan Efendi gibi büyük insanlar; Necip Fazıl Üstâd, Necmeddin Erbakan gibi meşhurlar misafirlerimiz olmuşlardır. Ayrıca Cumhurbaşkanımızın, Başbakanımızın ve bazı bakanlarımızın ve Diyanet İşleri Başkanımızın evimizi teşrifleri de bizler için şeref olmuştur.

O ömrü boyu İslâm’a hizmet aşkı ile yandı. Ömrü boyu ilme ve insanlara hizmet etti. Maddi hiçbir karşılık beklemeden, dünyevi bir makama talip olmadan, insanların elinde olana asla meyletmeden ALLAH rızası için koştu koşturdu. Çalıştı çabaladı. Bir Ankara konferansından sonra fanilasından tam bir su bardağı ter sıkmıştım. Ceketleri hep terden eskimiştir.

“Bir gün İslâm hayata hâkim olursa, balkondan alkışlayanlardan olmayacağız. Bu güzel günlerde Allah’ın izniyle bizim de el emeğimiz, alın terimiz var diye bahtiyar olanlardan olacağız.” derdi.

Ayrıca “Ölmeyeceğim! Aziz Konyalılar Allah’ın izniyle ölmeyeceğim.” diyordu. Bugün televizyonlar ve radyolar va´zlarını halka fasılasız dinletiyorlarsa, bu tespitin ve duanın en bariz tezahürüdür.

Hizmetle geçen o güzel ömrün en güzel şahidi, Ümmet-i Muhammedin vefatındaki vefâsıdır. Yarım milyona yakın insanın gözyaşlarıyla parmaklarının ucunda taşıdıkları tabutu ile Tahir Hoca Efendi, Rasûlullah Sallâllahü Aleyhi ve Sellem’in “Siz arzda Allah’ın şahitlerisiniz!” diye tespit buyurdukları, inananların en mükemmel duygularla dile getirdikleri şehadetleri ile ebedi âleme uğurlandı. Onun vefatı da, cenaze merasimi de bir va´z olmuştu. O Mâşûkuna giderken de va´z ediyor, tebliğde bulunuyordu. İslâm’a adanan bir ömrün sonunu âleme ilan ediyor, bizlere nasihatte bulunuyordu.

Makamı Firdevs-i a´lâ olsun.
………………………………..

Sözün sonunda Üstâd Necip Fazıl’ın onun için köşesinde yazdığı üç makaleyi bir hâtıra olarak aktarıyor, “sultanü’l-vâizîn”i “sultanü’ş-şuarâ”nın kaleminden arz etmek istiyorum.

Üstâd, Burdur’da ilk karşılaştıklarında, “Noktalama” köşesinde İstanbul’a şu kısa notu geçer:

DİN ADAMI

Bu vatanın kaldırımları fildişinden ve evleri billûrdan, hayal üstü bir madde ve mânâ kemâline ulaşmış bir başkenti, sitesi (metropolis)i olsaydı da, bu başkentin 1 milyon kişilik büyük mâbedinde, her evin her odasında bir hoparlör içinde sesi uğuldayan bir üstün kelâm ve hakikat vâizi bulunsaydı, onu bile bana hor gösterecek çapta, gerçeklikte ve derinlikte bir din adamına, 25.000 nüfuslu Burdur Kasabası’nda rastladım.

Gelince anlatırım.

KISAKÜREK [1]

O seyahatinden İstanbul’a döndükten sonra “Çerçeve”de şunları yazar:

Tahir Büyükkörükçü

Şöhretini uzaktan duyduğum, fakat şahsiyle, eserini ve tesirini Burdur Kasabası’nda gördüğüm Tahir Büyükkörükçü, öteden beri vasıflarını hayalimde yaşattığım üstün din adamının hâlis örneği… Öyle ki, insan, döküm işiyle elde edilebilen bir varlık olsaydı, Tahir Hoca’yı kumda açılmış bir kalıp gibi, model diye gösterebilirdim. Bütün din adamları, madenlerini o kalıpta dondurup Tahir Hoca şeklinde meydana çıkın…

Madde bakımından mümkün olmayan bu döküm işi, unutmayalım ki, ruh yönünden kabildir; ve ruhların birbiri içinde erimesi, Allah’ın imkân âlemine bahşettiği bir keyfiyettir. O halde ruhlar, mâdenlerini yine Tahir Hoca’nın kalıbında dondurup şekillensin… Husûsiyle din telkinine memur insanlar…

Tahir Büyükkörükçü, din adamında, ilmin ruha dönüşünü ve ruhun, bir taraftan en iyi ahlâka yuva oluşunu, bir taraftan da her mukavemeti eritici bir “nâr-ı beyzâ” potası haline gelişini, topuğundan saçına kadar heykelleştirmekte… O, büyük dâvânın mukaddes ölçülerini (pasif) bir nakil plânında geveleyen köhne bir ses ustuvanesi değil, aynı ölçülerin dost ve düşman bütün kutuplarını tanıyan ve cemiyetteki her tatbik şeklini bilen yepyeni bir nida hançeresi…

Burdur gibi bir köşeye itilmiş, tıkılmış olan bu nida, kendisini 24 cami ile oradaki tugaya ve hapishaneye bağlayan, böylece bütün Burdur’u fıkır fıkır kaynatan nakil şebekesiyle, gönül isterdi ki, bütün Türkiye’yi filesi içine alsın…

Burdur, bütün vatanın hasret çektiği din adamı örneğini koynunda barındırdığından, bütün vatan da, bunca ölü, sakat veya sapık misaller içinde nümunelik şahsiyetin Burdur’da bulunduğundan haberli midir?”. [2]

1968 yılında bir siyasi parti liderinin Büyük Millet Meclisi kürsüsünde yaptığı konuşma üzerine de yine “Çerçeve” adlı köşesinde şunları yazmıştı:

Konya Müftüsü

Konya Müftüsünden ne isterler? Onu belli başlı bir şahıs olarak mı ele alırlar, bir makam veya bir sembol diye mi? Hakkında menfî sıfatların hepsini tükettiğimiz ve yenisini bulmakta âciz kaldığımız ihtiyar Paşa, asıl alâkalı isimleri anmaktan çekindiği için, “Konya Müftüsü”nü bir kere ağzına alır ve ondan sonra bu tabir sloganlaşır. Konya Müftüsü aşağı, Konya Müftüsü yukarı!.. Hattâ mâhut gazetenin yazarı, Konya Müftüsü’nü üçayaklı sehpanın bir ayağı olarak göstermeye kadar gider; başka bir gazete de “günün ansiklopedisi” şeklinde, bu yedi başlı, kırk kollu ve yetmiş ayaklı canavarın kafa kâğıdını neşretmeye kalkar. Konya Müftüsü, Tahir Büyükkörükçü isimli, ruhta ve maddede genç ve dinç, derin ve gerçek bir müslümandır; ve din adamları içinde vecd, ihlâs, irfan ve idrak bakımından sayısı birkaçı geçmeyen müstesnâ örneklerden biridir.

Bu dâvânın (fors motris) dedikleri muharrik kuvvetlerin dile almaktan korkup da Tahir Büyükkörükçü’yü makam ismiyle hedef tutmak, din adamları tarafından kanunsuz bir hareket köpürtüldüğü yolunda bazı mercileri ve zümreleri kışkırtmak içindir ve her zaman olduğu gibi tâbiyelerin en denîsidir. Yalnız makam ismiyle anılan Tahir Büyükkörükçü, asıl bu ismin arkasındaki temsilci mânâ ile ele alınıyor, böylece şeriatin harekete geçtiği ve her şeyi silip süpürmek üzere olduğu tarzında bir hava yayılmak isteniliyor.

Ve işin en hazin tarafı, cevap vermeye tenezzül etmeyecek olan bu makamın asîl sükûtu, kendilerince zaaf telâkkî edildiği için hücum istikameti kolayca o tarafa çevriliyor ve hakikatte mimledikleri hedef, üzerlerine yalın kılıç gelmesin diye bir ân görmemezliğe getiriliyor.

Sevgili Tahir Büyükkörükçü!

İslâm dâvasının, bokstaki antrenman yastığı gibi, tokatlanacak insanı olarak seni seçenlere teşekkür ve bu halinden Allah’a hamdet!.

Necip Fazıl Kısakürek [3]

Aziz üstâda, yüce ruhuna binlerce teşekkür.

ALLAH’a emanet olun

Dr. Abdurrahman BÜYÜKKÖRÜKÇÜ
Konya Merkez Vâizi
Konya 12. 07. 2011

[1] Necip Fazıl Kısakürek, “Noktalama”, Yeni İstanbul Gazetesi, 17 Ocak 1965.

[2] Necip Fazıl Kısakürek, “Çerçeve”, Yeni İstanbul Gazetesi, 19 Mart 1965.

[3] Necip Fazıl Kısakürek, “Çerçeve”, Yeni İstanbul Gazetesi, 8 Mart 1968.

Fotoğrafları ve Bilgileri Derleyen: Hâfız Ahmet Feyzi Çekin – 1930-1985

(Tolluoğlu Camii Emekli İmam-Hatibi)

Burada Yayınlanmasına izin veren Mustafa Çekin

Teşekkür Ederiz.

Paylaşabilirsiniz...