Hz. Ebû Bekir (r.a.) ile başlayan mânevi yol, Bâyezîd-i Bistâmî’ye kadar “Bekriyye” veya “Sıddîkıyye”, Bâyezîd’den Abdülhâlık Gucdüvânî’ye kadar “Tayfûriyye” veya “Bâyezîdiyye”, Abdülhâlık Gucdüvânî’den Şâh-ı Nakşbend Bahâeddin Buhârî’ye kadar “Hacegâniyye”, Şâh-ı Nakşibend hazretlerinden Ubeydullah Ahrâr hazretlerine kadar “Nakşbendiyye” Ubeydullah Ahrâr1 dan İmam-ı Rabbânî’ye kadar “Ahrâriyye” İmam-ı Rabbânî’den Mevlânâ Hâlid Bağdâdî’ye kadar “Müceddidiyye” Hâlid Bağdâdî’den günümüze kadar da “Hâlidiyye” adıyla anılmaktadır.
Hilkatte ve fıtratta en güzel, ahlakta en mükemmel, varlığın sebebi, alemlerin rahmet peygamberi, insanlığın yegane önderi, vahyin mihveri, Kur’an tebliğcisi, ahiret müjdecisi Hz. Muhammed Mustafa (s.a), bütün silsilelerin çıkış noktası, en büyük ve ilk halkası. Bu yüzden tefsirin de, hadisin de, fıkhın da, ilm-i kelamın da, tasavvufun da başı O.
Allah’ın övüp yarattığı; insanlığa rehber yaptığı, O’na itaati kendisine itaata denk saydığı; O’nu sevmeyi kendisini sevmek diye nitelediği büyük peygamber. O’nun ahlakı Kur’an’dı. O bir nebiy-yi ahir zamandı. Hilkatin fatihası, nübüvvetin hatimesiydi. Bu özellikleriyle îtikad, îman ve ahlakta; ibadet ve muamelatta biricik örnek şahsiyet; yani üsve-i hasene’dir O. Nitekim hakkında Allah Teala: “Allah’ın peygamberinde sizin için Allah’ı ve ahiret gününü umanlar için güzel bir örnek (üsve-i hasene) vardır.” (el-Ahzab, 33/21) “Sen yüce bir ahlak üzresin.” (el-Kalem, 68/4) buyurmaktadır.
KAFİLE BAŞI
“Güzel örnek”, olması, “yüce bir ahlak” sahibi bulunması sebebiyle, İslam ruh eğitimi, ahlak ve zühd demek olan tasavvufî hayatın kafile başı da O’dur. O’nun mübarek sözleri, halleri ve güzel ahlakı tasavvufun temelidir. Bu yüzden biz burada O’nu anlatma konusundaki aczimizi itiraf ederek O’nun ahlak, zühd ve ruh hayatına aid, ayet ve hadislerin aydınlığında, bir kesit sunmaya çalışacağız. O’nun kemalini ve cemalini bizim kelime kalıpları içine sığdırmamız mümkün değil. Çünkü O, ahlakî kemalini, Rabbının eğitimiyle kazandığını itiraf ediyor, “O’nun ahlakı Kur’an’dı” diyen hadisler de bunu doğruluyor. Bu yüzden O, beşeriyete telkin ettiği ahlakî umdeleri önce kendi şahsında uygulardı.
Bir insanın ahlakî olgunluğuna en iyi şekilde vakıf olanlar, elbette en yakın çevresinde bulunan aile efradı ve yakın dostlarıdır. “Dağ yanına varınca küçülür” derler. Bu yüzden büyük sandığımız pekçok kimseyi yakından tanıyınca büyüklüklerinin zail olduğunu görürüz. Ama Allah Rasûlü (s.a.) böyle değil. Çünkü O’nu yakından tanıyanlar, en mahrem hallerine vakıf olanlar, O’nun ahlakî kemalini anlata anlata bitirememektedir. İlk eşi Hz. Hatice’den diğer zevcelerine, özellikle Hz. Aişe’ye, kızı Fatıma (r. anha), damadı Hz. Ali (r.a), evladlığı Hz. Zeyd (r.a) ve hizmetçisi Hz. Enes (r.a)’a varıncaya kadar O’nun yakın çevresindekiler, O’nun ahlakî kemalini övmekte ve O’nun eşsiz bir ahlakî olgunlukta bulunduğunu anlatmaktadırlar. “Güzel ahlakı tamamlamak için gönderilen” bir peygambere yakışan özellikler, ashabının hayranlığını uyandıracak ve onlara örneklik yapacak bir düzeydeydi. İnsanlara olan ilgisi ve sevgisi, halkın kendisini, öz benliklerinden daha çok sevme neticesini doğurmuştu. Zaten eğitimde ana gaye de bu değil miydi? O, ümmetine ve ashabına karşı bir baba konumundaydı. Hanımları da anne. Ümmet de bu ailenin evladları ve birbirlerinin kardeşleri. O kurduğu ahlakî eğitim sistemi içinde ümmeti bir ailenin sıcak ortamında yetiştirmek istiyordu. Tasavvufta da durum böyledir. O’nun “insanları manen yetiştirip ahlakî olgunluğa erdirme” diye özetleyebileceğimiz “irşad” hizmeti tasavvufun görevidir.
RÛHÎ HAYAT
Tasavvuftaki ruhî hayatın da Hz. Peygamber (s.a)’in hayatında pek can alıcı örnekleri vardır. O, peygamberlik öncesi Hira mağarasındaki halktan uzak, halvet ve inziva yaşantısıyla vahy-i ilahî’yi alacak, Cebrail’i melek hüviyetiyle görecek ruhî kemale hazırlanıyordu. O’nun hayatının bu devresi, bir takım riyazatlar, ruhî tecribeler ve kainatın yaratıcısını tefekkür gibi iman ve yakîni artırıcı ön hazırlık devresiydi. Mutasavvıflardaki halvet, çile ve erbain hayatı bir bakıma O’nun bu ruhî tecribe dönemiyle benzerlikler arzetmektedir.
Manevî ve ruhî yükselişte kemale ermiş ve -varsa- gelmiş, geçmiş bütün kusur ve hatalarının bağışlandığı Kur’an lisanıyla haber verilmiş bir peygamber olmasına rağmen O, ibadet ve taatta daima en ileri noktada bulunmuş; gece teheccüd namazını, gündüz nafile orucunu ihmal etmemiştir.
Yaşayışı ve hayat tarzı itibariyle zühd ve sadeliği esas aldığından, her devirde, her insanın uygulayabileceği bir hayat modeli sunmuştur insanlığa. İbadette ifrat ve tefritten uzak bir orta yol izlerken, dünya ve dünyaya meyl konusunda zühd yolunu seçmiş, taat ve muamelatta ise azimet ve takvayı önde tutmuştur.
Kurduğu devletin sınırları Arabistan yarımadasını aştığı; ganimet mallarıyla devlet hazinesinin dolup taştığı zamanlarda bile dünyaya ve dünyalıklara ilgi duymamış, zahidane tavrını elden bırakmamıştır. Evinde sıcak bir çorba pişirmeden; ocak kaynamadan hurma ve su ile geçirdiği günlerin sayısı pek çoktur. Hanımları bir ara bu hayata dayanamayarak O’ndan dünyalık talebinde bulundular. O, ayrılmayı bile göze alarak onlara bir aylık bir düşünme süresi verdi. Arkasından nazil olan şu ayet-i kerimeyle onların Allah ve Rasûlünü tercih ettiklerini bildirmeleri üzerine onlara döndü: “Ey peygamber, hanımlarına de ki: Eğer bu dünya hayatı ve onun zînet ve parlaklığını istiyorsanız, gelin size boşanma bedellerinizi vereyim ve sizi güzellikle salıvereyim. Yok eğer Allah’ı ve Peygamber’ini ve ahiret yurdunu arzu ediyorsanız, Allah aranızdan iyi olanlara büyük mükafat hazırlamıştır.” (el-Ahzab, 33/28-29)
ZÜHD
Rasûlullah’a göre zühd, helali haram kılmak, ya da malı zayi etmek değildi. Aksine Allah’ın lütfuna kendi elinde olandan fazla güvenmekti. Malıyla bir musîbete uğradığında giden maldan ziyade musibetin sevabı na gönül vermekti.
Hanesi, hane halkının yaşantısı hep mütevazı idi. Süslü, gösterişli, göz kamaştırıcı manzaralardan hoşlanmazdı. Nitekim evini süslü örtülerle donatan kızı Fatıma’nın evine girmeden geri dönmüş, “süslü yerlerde barınmak bize yakışmaz” buyurmuştu. Eşi Hz. Aişe validemizin evinin tavanını örtülerle süslediğini görünce ona bunları çıkarttırmıştı.
Yatağı bazan bir kilim parçası, bazan içi hurmalifi dolu bir deri, bazan da hasırdan ibaretti. Nitekim İbn Mes’ûd’un anlattığına göre bir keresinde hasır üzerine yatan Allah Resûlü’nün mübarek vücudunda hasır iz bırakmıştı. Bunun üzerine “Keşke hasırın üzerine de bir şey sersek de, öyle yatsaydınız.” denildiğinde:
“Dünya ile benim ne ilgim var? Onunla ben bir ağaçla, altında bir miktar dinlendikten sonra orayı terk edip giden bir yolcu gibiyiz.” buyurdu.
O’nun zühd ve kanaat mektebinden yetişen nice vali ve idareciler, O’ndan aldıkları zühd dersiyle günde bir dirhemlik masraf standardıyla beldeler ve memleketler idare etmişlerdir. Çünkü hayatını bir dirheme göre tanzim ederek ihtiyaçlarını sınırlayabilen insan, kalan zamanım ulvi bir davaya hasretmek, insanlara hizmete tahsis etmek imkanına sahip olur. Zîra insanda ihtiyaç ve emel duygusu sınırsızdır. Belli bir ölçü ile kayıt altına alınmazsa önüne geçilemez. Bu yüzden Allah Rasûlü insanların dünyadaki zarurî ihtiyaçlarını şöyle sınırlamıştı: “İkamet edilecek bir ev, soğuk ve sıcaktan koruyacak bir elbise, belini doğrultacak birkaç lokma”. Tasavvuf telakkisine “Bir lokma, bir hırka” olarak giren bu ihtiyaç sınırı herhalde bu ve benzeri hadislerden mülhem olmalıdır. Ancak bu hadislerde ve tasavvuf esaslarında tavsiye edilen zühd anlayışının ferdî ve ruhî hayatta söz konusu olduğu toplum için topyekün böyle bir tavsiyenin mevzübahs olmadığını belirtmek gerekir. Ayrıca sünnet-i Peygamberi’nin havaic-i asliyye dediğimiz temel ihtiyaçlara getirdiği sınırlama onları elde etme açısından değil, elde tutma açısındandır.
Kendisinden önce hiçbir kimsede bir arada bulunmamış olan ruhî kuvvet ve sıfatlar, ahlakî vasıf ve zühdî tavırlar, O’nun örnek ve ideal şahsiyetinin temelini oluşturmuştur. Bu sıfatlar, ister ilk zorlu davet zamanlarında olsun, ister Medine’deki hükümet ve devlet başkanlığı ile birlikte yürüyen davet ve irşad zamanında olsun hep O’nun zatî özelliklerini oluşturmuş ve O’nun eşsiz ve mümtaz bir önder olmasını sağlamıştır.
-Sallallahu aleyhi ve sellem-
“Güneş, peygamberler hariç, Ebû Bekir’den daha faziletli bir insan üzerine doğup batmamıştır.”
Allah Rasülü (s.a.) buyurur:
“Allah’ın benimle gönderdiği ilim ve hidayet, yeryüzüne sağnak halinde yağan yağmura benzer. Kara parçasının bir kısmı bu rahmet yağmurunu emer ve üzerinde yemyeşil çayırlar ve mahsuller yetiştirir. Diğer bir kısmı da bu suyu tutarak insanların içmesini , hayvanların, bitkilerin ve diğer canlıların istifadesini sağlar. Toprağın geri kalan ölü kısmı ise bu yağmurun suyunu tutmadığ gibi, ekin ve yeşillik de bitirmez. “(bk. Buharî, ilim, 20) Bu hadis-i şeriften Allah Rasûlü’nün getirdiği hidayet ve rahmet yağmurlarından insanların kabiliyetleri nisbetinde istifade ettikleri anlaşılmaktadır.
Hz. Peygamber (s.a.)’in Muhammedi mektebinden yetişen, O’nun hidayet ve ma’rifet yağmurundan kana kana içen ve “bu yağmuru tutarak başkalarına da içiren” yıldız şahsiyetlerden birisi ve birincisi Hz. Ebû Bekir (r.a.)’dir. O, Allah Rasulü’ne inanan ilk müslüman ve O’nun ilk halifesi. Malının tamamını Allah yolunda tasadduk eden ve Allah Rasülüne gelen zararı karşılayan ilk insan. Allah elçisinin: “Güneş, peygamberler hariç, Ebû Bekir’den daha faziletli bir insan üzerine doğup batmamıştır. “diye övdüğü ve en çok sevdiği…
FAZiLETE ERMENİN BEŞ ESASI
Kendisine bu fazîlete nasıl erdiği sorulduğunda verdiği cevap, tasavvufî telakkîdeki ruhî yükseliş, ahlakî olgunluk ve manevî kemale erişin esaslarını oluşturmaktadır. Buyurur ki:
– Bu fazîlete beş şeyle erdim:
1. İnsanları iki grup olarak gördüm. Bunlardan bir grubu talib-i dünyadır; dünyanın peşinden koşmaktadır. Bir grubu da talib-i ukbadır; ahiret endişesi taşımaktadır. Ben ise ne talib-i dünya, ne de talib-i ukba oldum. Talib-i Mevla olmayı tercih ettim. Rabbımın rızasına ermeyi herşeyin üstünde tuttum.
2. Müslüman olduğum günden beri ma’rifet-i ilahiyye ile meşguliyetin ve onun bana verdiği hazz sebebiyle dünya nimetlerine meyletmedim ve doyasıya yemek yemedim.
3. Yüce yaratıcımın muhabbetinin bana verdiği manevî zevk sebebiyle, aşk hararetini söndürmemek için kanasıya su içmedim.
4. Dünya ameliyle ahiret ameli karşılaştığında daima ahiret amelini dünya ameline tercih ettim.
5. Rasülullah (s.a.)’in sohbetine çok sıkı bir şekilde devam ettim. Daima O’ nunla birlikte bulunmaya gayret ettim. Hicrette arkadaşı, mağarada yoldaşı ve daima sırdaşı oldum.
Hz. Ebû Bekir’in bu cevabında adeta tasavvufi eğitimin gayesi ve temel esasları anlatılıyor. Ki onlar da rıza-i Barîye ermek; zühd yani dünyaya değer vermemek; yemeyi, içmeyi uykuyu azaltıp Cenab-ı Hakk’ı unutmamak ve Allah rasûlü ile sohbet.
RASÛLULLAH’TAN İN’İKAS-I HÂL
Allah Rasûlü’nün sohbetleri, ashab-ı kirama ruhanî bir hayat yaşatır, sahabileri dînî his ve heyecana, aşk, vecd ve muhabbete gark ederdi. Sahabîler, O’nun konuşmalarını, başlarındaki kuşu uçurmaktan korkan kimsenin titizliği ile huşu içinde dinlerlerdi. Hz. Ebû Bekir ve diğer sahabîler, bu sohbetlerde aldıkları ve öğrendikleri aşk, vecd ve heyecanı kendilerinden sonrakilere nesil be-nesil aktararak yaşattılar, bu suretle Allah Rasûlü’nün ruhanî hayatı kaybolmadan “altın silsile”‘içinde günümüze ulaştı. Ancak bu ruhanî hayat yazılabilecek ve sözle anlatılabilecek bir husus olmadığı için sohbet ve beraberlik sayesinde gönülden gönüle aktarılarak “in’ikas-ı hâl”yoluyla intikal etmiştir. Allah Rasûlü’nün “Allah kalbime neyi ilka ettiyse ben de onu Ebû Bekir’in sadrına ilka ettim.” buyurması bu hal yansımasının ifadesidir. Kur’an’da mutlak bir ifadeyle: ‘Bilesiniz ki Allah’ın Rasülü aranızdadır.’ (el-Hucürât, 49/7) buyrulması, bu yolla Muhammedî hasletlere sahip insanların aramızda daima bulunacağına işaret olmalıdır.
Peygamber, ya da peygamber varisi arif ve mürşidlerle sohbet; ya da beraber bulunma, insanı erdirici, Hakk’a vardırıcı en önemli vesilelerden biridir. Çünkü sohbet ve birliktelik sayesinde insan, sohbetine devam ettiği şahsın haline bürünür, kabiliyet ve istidadına göre onun boyasına boyanır. Şahsiyeti onun şahsiyetiyle bütünleşir ve aynîleşir. Psikoloji’deki “idendi-fication”; aynîleşme ve kişilik transferi dedikleri budur.
KEMAL VE CEMAL AYNASI
Allah Rasûlü’nün yanından hiç ayrılmayan, O’na gönülden bağlı ve canını her zaman O’na fedaya hazır olan Ebû Bekir (r.a.) O’nun kemalinin ve cemalinin aynası oldu. Bir bakıma önce Allah Rasulü’nde, sonra da Allah’da fenaya erdi, vuslatı buldu, marifet-i İlahiyye kaynağına ulaştı. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.)’in vefatı sırasında bütün herkes şaşırmış, Hz. Ömer bile kılıcını çekerek: “Kim Muhammed öldü derse boynunu vururum.” şeklinde bir tepki göstermişti. Ama Ebû Bekir (r.a.) fena fillah’a ermenin ve Allah île bakayı bulmanın şuur aydınlığı içinde önce Allah Rasûlü’nün yüzündeki örtüyü kaldırıp baktıktan sonra: “Ölümün de hayatın gibi güzel. Sen iki kere ölmeyeceksin, mukadder olan ölümü taddın.” demiş ve dışarı çıkarak şu konuşmayı yapmıştı: “Ey insanlar! Muhammed’e tapanlar bilsin ki Muhammed ölmüştür. Allah’a tapanlar ise Allah’ın diri ve hiç ölmeyeceğini bilirler.” Sonra şu ayeti okudu: “Muhammed ancak bir peygamberdir. O’ndan önce nice peygamberler gelip geçti. O, ölür ve öldürülürse siz gerisin geri mi döneceksiniz?” (Âlü İmran, 3/144) Hz. Ebû Bekir, bu konuşmasıyla gönlü Hz. Peygamber sevgisiyle dopdolu olan Hz. Ömer gibi sahabîleri, uyardı.
Hakk’a vuslatın ve O’na ermenin adı olan “fena” kavramı, tasavvufi eğitimde fena fi’l-ihvan ile başlar, fenafi’ş-şeyh ve fena fi’r-Rasul ile devam eder, fena-fillah, ve baka billahta sona erer. İşin başında bulunan mübtedi bir salik, önce ihvana hizmette fani olur, sonra mürşidine muhabbet ve hizmetle fenaya erer. O’nun ardından Rasülullah’ın ahlakını ve hallerini benimseyerek o sıfatlarla muttasıl olmaya çalışır ve fenafi’r-Rasûlü bulur, bunu sağlayınca da ahlak-ı ilahiyyeye erer. Bu hâle eren kul, artık Allah ile görmeye, duymaya, düşünmeye, konuşmaya başlar ki, böylece bir kudsî hadiste anlatılan özellikler tahakkuk etmiş olur. (bk. Buharı, Rikak, 38)
Hz. Ebü Bekir’in “altın silsile”deki yeri sıddîklığı, hizmeti, ibadeti, vera ve takvası, ahlakî olgunluk ve mahfî-meşreb oluşuyla alakalıdır.
SIDDÎKIYET SIFATI
Allah Rasulü’nü başından sonuna kadar destekleyen, yerine göre koruyup himaye eden Ebû Bekir (r.a.)’in “Siddık lakabı hem ilahî, hem de nebevi kaynaklıdır. Nitekim müşriklerin Allah Rasûlünü ve müslümanları iyice bunalttıkları bir sıra da O’nu teselli etmek için bir ikram-ı ilahi olan Mi’raç olayı gerçekleşti. Her doğruya sırt çevirmekte mahir olan Kureyş keferesi, hemen buna da karşı çıkıp inanmadılar. Bununla da kalmayıp inanan insanları bi bahane ile yoldan çevirmeye kalkıştılar. Hz. Ebû Bekir (r.a.)’e de gelerek: “Arkadaşın neler söylüyor, duydun mu? Buna da inanacak mısın?” dediklerinde Ebû Bekir’den suratlarına şamar gibi patlayan şu cevabı aldılar: “Bunu o mu söylüyor, öyleyse doğrudur.”
İşte Ebû Bekir’in bu kesin tasdiki üzerine: “Doğruyu getiren (Muhammed) ve O’nu tasdik eden (Sıddîk) muttakilerdir.”(ez-Zümer, 3) ayeti nazil oldu. Siddîkiyet makamı peygamberlikler sonraki ilk manevi makam sayılmıştır.
Fedakarlık ve İsarı:
O’nun Allah yolunda ve Hz. Peygamber uğrundaki fedakarlığı ile boy ölçüşebilecek bir başkasını tarih kitapları kaydetmiyor. Sahip olduğu 40.000 dirhemlik servetini işkence altında inim inim inleyen köleleri satın alıp azad etmeye harcamaktan başlayan maddi fedakarlığı, canını ortaya koyarak devam etmiştir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.)’e malıyla en çok destek olan sahabî o olduğu gibi, O’na işkence yapmaya kalkışanlara tek başına karşı koyar ve cesaretle O’nu koruyan da odur. Hicrette tek başına O’na yoldaş ve arkadaş olmuş, muhafızlık etmişti. Bedir, Uhud ve diğer gazalarda Allah Rasûlüne gelebilecek ilk saldıralara o karşılık vermişti. Allah Rasûlü, “orduya yardım ediniz” buyurduğu zaman malının tamamını getirmiş, “çoluk çocuğuna neyi bıraktın?” sorusuna “Allah’ı ve Rasûlünü” cevabım vermişti. Bu onun feragat ve fedakarlıkta abideleşen yönüdür. Yine bu anlayışın bir uzantısı olarak: “Allah’ım ahirette vücûdumu o kadar büyüt ki cehennemi ben doldurayım de başkasına yer kalmasın; bütün kulların hesabına ben yanayım” diye dua etmişti. O’nun bu düşüncesinin bazı tasavvuf büyüklerine intikal ettiği ve bu silsilenin bir halkasını oluşturan Bayezîd’in de benzer sözler sarfettiği bilinmektedir.
Hakk’a ve Halka Hizmeti:
Siyasi idarede iki yıl gibi kısa bir zamanda mühim işler başaran, mürtedleri tepeleyen, yalancı peygamber Müseylime’nin işini bitiren, Kur’an-ı cem’eden ve bir yıl süreyle hiç kimsenin haksızlık iddiasıyla başvurmaya gerek duymayacağı şekilde mahkemelerin ve hapishanelerin boş kalmasını sağlayan dünyada benzeri görülmemiş bir adelet dağıtıcısı olan Ebû Bekir (r.a.) Allah Rasûlü’nün sağlığında da halkın hizmetine koşan, genç-ihtiyar herkese yardım etmeye alışmış bir fazilet abidesiydi. Nitekim bir gün Peygamberimiz (s.a.) soruyor: “Bugün içinizde oruçlu olan var mı?” Bir tek Hz. Ebû Bekir’den “Evet” cevabı geliyor. Allah elçisinin peşpeşe sorduğu: “Bugün hiç cenaze teşyiine iştirak edeniniz oldu mu? Bugün bir yoksulu doyuranınız var mı? Bugün bir hasta ziyaretinde bulunanınız oldu mu?’ şeklindeki sorularda da sadece O’ndan müsbet cevap gelince Efendimiz (s.a.) şöyle buyuruyor: “Bütün bu faziletleri kendisinde toplayan kimsenin gideceği yer cennettir”
Müslim’in rivayet ettiği bu hadisten Hz. Ebû Bekir’in hem şahsî, hem de topluma hizmet açısından en mühim faziletler şahsında topladığı görülmektedir. Bu fazîletler O’nun üsve-i hasenesi; yani en güzel örneği olan Allah Rasûlü’nden öğrendiği ve ümmete örnekler halinde sunduğu faziletlerdir.
İbadet ve Ruhî Hayatı
Hz. Ebû Bekir (r.a.) huşu ve takva üzere ibadet ederdi. Namaza kalktığında havf ve haşyetinden dolayı kesilmiş bir ağaç gibi titrer, fakat kalbindeki huzur hali sebebiyle huşûunu korurdu. Gözü yaşlıydı. Yanık sesiyle Kur’an okurken ağlar, dinleyenleri de ağlatırdı. Allah aşkı ile ciğeri püryan olduğundan yanında duranlar onun ağzından yanık ciğer kokusuna benzer bir koku duyduklarını anlatırlardı. “biz keremi takvada, zenginliği yakin elde etmede, şerefi engin gönüllülükte bulduk.” derdi. Takvada, şefkatde çok ileri, yufka yüreklilikte ve yumuşak başlılıkta en öndeydi. Daima yüreği yanık bir şekilde ah vah ettiği için kendisine “Evvah”derlerdi. Nitekim Hz. İbrahim’e de “Evvah”denildiğini Kur’an’dan öğreniyoruz. (bk. et-Tevbe, 9/214; Hûd, 11/75) O’nun coşkulu ibadeti, yanık ve ağlamaklı bir sesle Kur’an okuyuşu pekçok Mekkeli’nin dikkatini çekerek müslüman olmasını sağladığı için müşrikler O’nu açıktan namaz kılmaktan ve Kur’an okumaktan menetmeye çalışmışlardı.
Zeka ve sezgi yönünden son derece güçlüydü. Bu yüzden rüya tabirinde de mahirdi. Hz. Peygamber (s.a.)’in en yakîni olmasına rağmen sözlü rivayet ve nakillerinin azlığı sebebiyle müşahede erbabının ve hal ehlinin öncüsü sayılırdı. Çünkü hal, kal ile anlatılamaz, ancak yaşanarak anlaşılırdı.
Zühd, Vera’ ve Takvası:
Maldan ve dünyaya aid şeylerin sevgisinden geçmiş, tevhid gerçeğine ermek için mihnet, çile ve sıkıntı yolunu seçmiş, bu yüzden kendi iradesiyle fakrı ihtiyar etmişti. “ilahi, dünyayı bana genişlet ve beni ona karşı zahid yap” diye dua ederdi. Yani bana önce dünyamı ver, sonra onun afetlerinden korunmak için sevgisini gönlümden al ve ben ihtiyarî fakr içinde olayım, demek isterdi.
Varlığa sevinmez, yokluğa yerinmezdi. Zaman olurdu ki, altı gün üstüste hiç yatak açmadan sabahladığı olurdu, rahatını aramazdı.
Kızı Aişe validemizin, giydiği bir elbisesinden hoşlandığını hissedince onu:
“Bilmez misin ki, bir kimse dünya zineti sebebiyle kendini beğenirse onu çıkarıncaya kadar Rabbının gazabına uğrar” diye uyarmıştı. Çünkü o, katıksız marifet duygusundan bir tad almış, bu tadın onu tadanları Yüce Allah’ın zatından başka her şeyden alıkoyacağını anlamıştı.
Takva ve vera duygusunun bir gereği olarak zaman zaman parmağıyla dilini tutup: “Başıma ne geldiyse hep bunun yüzünden” derdi. Bazen da diline sahip olmak için ağzına çakıl taşları koyduğu rivayet edilirdi.
Ağza giren ve ondan çıkanın Allah ve Rasûlünün istediği istikamette olmasının vera olduğunu bildiği için haram ve şüphelilerden son derece sakınırdı. Nitekim bir kölesinin sihir karşılığı aldığı sütten bilmeden içmiş, durumu öğrenince parmağını boğazına sokarak bu sütü midesinden çıkarmıştı.
HAFÎ ZİKİR TELKİNİ:
Hz. Ebû Bekr’in tasavvuftaki ve altın silsile’deki en önemli yeri hafî zikrin onun vasıtasıyla öğrenilmiş ve yaşanmış olmasıdır. Tabakat kitapları ve hakkında yapılan araştırmalar, onun hafî meşrebliğinde birleşiyor. Hz. Ömer sadakasını açıkça halkın arasında getirip teslim ettiği halde Ebû Bekir (r.a.), gizlice veriyor. Hz. Ömer, gece kıldığı namazlarda Kur’an’ı yüksek sesle okuduğu halde o, alçak sesle okumayı tercih ediyor.
Niçin öyle yaptığı sorulduğunda da:
“Kendisine münâcâttâ bulunduğum zatı dinliyorum. O’ndan anlıyorum ki, O, bana uzak değildir, O’nun işitmesi açısından alçak sesle, yüksek ses, birdir.” karşılığını verirdi.
“Ashabımın seçkinleri yıldızlar gibidir hangisine uyarsanız doğru yolu bulursunuz” buyuran Allah Rasülü insanların karakter yapılarının farklılığına ve farklı yapılardaki insanların kendilerine benzeyen bir sahabîye uymak suretiyle doğru yolu bulacağına işaret etmektedir. Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve diğer büyük sahabîler tek tek ele alındığında hepsi büyük örnek şahsiyetler, ama karakterleri ayrı ayrı. Biri son derece dışa dönük, teklifsiz ve rahat yapıya sahip. Diğeri temkinli, teennili ve kısmen içe dönük bir kimlik taşıyor. Bu bakımdan hoşlandıkları şeyler ve ruhî hayatları da farklılıklar arz edebiliyor. Nitekim Hz. Ebû Bekir’de “hafî zikir” sırrı tecelli ederken, Hz. Ali ve Hz. Ömer’de “cehrî zikir” sırrı tecelli ediyor. Allah Teala Kur’an’da zikrin hafîsini de, cehrîsini de; yani gizlisini de açıktan olanını da emrediyor. (bk. el-A’raf, 7/205; el-Hacc, 22/36) Hz. Peygamber (s.a.), her iki zikrin de öğreticisi ve icracısıdır. Bu bakımdan tasavvufî telakkîye göre Hz. Peygamber (s.a.) Hz. Ebû Bekir’e Sevr mağarasında gizli zikri telkîn ve ta’lîm buyurmuştur. Hadis kaynaklarında geçmediği için, bazılarının karşı çıktığı bu rivayeti Kur’an doğrulamakta ve: “ikisi mağarada iken O, arkadaşına: “Üzülme Allah bizimle beraberdir.” diyordu. (et-Tevbe, 9/40) buyurmaktadır. Maiyyeti; yani Allah ile olmak O’nu unutmamak ve hiçbir an hatırdan çıkarmamaktır. Hafi zikir de bu değil midir? Kalpdeki Allah bağını sürdürmek değil midir? Kur’an’daki zikirle ilgili emirle-re bakacak olursak onlar da iki türlüdür: Biri mutlak zikir, diğeri isim zikri. Doğrudan Allah’ı anmayı, unutunca hatırlamayı emreden ayetler (mesela: el-Ahzab, 33/41 ;el-Kehf, 18/23) mutlak zikre; “sabah akşam rabbının ismini an!” (el-İnsan, 76/25) şeklindeki ayetler isim zikrine işarettir. Mutlak zikir, bir bakıma hafi zikir sayılabilir. Bu ayetler muvacehesinde Hz. Ebû Bekr’in karakter yapısına en uygun hafî zikirle meşgul olması ve tamamen ruhî bir hal olan bu zikre aid yazılı ve sözlü rivayetlerden çok, silsile ile gönülden gönüle intikal eden bir in’i’kasın bulunması gayet tabiîdir.
HZ. EBÛ BEKR’İN HİLYESİ
Hz. Ebû Bekir, orta boylu, hafif sarıya meyyal beyaz tenli, gür saçlı, seyrek sakallıydı. Sakalına kına yakardı. Açık alınlı çukurca gözlü, keskin bakışlı idi. Yüzü ve bedeni zayıf olmakla birlikte omuzları genişçeydi. Bacakları ince kemikli, çekik uyluklu, ince ve narîn vücutlu idi. Buna rağmen kuvvetli ve şecaatliydi. Gençliğinde vücûdu dümdüzdü. Yaşlandığında hafifçe öne doğru eğilmişti. İlahî aşk ve haşyetle dopdolu olduğundan duruşu hüzünlüydü. Peygamber sevgisiyle dolu gönlü sebebiyle yüzü güleç ve sevimliydi.
Hilye-i Selmân-ı Pâk
Selman uzunca boylu, buğday tenli, gökçek yüzlü ve sık sakallıydı. Bünyesi sağlam ve güçlüydü. Dostluğu külfetsizdi. Samimi ve geçim ehli bir zattı.
Altın silsilemizin üçüncü halkası Allah Rasülü’nün “bizden ve ehl-i beytimizden” iltifatına mazhar Selman el-Farisî’dir. Asıl adı Mabih iken müslüman olduktan sonra Allah elçisi tarafından Selman yada Sel-manu’1-Hayr diye adlandırıldı. ibn İslam diye künye aldı. İran’ın Isfahan bölgesinden. İranlılardan ilk müslüman. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.) “Arab’ın ilki benim, Rum’un Suheyb, Habeş’in Bilal, Fars’ın da Selman” buyurmuştur. (Sıfatu’s-Saf-ve, 1,538 Bezzar ve Taberani’den naklen)
Selman, Isfahan’ın Cey köyünde çiftlik sahibi ve kabile reisi zengin bir ailenin çocuğu. Babası Büd veya Büdehşan adlı bir zat. Aile ve çevresinin dini ateşperestlik. Selman da önceleri o dinin müntesibi. Ancak gönlünde alev alev yanan bir hak ve hakikat sevgisi, onu hak din aramaya sevketti. Önce hıristiyanların ibadeti ve kilisesi dikkatini çekti. Hristiyanlığın aslını öğrenmek için Şam tarafına gitti. Oradan Musul, Nusaybin ve Ammuriye’ye geçti. Ammuriye’de karşılaştığı ve kendisine hizmet ettiği rahip kendisine: “Hz. İbrahim’in Hanif ve tevhid diniyle gelecek son peygamberin zuhurunun pek yaklaştığını ve O’nun Arap toprağında ortaya çıkacağını” söyledi. Bunun üzerine Ammuriyye’ye gelen Benî Kelb kabilesi ticaret kervanıyla Şam üzerinden Medine’ye yakın Vadi’l-Kura’ya geldi. Benî Kelp kabilesi tüccarları buraya kadar kendilerine refakat eden bu iranlı arkadaşlarına -her nedense- ihanet ederek köle diye bir yahudiye sattılar. Selman’a Ammuriyye’de karşılaştığı ve hizmetinde bulunduğu rahip, vefatı sırasında gelecek olan son peygamber hakkında şu ipuçlarını veriyor: “Arap toprağında zuhur edecek ve iki taşlık arasında hurmalık bir yere hicret edecek. İki kürek kemiği arasında peygamberlik mührü olacak. Hediyye kabul edip sadaka almayacak.”
Selman Medine’de köle olarak bulunduğu sırada Hz. Peygamber’in zuhurunu haber alınca bir yolunu bulup ilk fırsatta yanına gitti. Ammuriye’deki rahibin verdiği ipuçlarına göre Resülullah’ı süzdü ve uzunca bir teftişten sonra O’nda rahibin haber verdiği bütün özelliklerin var olduğunu gördü. Hemen aradığını bulan insanların gönül coşkusu ve ruh haleliyle Rasülullah’ı kucakladı ve müslüman oldu.
Selman (r.a.) köle oluşu sebebiyle Bedir ve Uhud gazvelerine katılamamıştı. Ancak Allah Rasülü bizzat ve O’nun uyarısı üzerine ashab-ı kiram, Selman’ın bedelini ödeyerek hürriyetine kavuşturdular. Selman yıllar yılı aradığı ve bulmak için pekçok sıkıntılara katlandığı hak din ve onun yüce peygamberine kavuşmuştu. Artık onun en büyük hazzı zamanını Allah Rasülünün dizinin dibinde, mescidin sofasında geçirmek, ondan gördüğü, duyduğu ve öğrendiği hakikati sünger gibi emerek ruhuna nakşetmek ve bununla hayatına yön vermekti. Ashab-ı kiram arasına karışınca samimiyeti, sadakati ve becerikliliği ile kısa zamanda sevildi. Sahabîler adeta onu paylaşamaz oldular. Özelikle Hendek gazvesinde engin tecrübesi ve bilgisi herkesi kendine hayran bıraktı. O günün harp imkanlarına göre çok yeni ve modern sayılabilecek, şehrin çevresine hendek kazma fikri, onundu. Bir nevi sur vazifesi görecek olan hendeğin kazımında Selman (r.a.) canhıraş bir şekilde çalıştı ve beş arşın derinliğinde, on arşın boyundaki hendeği bir günde kazmaya muvaffak oluyordu. O’nun bu başarısı ashab arasında paylaşılamaz hale gelmesini sağladı. Muhacirler” Selman bizdendir” derken ensar da “Selman bizdendir” diye ona kucak açıyordu. Bunlara şahid olan Sevgili Peygamberimiz Selman’a dünyalar değer bir iltifatta bulunarak “Selman bizim ehl-i beytimizdendir” buyurdu.
Hz. Peygamber (s.a.)’in hicret sonrası, dünya tarihinde bir benzerine rastlanmayan engin bir anlayışla Mekkelilerle Medinelileri kardeş yapması (muahat) sırasında Selman ile Ebu’d-Derda’yı kardeş ilan etmişti.. Bu iki fakir ve zahid sahabî birbirlerini sık sık ziyaret eder, birbirlerinin ihtiyaçlarını görerek yardımlaşırlar, yer yer birbirlerini sünnet çizgisinde uyarırlardı. Selman uzun hayat tecrübesi, seyahatları ve ince zekası sayesinde daha mutedil bir zühd ve ibadet hayatını seçtiği halde Ebu’d-Derda hazretlerinin ruh haleti biraz daha farklı şekillerde tezahür ediyordu. Nitekim bir defasında Selman(r.a) Ebu’d-Derda’yı ziyarete vardı. Fakat onu evinde bulamadı. Arkadaşının hanımı Ümmü’d-Derda’yı eski bir elbise içinde ve perişan bir halde görünce dayanamadı ve “durumlarının nasıl oduğunu” sordu.
Ümmü’d-Derda da biraz kahırlanarak “Halimiz nasıl olacak, kardeşin Ebu’d-Derda dünyayı boşadı. Maşallah geceleri kaim, gündüzleri saim. Bize hiç baktığı yok” dedi. Selman bunları duyunca üzüldü. Tam geri dönüp gitmek üzere idi ki Ebu’d-Derda geldi. Selman’ı görünce hemen kucaklayıp oturttu ve bir sofra hazırlayıp getirdi, Selman’ı da buyur etti. Selman: “Sen oturmayacak mısın?” diye sorunca o: “Ben oruçluyum” cevabını verdi. Selman bu sefer: “Vallahi sen sofraya oturmadıkça bir lokma bile yemem.”diye diretti. Ebu’d-Derda çaresiz nafile orucunu bozup kardeşiyle birlikte sofraya oturdu. Geceleyin istirahata çekildiler. Gecenin ilk üçtebir ve yarısı vaktinde Ebu’d-Derda namaza kalkmak istediyse de Selman izin vermedi. Gecenin son üçtebiri olunca “Haydi şimdi kalkıp teheccüd kılalım” dedi ve birlikte kalkıp namaz kıldılar. Namazdan sonra Selman, Ebu’d-Derda’ya şunları söyledi: “Bak kardeşim, senin üzerinde Rabbının da, nefsinin de, ailenin de, misafirinin ve komşunun da hakkı vardır. Her hak sahibine hakkını vermelisin. Rabbın için namaz kıl, oruç tut kulluk yap, nefsini de unutma, ye iç, istirahat et, hayat yoldaşını da ihmal etme!”
Selman (r.a.) zühdî yaşayışı ve dünyaya değer vermeyen anlayışıyla tanınan bir sahabiydi. Nitekim Kinde kabilesinden bir kadınla evlenmişti. Zifaf gecesi kadının yanına girdiği zaman her tarafın kıymetli taşlar ve kumaşlarla süslendiğini görünce dayanamadı: “Evimiz ateşi yakılmış cehenneme dönmüş. Oysa dostum Allah Rasülü bana: Dünyadaki eşyan bir yolcunun azığı, yani yol eşyası kadar olsun” buyurmuştu, dedi. Evin süsleri sökülüp atılıncaya ve sade bir hale konuluncaya kadar içeri girmedi. Allah elçisinin bu sözünü kulağına küpe yapan Selman, bir başka defasında Sa’d bin Ebî Vakkas’a da aynı şeyi söylemişti. Olay şöyle meydana geldi. Selman (r.a.) hastalandı. Sa’d de onu ziyarete geldi. Selman’ı ağlıyor gören Sa’d şaşırdı ve ağlamasının sebebini sordu. Selman şu karşılığı verdi. “Ağlayışım ölümden korkumdan, ya da dünyaya düşkünlüğümden değildir. Rasülullah’ın tavsiyelerine uyamamış, emirlerini yerine getirememiş olmaktandır. Çünkü o bize:
“Dünyalığınız bir yolcunun azığı kadar olsun” buyururdu. Şu çevremdeki eşyalara bak.” Oysaki o sırada çevresinde bulunan eşya da bir çamaşır leğeni, bir büyükçe çanak ve bir de abdest ve gusül için kullanılan su kabından ibaretti. Vefatından sonraki terikesi de ondört dirhem tutarında birşeydi.
Hz. Ömer’in hilafeti zamanında Medain’e vali tayin edildi. Valilik onun hayat standardında herhangi bir değişiklik meydana getirmedi. Çünkü o, izzet ve şerefin dünyevi makamlarda ve üniformalarda değil, iman ve uhrevi hayatta olduğuna inanıyordu. Vali olduğu halde doğru dürüst bir evi ve elbisesi bile yoktu. Hırkasını hem cübbe gibi giyer, hem de bir kısmını altına serip yatak, birazını da üstüne örtüp yorgan olarak kullanırdı. Kendisine ev yapmak isteyen bir müslümana “Ayağa kalktığımda başımın değeceği yükseklikten, uzandığımda ayaklarımın erişeceği genişlikten fazlasını istemem, demişti.
Valiliği sırasında şehrin ve halkın her türlü işiyle uğraşır, halk arasında pejmürde bir kıyafetle dolaşmaktan çekinmezdi. Onu bu kılıkla görenler tanıyamaz, vali olduğunu bilemeden yük taşıtırlardı. Vali olduğunu anlayanlardan yükü sırtından almak isteyenler olursa da ona izin vermez, gidecekleri yere kadar yüklerini taşıyıverirdi.
İnsanoğlu’nun yediklerinin en tıyb olanının el emeği olduğu inancıyla maişetini temin için hurma yaprağından zenbil ve sepet örer, onu satarak geçinirdi. Hammaddesini bir dirheme aldığı hurma yaprağından sepet ördükten sonra onu üç dirheme satar, bir dirhemiyle hammaddenin borcunu öder, geri kalan iki dirhemin birini çoluk çocuğunun nafakasına ayırır, diğerini infak ederdi. Valiliği sırasında yaşı ilerleyince uykusu azalmıştı. Bu yüzden gece karanlığı basınca namaza başlar, namazdan yorulunca zikir ve fikirle meşgul olurdu. Bedeninin dinlendiğini hissedince tekrar namaza kalkardı.
Yeme-içmenin bir amaç değil, bir araç olduğuna inandığından yemeğe düşkünlük göstermezdi. Nitekim bir defasında yemek konusunda kendisine ısrar edenlere şunları söylemişti. “Israr edip durmayın, bu kadarı kafî. Çünkü ben Allah Rasülünün şöyle buyurduğunu işitmiştim: Dünyada iken karınlarını çokça doyuranlar, kıyamet günü en çok aç kalacak olanlardır. Dünya müminin zindanı, kafirin cennetidir.” (bk. Hilye-tü’1-evliya, l, 199)
Nefse sahip olma ve onu sabra alıştırma konusunda açlık ve az yemenin, atın önünden arpayı, itin önünden eti alıp azaltmak derecesinde etkili olacağını vurgulayan Selman, bir başka defasında bir vesak tutarında bolca rızık aldı. Tabii onun bu konudaki “hassasiyetini bilenler hemen sordular: “Ya Selman bu ne hal?” O, nefse hakim olmanın yollarından birinin, onun meşru isteklerini sınırlı olarak karşılamak oluğuna işaret için söyle konuştu: “Nefs ihtiyaç duyduğu azığı görünce mutmein olur ve insana ibadetini ifsad edecek bir vesvese veremez.”
Tasavvuftaki “El kârda gönül yârda” prensibi onun şu sözlerinde ma’kes bulmuştur: “Düşünürken Rabbını an, hüküm vereceğinde, insanlara bir pay dağıtacağında, dünyevi meşguliyetlerin sırasında daima O’nu hatırla.”
Selman ile Ebu’d-Derda’nın dostluğu yıllar yılı devam etti. Selman Medain valisiyken Ebu’d-Derda ona şöyle bir mektup yazdı:”… Hakk Teala sizden sonra beni mal ve evlad ile rızıklandırdı. Bir de Arz-ı Mukaddese’de mukim kıldı…”
Selman şu karşılığı verdi: ” Mektubunuzda mal ve evladla merzuk kılındığınızı yazmışsınız. Bilesiniz ki hayır ve fazilet, mal ve evlad çokluğunda değil, hilmin çok, ilmin yararlı olmasındadır. Mukaddes beldede bulunduğunuzu yazmışsınız. Mukaddes Belde orada yaşayanları takdis edip yüceltmez. Asıl şeref ve yücelik, Cenab-ı Hakk’ı görür gibi ibadet etmek, ihsan duygusuna ermek, nefsini ölülerden bilip kendinde varlık görmemektir.”
Selman (r.a.) bu mektubunda tasavvufun esası sayılan ihsan ve gariplik, yani fakr ve zühd mefhumlarını dile getirip terviç etmektedir.
Peygamberimiz (s.a.)’in elini onun omuzuna koyarak: “Bunlardan öyle erler çıkacak ki iman Süreyya yıldızında olsa muhakkak ona yetişir.” bk. Tecrid Trc., XI, 201) buyurup adeta Selman için bir hedef göstermiştir. Belki bu yüzden o, İran’ın fethi sırasında orduda bulunmuş ve halkı nebevi üslupta Hakk’a davet etmeden onlarla savaşmamıştır. İran’ın fethinden sonra da Medain valiliği yapan Selman’ın manevi ve ruhani etki alanı daha çok İran, Isfahan ve ötesi yani Türkistan bölgesidir. Çünkü silsilesinde Selman (r.a.)’a yer veren Nakşbendiliğin en yaygın olduğu bölge, burası olmuştur.
Selman (r.a.) rivayete göre ikiyüz küsur sene yaşamış ve 35/655 yılında vefat etmiştir.
Selman Farisi’den sonra, “altın silsile” tabiîn nesline geçiyor. Emanetin sahibi bu sefer Hz. Ebû Bekir’in torunu Kasım bin Muhammed. Künyesi de Ebu Muhammed. Annesi İran hükümdarlarından Yezdcürd’ün kızı. Bu yüzden Hz. Peygamberin torunu İmam Zeyne’l-abidin ile teyzezade. Hicri 30, Miladi 650 yılında doğdu. Emevi döneminin karışık ve karmaşık siyasi ve sosyal ortamında büyüdü. Halası Hz. Aişe validemizin şefkat ve merhametine mazhar oldu. Hz. Aişe validemizin, onun başını bile tıraş ettiği rivayet edildiğine göre, ona gösterdiği ilgi ve yakınlık anlaşılmış olur.
BABASI İÇİN MAĞFİRET DİLERDİ
Hz. Kasım, Hz. Aişe validemiz başta olmak üzere, Ebu Hüreyre, İbn Abbas gibi büyük sahabilerden hadis ve ilim aldı. Medine’nin yedi büyük fakihinden biri oldu. Hadis ve sünnet bilgisine vukufu, tefsir ilmine vukufundan daha üstündü. Fıkıh ve tasavvufta üstaddı. Yaşadığı dönem, siyasi kargaşaların çok olduğu, emirlerin ve zenginlerin dünyaya fazla rağbet ettiği bir dönemdi. Bu yüzden o yıllarda zahid alimler, Hz. Peygamber (s.a.) ve ashabının zühd yaşayışına büyük bir özlem duymaktaydı. Hz. Kasım da bu bağrı yanık, gözü yaşlı bahtiyarlardandı. Babası Muhammed b. Ebu Bekir’in Hz. Osman devrindeki taşkınlıklarından dolayı Cenab-ı Hakk’tan babası adına mağfiret dilerdi.
“Tasavvuf arayı açmak değil, kapamaktı”, o da bunu yapmak için güzel hasletleriyle dostluk ve kardeşlik için elinden geleni yapardı. Onun bu fazilet abidesi davranışları çağdaşları, tarafından takdirle karşılanırdı. Nitekim Yahya bin Said: “Biz, çağımızda Kasım bin Muhammed’den daha faziletli birini görmedik” derdi.
Mekke ve Medine arasında Kudeyd denilen yerde 102/720 veya 108/726 yılında yetmiş yaşlarında olduğu halde vefat etti. Ölmeden önce gözlerini kaybetmişti. Öleceğini anlayınca oğluna: “Beni içinde bulunduğum giysilerle;gömlek, izar ve rida ile kefenleyin” dedi. Oğlu: “Babacığım, bunu iki katına çıkarsak olmaz mı?” diye sorduğunda: “Dedem Ebu Bekir de böyle üç parça bir kefene sarılmıştı. Bizim için ölçü onlardır. Bu kadarı kafi, sonra dirilerin yeni giysiye ölülerden daha çok ihtiyacı var.” cevabını verdi. Bundan sonra oğluna, önce kabrini dümdüz yapmasını, ondan sonra ailesine haber vermesini vasiyet etti.
“ELİMDE OLSA HİLAFETİ ONA VERİRDİM”
Ömer bin Abdülaziz’in “Elimde olsa hilafeti Kasım bin Muhammed’ e bırakmak isterdim” diye halim övdüğü. İmam Malik’in “Kasım bu ümmetin fukahasındandır” diye sena ettiği Ebu Bekir torunu, gerçekten asalet ve mehabet timsaliydi. Daima düşünceli ve haşyetliydi. Yüzü gamlı, alnı secdeden aşınmış bir haldeydi.
Ömer bin Abdülaziz ile münasebetleri şöyle başlamıştı. Abdülmelik bin Mervan öldüğünde Ömer bin Abdülaziz çok üzülmüş, yetmiş gün süreyle yas tutmuştu. Bunu duyan Kasım, Halife ‘nin yanına giderek: “Bilmez misin ki, eslafımız musibeti de, nimeti de aynı gözle görür ve aynı tavırla karşılardı. Nimete tezellül, musibete tecemmül gösterirdi. Yani nimete layık olmadığı düşünerek şükreder, musibete de hikmetini arayarak sabrederdi.” Bu nasihattan çok hoşlanan Ömer bin Abdülaziz, Kasım’a ayrı bir ilgi gösterir olmuştu. Çünkü gönlüne onun sayesinde dünyadan zühd anlayışı dolmuştu.
BÜYÜK BİR FAKİH
Kasım fakihti. Sabahın erken saatinde mescide gelir, iki rekat namaz kılar, sonra etrafını çevreleyen insanların muhtelif sorularını cevaplardı. Akşamleyin yatsı namazından sonra arkadaşlarıyla ahiret hakkında sohbetlerde bulunur, onları vera ve takva konusunda aydınlatırdı.
Devrinde ricalden sayılmak fıkhı konulan cevaplamak için “iyi bir sünnet bilgisine sahip olmak gerekti” O, çağdaşları arasında bu konuda da tekti. Bu yüzden rivayet ettiği hadisler genellikle ahkam ve menâsike dairdi.
Kendisine bilmediği konularda sorulan sorulara “Bilmiyorum” demekten çekinmezdi. Bildikleri için de: “Bildiğim şeyleri gizlemek bana helal olmaz” derdi. Çok üstüne gelenlere de şunu söylerdi: “Kişinin, Allah’ın kendisine farz kıldığı şeyleri bildikten sonra cahil olarak yaşaması, bilmediği şeyler hakkında söz söylemesinden daha iyidir.”
İtikadı konulardaki bocalamaları ve özellikle Kaderiyecilerin sapık fikirlerini hoş karşılamaz ve bu görüşlerde ısrar edenlerin lanete uğrayacağını söylerdi.
100 BİN DİRHEMİ FUKARAYA DAĞITTI
Zahiddi, zühdünün gereği, kendisine verilmiş bulunan 100. 000 dirhem ganimet malına elini sürmemiş, fukaraya dağıtmıştı. Sıkıntılı ve dar zamanında ihtiyacı olduğu halde kendisine verilen zekat malını fukaraya dağıtırdı. Yine böyle bir para getirildiğinde onları fakirlere dağılıp namaza durdu. Yanında bulunanlar, kendi aralarında konuşmaya başladılar. Her biri bir şey söyledi. Oğlu da şöyle konuştu: “Siz zekatınızı öyle birine pay ettidiniz ki, Allah’a andolsun, kendisine bir kuruş bile ayırmadı.” Kasım bu söz üzerine namazı kısa tuttu ve selam verince oğluna: “Yavrum, bildiğin şey hakkında konuş, bilmediğin konularda diline sahip ol” dedi. Kasım, bu ifadesiyle aslında çocuğuna: “her doğrunun her yerde söylenmemesi gerektiğini” öğretmek istemişti. Yoksa oğlunun söyledikleri doğruydu. Fakat yanında, kendisi hakkında böyle sözler sarfetmesi onu rahatsız etmişti.
Birgün vasiyetini yazdırmak üzre bir katip çağırdı ve katibe:
“Yaz” dedi. “Bu Kasım bin Muhammed’in vasiyyetidir. Kasım, Allah’tan başka tanrı bulunmadığına şahidlik eder. Eğer o, buna şahidlik edenlerden olmasaydı, şakilerden olur, yolunu şaşırırdı.” Kasım bu sözleriyle kalpte bulunan gerçek iman duygusunun insanı şakavetten ve sapıklıktan alıkoyacağını ve imanın insanı hayra götüren bir muharrik bulunacağını anlatmak istemekteydi. Aslında zikir, namaz ve her türlü ibadetten gaye de bu imanı güçlendirip hayatımıza yön vermesini sağlamak değil midir?
NAZİK BİR KONU
Daha önce de işaret ettiğimiz gibi ilmine güvenmez, bildiğiyle övünmezdi. Nitekim bir bedevi gelip birgün kendisine: “Sen mi daha alimsin, yoksa Salim mi?” diye sordu. Bu Salim muhtemelen Hz. Ömer’in torunu olan Salim olmalıdır. Kasım, zor bir soruyla karşı karşıyaydı. “Ben daha alimim” dese, nefsine pay çıkarmış olacaktı. Bu ise edebine yakışmazdı. “Salim benden daha bilgilidir” dese, işin gerçeği o değildi. Çünkü Salim’in bilgisi kendisinden daha azdı. En iyisi bu safhada nefsine pay çıkarmadan ve fakat Salim’i de incitecek bir söz sarfetmeden cevap vermekti. Kasım öyle yaptı: “Salim gerçekten saygıya layık değerli bir insandır” dedi.
Sıddikî silsile, Hz. Ebu Bekir Sıddîk’tan sonra arasına Selman’ı katarak Kasım île yine Sıddîk ailesine geçdi. Kasım, devrinin değerli bir mürşid ve mübelliğ olarak Arap, Acem demeden bütün ümmete hizmet etti. Annesinin İranlı olması sebebiyle Farsça da bildiği için tesir alanı hayli genişti. Ancak onun çağında İslami İlimler henüz bağımsızlık kazanmamıştı. Bu yüzden o, hadis öğretirken; sünneti anlatırken onlarla birlikte fıkıh ve tasavvufu da talim etmekteydi. O devirdeki bütün alimlerin durumu aşağı yukarı aynıydı. Özellikle mutasavvıflar, tasavvufun yanında ya hadis, ya da fıkıh ilmiyle meşguldüler. Hatta fıkıh ilmi, akaid ilmini de içine almaktaydı. Bu yüzden “el-Fıkhu’l-Ekber”:İnanç esasları demekti. Nitekim İmam-ı Azam’ın aynı adı taşıyan eseri inanç esaslarını kapsamaktadır.
Hz. Kasım’dan sonra silsile, ehl-i beyt’e intikal ederek İmam Cafer-i Sadık hazretlerine geçecektir.
– rahmetullahi aleyhimâ –
Şemâili
Ebu Abdullah lakabı ile anılan Ca’fer, Sâdık lakabının sahibidir. Hayatında hiç yalan konuşmadığı için bu lakabı almıştır. Ca’fer güleç yüzlü, tatlı sözlü bir zattı. Başı büyükçe, cismi nurluydu. Teninin rengi beyaz kırmızı karışımı pembesiydi. Büyükdedesi Hz. Ali (r.a)’ye çok benzerdi.
Altın silsilenin beşinci halkasını oluşturan Ca’fer-i Sadık, hem Hz. Peygamber (s.a)’in nesl-i pâkinden, hem de Hz. Ebu Bekir (r.a)’in. Babası Muhammed Bakır, Hz. Hüseyin’in torunu; annesi Ümmü Ferve Hz. Ebu Bekir’in torunu ve altın silsilenin dördüncü halkası, oluşturan Kasım b. Muhammed’in kızıdır. 83h./702m. yılında Medine’de doğdu. Tebe-i tabiin neslinden pek çok tabiinden hadis aldı. Babası Muhammed Bakır, Ata, Urve ve Zühri’den rivayetlerde bulundu. Kendisinden de Şube, oğlu Musa Kazım, Yahya b. Said ve Ebu Hanife ve daha pek çok kimsenin rivayetleri vardır. Buhari dışında bütün kütüb-i sitte müelliflerinin kendisinden rivayetleri bulunmaktadır. Bütün maddi ve manevi ilimlerle meşgul. Maddi ilimlerde aklıyla maddeyi tasarrufu altına alma özelliğine sahip. Kimya, fizik ve cebir ilimlerinde en önde. İslam’ın kalplerin keşfiyle meşgul olduğu kadar, akılla maddenin sırlarını keşfini emrettiğini gösterdi. Cebir ilminin mucidi sayılan Cabir b. Hayyam onun talebesi ve bu ilimde ondan çok şeyler öğrendiği nakledilir. Ayrıca tasavvufi tefsir dediğimiz işarî tefsirde ilklerden.
Müntehabat şeklinde bazı ayetlere yazdığı tasavvufi tefsir günümüze ulaşmıştır. İmam-ı Azam Ebu Hanife ile çağdaş, aynı yaşlarda olduklarına bakılırsa, iddia edildiği gibi İmam-ı Azam’ın üvey babası olma ihtimali uzaksa da dostluk ve yakınlıkları biliniyor. Hatta Ebu Hanife’nin onu tanıdıktan sonra hayatında meydana gelen manevi değişikliğe işaret için:
“Son iki yıl olmasaydı, Numan helak olurdu” dediği söylenir.
H.148/M.765 yılında vefat eden Ca’fer-i Sadık, Cennetü’l-Baki mezarlığına babası Muhammed Bakır ve dedesi Ali Zeynelabidin ile dedesinin amcası Hz. Hasan b. Ali’nin kabirleri yanına defnedildi. Cennetü’l-baki’de bulunan mezarlar düzleninceye kadar özellikle İranlılar tarafından çokça ziyaret edilirdi. Çünkü İranlıların Mezhebi Ca’feriyye ona nisbet edilir.
HALİFELİK TEKLİF EDİLİNCE
Ca’fer-i Sadık’ın hayatının bir kısmı Emevî halifeleri döneminde, bir kısmı da Abbasi hilafeti zamanında geçti. Emevî hilafetine karşı ayaklanan Ebu Müslim Horasanî, bir aralık ona mektup yazarak halife olmasını istedi. Ca’fer “Ben halifeliği kabul edemem.” dedi ve gelen mektubu yaktı. Çünkü o, mana aleminin halifesiydi. Böyle siyasi bir çekişmeye fiilen girse manevi otoritesini zedeleyip büsbütün yalnız kalabilirdi. Hilafet Abbasi hanedanına geçtikten sonra da bazı halifeler, onun manevi nüfuzundan korkmuşlarsa da, mehabeti karşısında ona saygı duymaya mecbur olmuşlardı. Nitekim ikinci Abbasi Halifesi Ebu Ca’fer Mansur’un kendisini sık sık ziyaret ettiği ve fikirlerine başvurduğu rivayet edilir.
Naklolunduğuna göre birgün Halife Mansur’un yüzüne bir sinek konar. Mansur, her ne kadar sineği kovarsa da bir türlü onu uzaklaştırmaya muvaffak olamaz. O sırada Ca’fer-i Sadık halifenin yanına gelir. Mansur sorar:
– “Allah’ın sineği yaratmasındaki hikmet nedir?” Ca’fer der ki:
– “Zalimlere ve kendine güvenenlere bir sineğe bile güç yetiremediklerini göstermektir.
“YA DEDEM YAKAMA YAPIŞIRSA…”
Ca’fer-i Sadık, çağdaşı zahid alimlerle dosttur. Onlarla bir araya gelir ve sohbetlerde bulunur. Onun sohbetinden yararlanmaya çalışan zahidlerden biri de; Davud Taî’dir. Davud Taî birgün Ca’fer’e gelerek, kalbinin karardığından bahisle, nasihat talebinde bulunur. Ca’fer-i Sadık:
– Sen çağımızın en zahidisin, benim nasihatıma ne ihtiyacın olacak? der. Davud Taî:
– Ey Allah Rasûlü’nün evladı, senin halka üstünlüğün var, onun için senin herkese vaaz etmen lazım, der. Ca’fer-i Sadık der ki:
– Davud, ben kıyamet gününde dedemin benim yakama yapışıp, “bana tabi olmanın hakkını neden ödemedin? Bu iş neseble ve haseple olmaz; zira muameleyle olur” diye çıkışmasından korkuyorum.
Allah Rasûlü buyurur: “Allah Teala, bir kuluna hayır murad edince ona nefsinin ayıplarını ve dünyanın kusurlarını gösterir.” Ca’fer, nefsinin kusurunu gören bahtiyarlardandı. Nitekim birgün köleleriyle oturmuş onlara: “Gelin sizinle bir anlaşmaya varalım: Kıyamet gününde hangimiz kurtulursak, birbirimize şefaatçi olmak üzere söz verelim” dedi. Onlar da: “Ey Allah Rasûlü’nün evladı. Senin deden bütün halkın şefaatçısı. Senin bizim şefaatımıza nasıl ihtiyacın olabilir?” dediler. Ca’fer de: “Ben kıyamet gününde, şu halim ve bu fiillerimle dedemin yüzüne bakmaktan haya ederim” dedi. TEVAZUU VE ZÜHDÜ
Nefsini yüceltip benlik güdenleri sevmezdi. Nitekim birgün dolaşırken bir kabileye rastladı. Onlara: “Sizin efendiniz kim?” diye sordu. İçlerinden birisi ayağa kalktı ve: “Ben” dedi. Ca’fer şu karşılığı verdi: “Eğer sen bunların efendisi olsaydın, ‘ben’ demezdin” Çünkü benlik efendiliğe engeldi. O’nun “benlik” ve kendini beğenme konusundaki şu sözü de çok nefistir: “Evveli korku, sonu özür olan her günah kulu Hakk’a ulaştırır. Evveli güven, sonu kibir olan her ibadet kulu Hakk’tan uzaklaştırır. Kendini beğenen itaatkâr, asi, özür ve afv dileyen asi, itaatkardır.”
Ca’fer-i Sadık, zahiddi; fakat zahidliği yün hırkadan ibaret görenlerden değildi. Nitekim çağdaşı Süfyan Sevri, bir gün Ca’fer’i ziyarete geldi. Ca’fer’in üzerinde çok değerli bir elbise olduğunu gördü ve bunu Ca’fer’e yakıştıramayarak: “Siz peygamber soyundansınız. Bu kadar kıymetli bir elbise giyineniz yakışık alır mı?” diye sordu. Ca’fer:
“Böyle olduğuna nasıl kanaat getirdin? Hele elini getirip bir bak onun altında ne var?” dedi. Süfyan elini kaftanın içine sokunca eli kalın kıldan dokunmuş sert yün bir elbiseyle temas etti. Bunun üzerine dediki: “Dıştan giydiğimizi siz insanlar için giyiyoruz ve saklamıyoruz. İçten giydiğimizi de Allah için giyiyoruz ve kimse görüp bilsin, istemiyoruz. Çünkü Allah için olanı gizlemek esastır.”
ŞAHSİYETİNDEN ÇİZGİLER
-Fakrı ve Sabrı
Fakrı ve sabrı, zenginlik ve şükre tercih edenlerdendi. Nitekim sordular:
– Sabreden fakir mi, şükreden zengin mi daha üstündür? Şu karşılığı verdi:
– Şüphesiz sabreden fakir, daha üstündür. Zira zenginin gönlü kese ve kasa ile meşgul iken, fakirin kalbi Allah ile beraberdir.
-Dostluğu
Arkadaşlık ve dostluk konusunda güzel bazı nasihatları vardı: “Gerçek müminlerden olmanın yolu insanların seninle nasıl arkadaş olmalarını istiyorsan, senin de onlarla öyle arkadaş olmandır. Kötülerle arkadaş olma ki, sana kötülük öğretir. Böyle biriyle arkadaş olursan başın dertten kurtulmaz. Kötülerin girip çıktığı yere girip çıkan ayıplanmaktan salim kalamaz. Diline sahip olamayan pişmanlık duyar.”
-Allah’a yönelişi
İstimdadın halktan değil, Hakk’tan olması gerektiğine inananlardandı. Nitekim kendisini seven bir grupla tenezzühe çıkmışlardı. Nehrin kenarında bulundukları bir sırada talebelerinden biri suyun içine düştü. Üstadı Ca’fer’e son derece bağlı bulunan bu zat, boğulurken “Ya Ca’fer! Ya Ca’fer!” diye istimdâd etti. Fakat suyun dibini boyladı. Sonra birden suyun üstüne çıkan adama Ca’fer sordu:
– “Ne oldu, niye battın, nasıl çıktın?” Adamcağız:
– Ca’fer dedim, battım; suyun dibine varınca Allah’a istimdad ettim, kurtuldum” dedi. Hz. Ca’fer de:
– “Bu halini koru. Gerçek istimdad budur.” dedi.
-Tevbe ibadetten öncedir.
Derdi ki:
Gelin birbirimizi uyaralım, Hakk’a varalım, bey’at kılalım. itaatkar kimse, bu haliyle ucbe düşen kendinde varlık hissedecek olursa asî olur. Asî tevbe ederse mutî olur. Tevbe ibadetten öncedir. Çünkü tevbesiz ibadet sıhhatli olmaz. Nitekim Allah Teala: “Tevbe edenler, ibadet edenler” (et-Tevbe, 9/112) ayetinde tevbeyi ibadetten önde zikreder.
“Bir günah işlediğiniz zaman, Allah’tan afv dileyin; çünkü en büyük hata, hatada ısrardır” Rızkı daralan kimsenin de istiğfara devam etmesini isterdi. Hakk Teala’yı zikredecek vakitte tövbeyi zikretmek gaflettir. Gerçek zikir, Hakk’ın zikri sırasında masivayı unutmaktır. İşte o vakit kul için Allah Teala herşeye bedel olur. Allah’ı tanıyan masivadan yüz çevirir” derdi. Çünkü insan Allah’ı tanımakla masivayı inkar etmiş olur. Masivayı ve ağyarı inkar etmek, O’nu tanımaktan ibarettir; zira halktan kesilen Hakk’a erişir.
-Keramet ölçüsü
Keramet ve istikamet ölçüsünü şöyle anlatırdı: “Nefsiyle nefsi için mücahede eden keramete ulaşır, nefsiyle Allah için mücahede eden istikamete erer, Hakk’a ulaşır.”
-Şeref sahibi olmak için
Şeref sahibi, onurlu kimsenin şu dört şeyi yapmaması yakışık olmazdı:
1. Bulunduğu meclise babası gelince ayağa kalkmak.
2. Misafirlere hizmet etmek.
3. Yüz tane hizmetçisi olsa, bineğine yardım istemeden binmek.
4. İlim öğrendiği hocasına hizmette kusur göstermemek.
-İyiliğin kemâli
Ona göre iyilik üç şeyle kemâle ererdi:
1. Yaptığın iyiliği küçük görmekle,
2. Yaptığın iyiliği gizlemekle,
3. İyi ve hayırlı işte acele etmekle.
-Güzel Öğütleri
Sultan ve devlet idarecilerinin kapısında dünyevi menfaat için, yaltaklanmayan ulema ve fukahayı peygamber vekili sayardı. Ona göre akıl kadar ihtiyaç duyulan bir sermaye yoktu. Cahillikten beter bir musibet olamazdı. İstişareden faydalı bir yardımcı bulamazdı. Hasmın akıllı oluşunu bahtiyarlık sayar, beş kimsenin sohbetinden sakınmayı öğütlerdi.
1. Yalancının sohbetinden, çünkü daima aldanırsın,
2. Ahmağın dostluğundan, çünkü sana faydalı olmak istediği zaman bile zarar verir.
3. Cimrinin arkadaşlığından, zira en kıymetli sermayen olan vaktini boşa harcar.
4. Kötü kalplinin yakınlığından, çünkü ihtiyaç anında bile sana sahip çıkmaz.
5. Fasıkın ahbaplığından, çünkü önemsiz lokmaya tama edip seni bir lokmaya satar.
-Oğluna vasiyyeti
Ca’fer-i Sadık’ın oğlu Musa Kazım’a yaptığı şu vasiyet de çok ibretli ve anlamlıdır: “Oğlum vasiyyetimi iyi dinle, söylediklerime dikkat et! Eğer söylediklerime dikkat edecek olursan, mutlu yaşar, hamd ile ölürsün. Oğlum, Allah, kendisinin taksimine kanaat getireni başkalarına muhtaç bırakmaz. Başkasının elindekine göz diken ise fakir olarak ölür. Taksim-i ilahiyyeye razı olmayan, Allah’a hükmü konusunda töhmet etmiş olur. Kendi günahını küçük gören, başkasının küçük günahını büyük görür. Başkasının günahını küçük görenin gözünde kendi günahı büyük görünür. Başkalarına isyanla kılıç çeken kılıçla öldürülür. Başkasının kuyusunu kazan kazdığı kuyuya düşer. Beyinsiz adî insanlarla düşüp kalkan değerini yitirir ve hakarete uğrar. Alimlerle düşüp kalkan saygı görür. Kötü yerlere girip çıkan töhmete uğrar. Lehinde de olsa aleyhinde de olsa, daima hakkı söyle. Koğuculuk yapmaktan sakın; çünkü koğuculuk, insanların kalplerine kin ve intikam tohumları eker.”
Ca’fer-i Sadık’la altın silsile, ehl-i beyt ve Bekriliği birleştirerek yeni bir çehre kazandı.
ŞEMÂİLİ
Bayezîd-i Bistamî, sûreti itibarıyla Hz. Ebû Bekir (r.a)’a benzerdi. Uzunca boylu, zayıf bedenli, beyaz tenliydi. Seyrek ve ak sakallı, çukurca gözlü idi. “Sultânu’l-ârifin” diye anılırdı. Selman-ı Fârisî’nin memleketi olan İran ‘dan yetişen yiğitlerdendir.
HAYATI
Altın silsile, Ca’fer-i Sâdık ile Hz. Ebû Bekir’in soyu ve yolu ile Hz. Ali’nin soyunu ve meşrebini birleştirdikten sonra halkasına Bâyezid Bistamî’yi de aldı. Bâyezid Bistamî, Hz. Peygamber’in kendisine : “Bunlardan Öyle erler çıkacak ki iman Süreyya yıldızında olsa muhakkak ona yetişecek” buyurduğu Selman Fârisi (r.a)’ın memleketi olan İran’ın Horasan bölgesinin Bistam şehrinden.
Adı Tayfur bin İsa, künyesi, Ebû Yezîd, nisbesi el-Bistâmî. “Bâyezid Bistamî” diye meşhurdur. Dedesinin Serûşan adlı bir mecûsî olduğu rivayet edilir. Babası Nişabur civarındaki Bistam kasabasının ileri gelenlerinden iyi bir müslüman ve dindar bir insan. Annesi de son derece saliha bir hatun. Üç kardeştiler. Adem, Tayfur ve Ali. Üçü de abid ve zahiddi. Fakat Tayfur yani Bâyezid içlerinde hal bakımından en üstün olanıydı.
Bâyezid Bistami, Ebû Hafs Haddâd, Ahmed Hadraveyh, Yahya bin Muâz ile çağdaş. Şakik Belhi, Zünnûn Mısrî ile dost ve arkadaş. Mezhebi Hanefî, tarikatı Sıddıkî. Memleketi Bistam’dan ayrıldıktan sonra otuz yıl kadar Suriye ve Şam civarında dolaştı. İlimle uğraştı, nefsiyiz savaştı. 324/848 veya 262/875yılında vefat eden Bâyezid, Bistam’da medfundur. Bâyezid, Ca’fer-i Sâdık ‘ın rûhâniyetinden “üveysî” yolla terbiye gördü.
BAYEZÎD BİSTAMİ
Bayezîd, cezbesi istiğraka, sevgisi aşka varan ve tevhid konusunda konuşan sûfîlerdendi. Kevakib sahibi Münavî’nin verdiği bilgiye göre, çağdaşları O’nun ilm-i tevhid ve ilm-i hakikata dair söylediklerini anlayamadıklarından çeşitli ithamlarda bulundular ve onu yedi defa memleketinden ayrılmaya mecbur bıraktılar. Fakat her defasında işleri bozuldu, başlarına belalar geldi. Bunun üzerine onun büyüklüğünü anlayarak hürmet göstermeye başladılar.
“Tevhid nedir?” diye soranlara şöyle cevap verirdi:
– Tevhid yakindir. Yakin ise mahlukatın her türlü hareketini Allah’ın fiili olarak bilmek ve ef’alinde O’na hiçbir şeyi ortak koşmamaktır. İnsan Rabbını tanıyıp bu tanıma duygusunda istikrara erince tevhide erer. Bunun anlamı fiillerinde O’nun hiç bir ortağı yoktur, demektir.
Bu anlayış sebebiyle o şöyle münacatta bulunurdu: “Ya Rabb, benliğimi aradan çıkar, ben seninle oldukça en büyük benim. Nefsimle oldukça en küçük benim.”
MÜRŞİDLİK SIFATI
Mürşid olacak kimseyi tanımak için şöyle bir ölçü koymuştu: “Kendisine gökyüzünde uçma veya bağdaş kurma kerameti verilen kimseye hemen kalkıp aldanıvermeyin. Önce onun emir ve nehiy çizgisindeki yerine, şer’i hududa riayetteki durumuna bakın.”
Kendisi keramet izharından kaçınır ve bunun kendisi için manevi düşüşe vesile olmasından korkardı. Şöyle anlatırdı: Bir gün Dicle kenarına vardım, nehrin iki yakası bana yol vermek için birleşti. Ben yemin ederek “Buna aldanmam” dedim. Çünkü, halkın yarım akçeye geçtiği yoldan otuz yıllık amelimi zayi ederek geçmek istemezdim. Bana Kerim lazım, keramet değil.
Halkın hali ve ariflerin ahvali arasındaki farkı şöyle belirtirdi: “Halkın ahvali vardır, fakat arifin bir tek hali bile yoktur. Çünkü arifler suretten geçmiş, sirete yönelmiş ve onların varlıkları Hakk’ın varlığında fena bulmuştur. İnsanların Allah’a en yakın olanları insanlara en müşfik olanlarıdır.
Zahidlerin dünyadaki arzusu keramet, ahiretteki istekleri makamat, ariflerin dünyadaki istekleri imanla yaşamak, ahiretteki temennîleri afv-i ilahi’ye kavuşmaktı.
Sordular:
– Namazı nasıl kılıyorsun? Şöyle karşılık verdi:
– Buyur ya Rabbi, emrini yerine getirmek üzere tekbir alıyorum, diyerek namaza başlarım. Tertil üzere Fatiha ve zamm-ı sureleri okurum, tazim ile rükua varır, tevazu ile yere kapanıp secde ederim. Veda selamı gibi selam verip namazımı huşu ile tamamlarım.
FIKIH VE VEHBÎ BİLGİ
Bayezîd-i Bistami bir gün camide fıkıh okutan bir alimin ders halkasına katıldı. O sırada biri geldi ve fakihe bir “feraiz” meselesi sordu: “Biri öldü, geride şu şu malları ve şu şu akrabaları kaldı. Bunun mirasını nasıl taksim ederiz.” Fakih, sorulan soruya cevap vermeye çalışırken Bayezîd, şöyle bağırdı:
-Ey üstad! Öldüğünde Allah’tan başka kimsesi kalmayan kimse hakkında ne buyurursun?
Orada bulunanlar birbirlerine hayret ve donuk nazarlarla bakarlarken Beyazîd, konuşmasını şöyle sürdürdü:
“İnsanın gerçekten sahip olduğu hiçbir şeyi yoktur. Öldüğünde sadece Mevla’sı kalır. Tıpkı önceden olduğu gibi. Çünkü insan dünyaya gelmeden önce de yalnızdı. Bu alemde de yalnızdır, ama çoğu zaman yalnızlığının farkında olmaz. Kabre konulduğunda yalnızlığını anlar”
Fakih onun bu ince anlamlı sözleri karşısında ona sordu:
– Sen bu ilmi kimden, nerede ve nasıl aldın? Bayezîd şu karşılığı verdi:
– Bu ilim bana Hak vergisidir (vehbidir). Çünkü Allah Resûlü (s.a.) buyurur: “Bir kimse bildiğiyle amel ederse Allah O’na bilmediklerini öğretir.”
Sordular:
– İnsan ne zaman, “erenler” derecesine erişir? Dedi ki:
– Nefsinin ayıplarını bilip onları düzeltme yoluna girdiği zaman.
Bayezîd, zahiddi. Zahidliği üç basamak olarak görürdü. Birinci basamağını, dünya ve içindekileri bırakmak; ikinci basamağını ahiret ve ahirete aid şeylerin sevgisini gönülden çıkarmak; üçüncü basamağını da Allah’tan başka herşeyden kalbi bağı kesmek olarak anlatırdı.
Taatlerde bulunan bazı afetlerin insanı masiyete düşüreceğine dikkat çeker, ibadetlerde ihlası önde tutmayı esas alırdı. Müslümanlar arasında “kendisinden daha şerli kimse” bulunduğunu zannedenlerin tevazu nimetinden mahrum olacağını ve kibirli sayılacağını söylerdi. Çünkü ona göre gerçek tevazu; nefs için bir makam ve hal görmemek, halk içinde kendisinden daha şerli bir kimse bilmemekti.
İlgi ve kaygıların dağınıklık ve çokluğunun insanı zihnen ve kalben meşgul edeceğine işaret için “mutlu kimsenin ilgi ve kaygısını teke indiren kimse olduğunu söylerdi. Çünkü kaygısı tek olanı, gözlerinin gördüğü, kulaklarının duyduğu şeyler meşgul etmezdi.”
AÇLIK VE HİKMET
Açlık ve hikmet arasında ilgi kurar ve hikmetin asıl kaynaklarından birinin “açlık” olduğunu anlatmak için derdi ki:
“Açlık bulut gibidir, insanın kalbine açlık sayesinde hikmet yağmurları yağar.”
Sordular:
– Marifeti neyle buldun? Şöyle cevap verdi:
– Aç karın ve çıplak bedenle.
– Açlığı neden bu kadar övüyorsun diyenlere:
– Eğer Fir’avn aç olsaydı, ilahlık iddiasında bulunmazdı, diye karşılık verdi.
HALKA HAKK NAZARLA BAKMAK:
Halka hangi nazarla bakılacağını şöyle açıklardı:
“Halka halk nazarıyla bakan onlara buğzeder. Ama halka hâlikları dolayısıyla bakan; yaratılanı yaratanından ötürü arayan, onları sever. Nitekim Yunus’ un şu sözü de bu anlamdadır:
Elif okuduk ötürü
Pazar eyledik götürü
Yaradılanı severiz
Yaradanından ötürü.
Halka halk gözüyle bakan, onların kusur ve eksiklerini görür, Hak gözüyle bakan ise, onları olduğu gibi görür ve kusurlarıyla yargılamazdı.
“La ilahe illallah (Allah’dan başka tanrı yoktur) sözü cennetin anahtarıdır.” hadisini şöyle açıklardı: Bu cennet anahtarının da dişleri şunlardır:
1. Yalan ve gıybetten sakınan bir dil,
2. Aldatma ve hıyanetten kaçınan bir kalp
3. Haram ve şüphelilerle doldurulmayan bir mide
4. Nefsani duygulara kurban edilmeyen; riya karışmayan amel.
RİYAZAT VE AŞK
Aşk şarabından içti, kendinden geçti. Bu yüzden bazan Bayezîd’i soranlara: “Ben de otuz yıldır onu arıyorum, fakat ondan bir eser bulamıyorum” derdi. O’nun bu sözü Zünnun el-Mısrî’ye nakledildiği zaman demişti ki:
“Kardeşim Bayezîd Hakk’a giden bir cemaatle Hakk’a gitmiş ve ondan eser kalmamıştır.” Çünkü o “fena fillah”a ermiştir.
Riyazat ve mücahede, aşk ve cezbe ehlinden olduğu için tasavvufu şöyle tarif ederdi:
“Tasavvuf, rahat kapısını kapayıp, sıkıntı ve mücahede kapısını açmaktır”
Aşkı ve cezbesi ile meşhur olan Bayezîd Bistami, İbn Arabi’nin de dikkatini çekmiştir. İbn Arabi eserlerinde ondan sıkça bahseder. İbn Arabi’nin Bayezîd sevgisi, bu silsileye bağlı bulunan Nakşî meşayıhında da İbn Arabi’ye karşı bir ilgi uyandırmış, İmam-ı Rabbanî’ye kadar olan Nakşî şeyhlerinin ekserisi İbn Arabi’nin eserlerine şerhler yazmıştır. Hatta denilebilir ki, Bayezîd Bistami meşrebi, Nakşî silsilesinde İmam-ı Rabbani’ye kadar, bir özellik olarak devam etmiştir. İmam-ı Rabbani’den sonra bu silsile de tevhid-i vücûdî yerine, tevhid-i şühûdî yaygınlık kazanmıştır.
Not: “Bayezîd Bistami” Altınoluk’ un 18. sayısında Gönül Erleri serlevhasıyla (s. 29-30) ve Gönül Erleri kitabımızda (s. 127-134) daha önce yayınlandı. Altın silsile dolayısıyla burada tekrar yayınlanırken tarihi bilgilerin dışında tekrarlardan mümkün mertebe kaçınılmaya çalışılmıştır.
-rahmetullahi aleyh-
HAYATI
Altın silsilenin yedinci halkası yine İran’dan; Bistam’a bağlı Harakan’dan. Bâyezîd Bistâmî’nin hemşehrisi ve türbesinin bekçisi. O’nun rûhâniyetinden feyz alarak “üveysî” tarikla yetişti. Adı Ali bin Ca’fer, künyesi Ebu’l-Hasan, nisbesi Mu’cemu’l-buldan müellifi Yakut el-Hamevî’nin ifadesine göre el-Harakanî, Harakanî değil (bk. II, 360). Aynı müellif onun 425 hicri yılında 10 Muharrem Aşure gününde (1034 Aralık’ta) 73 yaşında iken vefat ettiğini bildirdiğine göre 352/963 yılında doğmuş olmalıdır ki, doğumu Bâyezid’in vefatından 91 yıl sonradır.
Ebu’l-Kasım Kuşeyri, Ebu’l-Abbas Kassâb, Ebu Said el-Miheni gibi mutasavıflarla, Gazneli Sultan Mahmud gibi devlet ricaliyle İbn Sina gibi felsefe ve tıb otoriteleriyle çağdaş. Kuşeyri ile görüştüğünü Keşfu’l-mahcûb müellifi Hücviri’den öğreniyoruz. Hücviri, Kuşeyri’nin onun hakkında; “Harakan’a varınca Şeyh Ebu’l-Hasan’ın heybet ve haşmetinden fesahatım sona erdi, ifade gücüm kayboldu ve sanki dilim tutuldu. Neredeyse velayet makamından azledildiğimi sandım” dediğini nakleder.
Ebu’l-Abbas Kassâb onun hakkında: “Tasavvuf pazarında rihlet ziyaret Harakaniye lâyıktır” demektedir.
HİLYESİ
Uzunca boylu, kumral tenli, genişçe alınlı, gökçek yüzlü, irice gözlü, açık ve tok sözlü idi. Sûreti itibariyle Hz. Ömeru’l-Fâruk (r.a)’a benzerdi. İlim ve irfanı sebebiyle, “zamanın kutbu ve gavsi” ünvanlarıyla anılan bir gönül sultanıydı.
GAZNELÎ MAHMÛD VE HARAKANÎ
İlk müslüman Türk devletini kuran Gazneli Mahmûd onu ziyaret ederek feyz alanlar arasındadır. Zaten “Altın Silsile”nin Bekrî ve Sıddîkî olan kolunun faaliyet sahası genellikle İran ve Turan bölgesidir, özellikle de Türk dünyasıdır. Feridüddin Attar’ın Tezkiretü’l-evliyâ’sında verdiği bilgiye göre, Gazneli Sultan Mahmûd, Şeyh Harakanî ile birkaç defa görüşmüştür.
Şeyh Harakanî’nin şöhretini duyan Gazneli Mahmûd, adamlarıyla birlikte, biraz da onu imtihan maksadıyla Harakan’a gelir. Sultan, yanına geldiğinde Şeyh Harakanî, ona özel bir ilgi göstermediği gibi, ayağa da kalkmaz. Sultan pek çok sorular sorar ve şeyhi sınar. Aldığı tatminkâr cevaplar ve şeyhin mehabeti karşısında irkilir, endişesi sevgi ve saygıya dönüşür. Şeyhe bir kese altın ihsanda bulunmak isterse de Harakanî bunu reddeder. Bu sefer, “ondan bir hatıra olsun diye” herhangi bir eşyasını ister. Harakanî de Sultan’a bir gömleğini verir. Görüşme tamamlandıktan sonra Sultan, arz-ı vedâ ederken Şeyh Harakanî onu ayakta uğurlar. Sultan, şeyhin kendisini yolcu ederken ayağa kalktığını görünce sorar:
– Efendim, geldiğimizde ayağa kalkmadınız ama, yolcu ederken ayaktasınız. Sebebini öğrenebilir miyim? Şeyh Harakanî, şu karşılığı verir:
– İlk gelişinizde padişahlık gururu ve bizi imtihan niyyetiyle geldiniz. Ama şimdi dervişlerin haliyle ayrılıyorsunuz. Dervişlik devletine ve tevâzu haline saygı gerekir.
Sultan Gazneli Mahmûd, Harakanî ile bir başka görüşmesinde ondan nasihat istedi. Şeyh dedi ki:
– “Şu dört şeye dikkat et!
1. Günahlardan sakın,
2. Namazını cemaatla kıl,
3. Cömert ol,
4. Mahlûkata şefkatle muamele et!.”
İBN SİNA VE HARAKANİ
Tezkiretü’l-evliyâ ve el-Hadaiku’l-verdiyye’nin verdiği bilgilere göre Harakanî, çağdaşı felsefe ve tıp otoritesi, eserleri dört asır Batı üniversitelerinde okutulan İbn Sînâ ile de görüştü.
Tasavvufa ve tasavvuf erbabına karşı ilgi duyan Filozof İbn Sînâ, Harakanî’yi ziyarete gelir. Şeyhin evine varıp karısından nerede olduğunu sorar. Karısı da, onun hakkında hiç de hoş olmayan lafızlar kullanarak evde olmadığını ve ormana odun getirmeye gittiğini söyler. İbn Sînâ, şeyhi görmek için orman tarafına; onu aramaya gider. İbn Sînâ yolda şeyhin gelmekte olduğunu ve yükünü bir aslanın taşıdığını görünce hayretle sorar:
– Efendi, bu ne hal böyle? Şeyh de:
– Evdeki kurdun yükünü çekmemiş olsak, Allah bizim yükümüzü dağdakilere çektirmezdi, der. Evdeki kurt karısıdır. Çünkü son derece geçimsiz ve hırçın bir kadındır, ama Harakanî. Allah için onun sıkıntılarına katlanarak “kesb-i kemâlât” etmiştir.
ABDULLAH ENSÂRÎ VE HARAKANÎ
Menazilü’s-sâirin adlı eserinde tasavvufi hal ve makamları anlatarak tasavvuf tarihimizde haklı bir şöhret kazanan Abdullah el-Ensârî el-Herevi de Harakanî’nin müridlerindendir. Nitekim o şöyle der: “Hadis, fıkıh ve diğer islâmî ilimlerde pek çok üstaddan okudum. Tasavvuftaki üstadım ise Ebu’l-Hasan Harakanî’dir. O’nu görmeseydim marifete eremezdim”
HARAKANÎ’NİN MEŞREBİ:
Harakanî, muhtelif kaynakların ittifakla haber verdiklerine göre, Bâyezid Bistâmî meşrebindeydi. O’nun gibi coşkuluydu, cezbesi ve sekri, sahvına galipti. Fena ve baka, sekr ve Sahv ile tevhid ve vahdet konularında pek çok söz söylemiş, Hallâc gibi “Ene’1-Hak” anlayışına uygun terennümlerde bulunmuştur. Attâr Tezkiretü’l-evliyâ’sında onun bu vadideki sözlerine geniş yer vermektedir.
Devrinin muhtelif âlim ve şeyhlerini tanıyan ve onlardan okuyan Harakanî, en sonunda hemşehrisi Bâyezid Bistâmî ‘nin dergahında karar kılmış, senelerce önce ölmüş bulunan Bâyezid’in yolunu devam ettiren müridleriyle görüşmüş, kabrine on iki yıl türbedarlık etmiştir. Sevgi ve aşkla bağlandığı bu kapı onun gönül dergâhı olmuştur. Yılları aşıp gelen Bâyezid sevgisi, onu yoğurmuş ve vuslata götürmüştür.
Sekr ve cezbe ehlinden olduğu için olsa gerek, kişinin sahv ve uyanıklığını bile vecde yakın bir üslupla anlatırdı. Derdi ki, “Sahvın ölçüsü, kulun Allah’ı andığı sırada baştan ayağa Allah’ın kendisini andığını duymasıdır” Öyleyse Allah derken başka söz söyleyenlerle sohbet etmemeliydi.
BAŞKASININ DERDİ
Harakanî, diğergâmdı, dertlinin derdiyle ilgilenmeyi severdi. Derdi ki: Türkistan’dan Şam’a kadar olan sahada birinin parmağına batan diken, benim parmağıma batmıştır, birinin ayağına çarpan taş, benim ayağıma çarpmıştır. Onun acısını ben de duyarım. Bir kalpte üzüntü varsa, o kalp benim kalbimdir.
Gerçek kulluğun kula hizmetten geçtiğini bilenlerdendi. Bu yüzden:
“Sabahleyin yatağından kalkan âlim, ilminin artmasını, zâhid zühdünün artmasını ister. Ben ise bir kardeşinin gönlünü neşeyle doldurma ve onu sevindirme derdindeyim” derdi.
Rabia Adeviyye ve benzeri sufiler gibi, cennet düşüncesinden, cehennem endişesinden geçenlerdendi. Şöyle konuşurdu bu konuda: “Cennet ve cehennem yok demiyorum. Benim dediğim, cennet ve cehennemin benim nezdimde yeri yoktur; zira her ikisi de mahluktur. Benim rağbetim ise mahlûkata değil, Hâlika’dır.”
İlimle ve bilgiyle övünmenin yersizliğini şöyle anlatırdı: “Herkes, hiçbir şey bilmediğini anlayıncaya kadar hep bildiğiyle övünür, durur. Nihayet hiçbir şey bilmediğini anlayınca bilgisinden utanır ve işte o zaman marifet kemale erer. Çünkü gerçek bilgi bilmediğini bilmektir.”
Sulh ve cengin nerede ve ne zaman olacağını şöyle bildirirdi: “Sulh bütün halkla, cenk ise nefsledir.”
Dünyayı gölge gibi görürdü. Bu yüzden de: “Sen onun peşinde koştukça o senin padişahın; ondan yüz çevirince de sen onun padişahı olursun.” derdi.
FÜTÜVVETİN ŞARTI
Ona göre fütüvvet ve civanmerdliğin şartı üçtü:
1. Cömertlik, 2. Şefkat, 3. Halktan müstağni olmak.
İçinde Allah’tan başkasına yer olan kalp, baştan başa ibadet ve taatla dolu olsa da ölüydü. Çünkü gönüllerin en aydını içinde halk olmayanı, amellerin en güzeli, içinde mahlûk fikri bulunmayanıydı.
Amel ve ibadetlerdeki ölçüsü şuydu: “Hergün akşama kadar halkın beğendiği ve memnun kaldığı işler yapasın. Her gece de sabaha kadar Hakk’ın beğendiği amel ile olasın.”
Katilden, yani adam öldürmekten beter olan fitnenin dinde iki grup insan tarafından çıkarılabileceğini söylerdi. Onlar da: Gözünü dünya hırsı bürümüş âlim ile ilimden mahrum ham sofuydu.
El emeği ve göz nurunu üstün tutar, nimetlerin en helal ve temiz olanının kişinin emek ve gayretiyle elde ettiği nimetler olduğunu anlatırdı.
SÛFÎLİK VE HIRKA
– “Sûfî kimdir?” diye soranlara:
– Hırka ve seccade ile sûfî olunmaz, merasim ve âdetlerle tasavvufa yol bulunmaz. Sûfî, mahv ve fena ile benlikten geçendir. Zira abası ve hırkası olan pek çoktur. Lâzım olan kalp safiyetidir. Elbisenin ne faydası var? Çul giymekle ve arpa yemekle adam olunsaydı eşeklerin de adam olması gerekirdi. Çünkü onlar da çul giyer, arpa yerler.
Birgün bir adam gelip şeyhten hırka talebinde bulundu. Şeyh dedi ki:
“Bir erkek çarşaf giymekle nasıl kadın olmazsa, sen de hırka giymekle bu yolun eri olamazsın. Önce gönlünü arıtmaya bak!”
Ona göre sûfî, gündüz güneşe, gece yıldız ve aya ihtiyacı olmayandı; çünkü sûfîlik varlığa ihtiyacı olmayan yokluktu.
Birgün müridlerine “en güzel şeyin ne olduğunu” sordu ve kendisi bunu şöyle açıkladı: “En güzel şey, devamlı zikreden bir kalbdir. Çünkü bütün varlığını Allah istila etmiş bir kimse tepeden tırnağa herşeyiyle Allah’ı ikrar eder.”
BAZI TANIMLAR
Sıdk’ı gönülde olanı konuşmak, ihlâs’ı herşeyi Hakk için yapmak, riya’yı da amelini halk için yapmak şeklinde tanımlardı.
Vâris-i Nebî denmeye layık olan kimse, O’nun fiil ve kavillerine uyan, O’nun izine basarak yürüyendi. Kâğıtların yüzünü karalayıp kitap yazdığını sanan değildi.
Ölümsüz bir hayata kavuşmanın günde bin kerre ölüp yine dirilmek olduğunu söylerdi.
İncitme ve incinme konusunda şunları söylerdi:
– İnsanlar üç zümredir:
1. Sen kendisini incitmediğin halde o seni incitir.
2. Sen kendisini incitirsen o da seni incitir.
3. Sen kendisini incitsen de o seni incitmez.
Bir mümini incitmeden sabahtan aksama varan, bir kimse o gün aksama kadar Hz. Peygamber (s.a) ile yaşamış gibi olur. Eger mümini incitirse Allah onun o günkü ibadetini kabul buyurmaz.
Tasavvufî umdeleri Nebevî üslûpla şöyle anlatırdı:
– “Çok ağlayın, az gülün, çok susun, az konuşun, çok verin, az yiyin, başınızı yastıktan uzak tutmaya çalışın.” Harakanî, cezbeli ve coşkulu meşrebi ile Sıddîkî üslûbu geliştirdi ve emaneti Gazzâlî’nin de şeyhi olan Ebû Ali Farimedi’ye teslim etti.
– rahmetullahi aleyh-
Altın silsilenin sekizinci halkasını oluşturan Ebû Ali Farmedi, tasavvuf tarihimizin yıldız şahsiyetlerinden Ebû’l-Kasım Kuşeyri’nin talebesi, İmam Gazzali’nin şeyhi ve üstadı.
Ebû Ali Farmedi, Horasan’ın Tuş şehri yakınındaki Farmez’den. Asıl adı Fazi bin Muhammed, künyesi Ebû Ali. Türkçe kaynaklarda memleketi Farmez’e nisbetle Farmedi diye anılır. 407/1016 yılında doğdu. Ebû Abdullah Şirazî, Ebû Mansur Bağdadi ve Ebû’l-Hasan el-Müzekki gibi alimlerden okudu. Gençlik yıllarında Nişabur’da Ebû Said Ebû’l-Hayr’ın ders halkasına katıldı. Nefehatü’l-üns müellifi Cami’nin verdiği bilgilere göre, Ebû Said Ebû’l-Hayr, Nişabur’da bulunduğu sürece Farmedi, onun zikir ve ders halkasından ayrılmadı. Ebû Said’in Nişabur’dan ayılmasından sonra da Ebû’l-Kasım Kuşeyri’nin derslerine devam etmeye başladı.
Kuşeyri onu tefsir ve hadis gibi dini ilimlerde yetiştiriyor, vaaz ve irşad konusunda eğitiyordu. Ebû Said Ebû’l-Hayr’ın gönlünde tutuşturduğu tasavvuf ve aşk ateşiyle zaman zaman garip haller yaşayan Ebû Ali Farmedi’yi Kuşeyri, devamlı surette ilme teşvik ediyordu. İlimde derinlik, marifette rüsuh kesbeden Ebû Ali, birgün şahidi olduğu muazzam bir tecelli ile sarsıldı. İlimle meşguldü, elindeki kalemi hokkaya batırarak yazı yazıyordu. Kalemi hokkaya bir daldırdı ki, ne görsün kalemin ucu bembeyaz, oysa hokka mürekkeple dolu. Kalemi tekrar tekrar hokkaya sokup çıkardı, fakat nafile, değişen bir şey olmadı.
Büyük bir dehşete kapıldı ve doğruca üstadı Kuşeyri’ye koştu. Olanları dinleyen büyük mutasavvıf: Artık senin işin benim sınırlarımı aştı. İlim senden el çektiğine göre sen de ondan el çekip ruhunu erdirmeye ve içindeki ateşi söndürmeye bak.” dedi. Bunun üzerine Ebû Ali, eşyasını alıp medreseden ayrılıp tekkeye taşındı. Bu dergah, Kuşeyri’nin dergahıydı.
Ebû Ali, bu dergahta bir müddet kaldıktan sonra meydana gelen bazı tecelliler sebebiyle memleketinden ayrılıp Nişabur ve Tuş şehrinin yolunu tuttu. Tus’da Ebû’l-Kasım Gürgani’yi buldu ve ona bende oldu. Gürgani’nin yanında riyazat ve mücahede ile meşgul olarak seyr u sulukunu tamamladı. Şeyhi kendisini vaaz ve irşad halkasını kurmak ve zikir meclisi teşkil etmekle görevlendirdi ve onu kızıyla evlendirdi Ebû’l-Kasım Gürgani’den Nakşbendiyyenin Haydari koluna aid silsileyi alan Farmedi, daha sonra Ebû’l-Hasan Harakani’ye intisab ederek Siddiki silsileye de dahil oldu ve böylece iki silsileyi birleştirmiş oldu. Vefatı 477 Rebiu’l-evvel/1084 Temmuz’dur.
Ebû Ali Farmedi, irşad ve nasihat üslubundaki incelik, hal ve tavırlarındaki mükemmellik sebebiyle devrinde büyük bir sevgiye mazhar oldu. Çağında bile Horasan’da “Şeyhler şeyhi”, “Horasan’ın dili” gibi sıfatlarla anılırdı. Onun yaşadığı dönemde ilim ve fazilet erbabı alim ve şeyhlere son derece saygılı davranan ünlü Selçuklu veziri Nizamül-mülk, onun değerini anlayanların başında gelir.
Nizamü’l-mülk, Cüveynî ve Kuşeyri gibi devrinin alim ve şeyhlerine de saygı gösterir, onlar huzuruna geldiklerinde ayağa kalkardı. Fakat Ebû Ali Farmedi geldiğinde ise hürmetle ayağa kalktığı gibi, onu kendi makamına oturturdu. Nizamü’l-mülk’e Ebû Ali Farmedi’ye gösterdiği bu saygının sebebi sorulduğunda şu karşılığı verirdi:”Diğer alim ve şeyhler beni yüzüme karşı övüyorlar. Bu da nefsimin hoşuna gidiyor. Farmedi ise beni yüzüme karşı övmediği gibi, kusurlarımı, yanlışlık ve haksızlıklarımı da söylüyor ve beni ikaz ederek irşad ediyor. Ben de onun bu söylediklerinde hayır görerek ona saygı göstermeye çalışıyorum.”
Ebû Ali Farmedi, üstadı tefsir sahibi Kuşeyri’den aldığı üstün ifade ve tesir gücü sayesinde çok güzel vaazlar verirdi. Onun vaaz ve sohbetlerini dinleyenler kendilerini adeta her türlü güllerin açtığı bir gül bahçesinde sanırlardı. Ebû Ali himmeti hizmette arayanlardandı. Bu yüzden, şeyhine ve ihvanına hizmette yekta idi. Hizmette hikmeti ve firaseti önde tutardı. Çünkü hizmetten himmet bulmak için, hizmetin vaktini ve yerini iyi seçmek gerekliydi. O, firasetiyle bu konuda şeyhinin dua ve himmetine mazhar olmuştu. Nitekim şeyhinin hamamda bulunduğu bir sırada ihtiyaç duyduğu bir suyu, kendiliğinden ve şeyhi istemeden getirip kapısına hayır edivermişti. Onun bu inceliğini gören üstadı: “Sen bu firaset ve hizmet anlayışınla bizlerin yetmis yılda elde ettiğini bir defada elde ettin. Allah seni yüceltsin” diye dua etmişti.
Ebû Ali Farmedi, hadis ve tasavvuftan başka fıkıh ilmine, özellikle de Şafii fıkhına aşina idi. Bu yüzden imam-ı Gazzali’nin tasavvufta olduğu kadar fıkıhta da üstadıydı. Aslında Ebû Ali Farmedi Kuşeyri ile Gazzali arasında bir köprü görevi üstlenmiştir. Yazılı eser bırakmamış, fakat, Gazzali’nin yetişmesine amil olarak sünni tasavvufun esaslarını geliştiren ve sistemleştiren bu iki büyük zatı karşı karşıya getirmiştir.
Gazzali İhya’da şeyhi Ebû Ali Farmedi’ye ancak bir kaç yerde atıfta bulunmaktadır. Bunlar genellikle mürşidin müridi terbiyesi ve müridin şeyhine karşı edeb ve saygısı türünden şeylerdir. Nitekim Gazzali, müridin genellikle gündüzün meşgul olduğu şeyleri rüyada gördüğü konusunda şeyhi Farmedi’nin şu sözlerini nakletmektedir: Müridin şeyhine karşı dili ile saygılı olması gerektiği gibi şeyhinin söylediklerini içinden reddedmemesi de gerekir. Nitekim ben şeyhim Ebû’l-Kasım Gürgani’ye kendisini rüyamda gördüğümü ve onun bana bazı sözler söylediğini ve benim de kendisine “niye böyle söylüyorsun?” diye itiraz ettiğimi anlattım. Şeyhim bunun üzerine bir ay süreyle bana kırıldı. Sebebini sorduğumda dedi ki: Eğer senin içinde benim söylediklerime karşı çıkıp itiraz etme duygusu olmasa ve bana karşı tam bir teslimiyet içinde bulunsan rüyanda bana böyle mukabele etmezdin.
Ebû Ali, şeyhi Ebû’l-Kasım Gürgani tarafından irşadla görevlendirilmeden kendisine mana alemlerinin açılacağı; büyüklerin diliyle bülbül gibi konuşacağı müjdesini bir ara Tus şehrine gelen ilk üstadı Ebû Said Ebû’l-Hayr’dan almıştı. Daha sonra Sıddıkıyet yolunun temsilcisi Ebû’l-Hasan Harakani’yi de tanıyan ve onun halifesi olan Farmedi, emaneti Yusuf Hemadani’ye bırakıp Hakk’a yürüdü.
-rahmetullahi aleyh-
Hilye-i Hemedâni
Uzuna yakın orta boylu, zayıfça bedenli, çiçek bozuğu kumral saçlı ve buğday benizliydi. Güler yüzlüydü. Sakalına pek az, ak düşmüştü. Sûret ve sîreti kadar zühd ve takvâsı da mezhebinin imamı İmam-ı Âzam Ebû Hanife’ye benzerdi. Kâl ve hâl sahibi, ilim ve irfan ehliydi. Evliyâ’nın kümmelininden, sufilerin önde gelenlerindendi. Sırtında daima yamalı yün elbise bulunurdu. Hilim ve merhamet âbidesiydi. Kur’an okumaya çok düşkündü.
Kısa çizgilerle Hayatı:
Altın silsilenin dokuzuncu halkası Yûsuf Hemedânî, Türk dünyasının İslâmlaşmasını, Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslâmlaşmasını sağlayan Yesevilik ile Nakşiliğin kolbaşı. Adı Yûsuf bin Eyyûb, künyesi Ebû Yakub, nisbesi Hemedânî.
440/1048 yılında Rey ile Hemedan arasında Bûzencird adlı bir köyde doğdu. Çocukluk yıllarını memleketinde geçirdi. On sekiz yaşına gelince daha fazla okumak, ilim ve irfanını artırmak maksadıyla hilâfet merkezi olduğu kadar, ilim makam olan Bağdat’a gitti. Orada Ebû İshak eş-Şirâzî’den fıkıh, ilm-i kelâm ve usûl tahsil etti. Şirâzî, Hemedânî’yi yaşının küçüklüğüne rağmen ilim, irfan ve iyi ahlâkı sebebiyle arkadaşlarına tercih eder, akranına örnek gösterirdi.
Hemedânî, Kadı Ebû’l-Huseyn Muhammed, Ebû’l-ganâim Abdussamed, Ebû Cafer Muhammed gibi muhaddislerden Bağdad, Semerkant ve Isfahan’da hadis aldı. Şeyh Abdullah Cüveynî, Hasan Simnânî’nin sohbetlerine katıldı. Dinlediği hadislerin çoğunu yazdı. Daha sonra zühd ve tasavvuf yoluna yönelerek bir süre riyazat ve mücahedeyle meşgul oldu. Bu arada Gazzali’nin de mürşidi olan Ebû Ali Farmedî’yi tanıyarak müridi oldu. Genç yaşına rağmen şeyhine hizmetle himmetine mazhar oldu.
477/1084 yılında şeyhinin vefatından sonra Herat, Merv ve Rey şehirleri arasında mekik dokudu. Bu bölge halkı onu âdeta paylaşamaz olmuştu. Bu şehirlerden her birinde zikir ve sohbet halkaları kurdu. Özellikle Rey şehrindeki tekkesi, emsâli görülmedik bir cemaatle dolup taşardı.
515/1121 yılında bir ara tekrar Bağdat’a geldi. Bir yandan halka hadis naklederken, bir yandan da Nizamiye medresesinde fıkıh dersleri okuttu. Hemedânî’nin gerek hadis dersleri, gerekse Nizamiye medresesindeki fıkıh dersleriyle vaazları, halkın büyük bir ilgisine mazhar oldu. Kaynaklar, devrin pek çok âlim ve şeyhinin onun bu ders ve sohbetlerine katıldığını kaydetmektedir. Bağdad’da bulunduğu sırada hacc farizasını ifâ için Haremeyn’e giden Hemedânî, Medine’de bir süre mücavir olarak kaldı. Hac dönüşü Bağdad’a oradan da eski hizmet bölgesi olan Herat, Merv ve Rey şehirlerine geldi. Vefatına kadar buradaki irşad hizmetine devam etti. Ölümü Herat’tan Merv’e giderken Bamyeyn denilen yerde gerçekleşti (535/1141).Ancak daha sonra Merv’e nakledilip adına bir türbe yaptırıldı.
Ebû’l-fazI Sâfî bin Abdullah anlatıyor:
Ben şeyhimiz Yusuf Hemedânî’nin Bağdad’da Nizamiye medresesindeki derslerine devam ederdim. Bir gün herkes kulak kesilip onu dinlerken topluluğun içinden İbnu’s-Sakka isimli bir fâkih ayağa kalkıp bazı sorular sordu. Onun sorularındaki mubâlâtsızlıktan rahatsız olan Yusuf Hemedânî: “Otur yerine, sana cevap vermeyeceğim, çünkü ben senin sözlerinden küfür kokusu duyuyorum. Korkarım ki sen İslâm’dan başka bir din üzere ölürsün.” dedi. İbnü’s-Sakka isimli bu sahte fâkih, sustu ve şaşkın şaşkın yerine oturdu.
Aradan bir müddet geçtikten sonra bir Bizans sefiri Bağdad’a geldi. İbnü’s-Sakka bu elçiyle buluşup bir süre onunla konuştu. Sonuçta Bizans elçisine: “Ben sizin dininize girmek istiyorum” dedi. Sefir de onu alıp beraberinde Rum diyarına; o günün Kostantınıyyesine götürdü. Orada Bizans imparatoruyla tanışan İbnü’s-Sakka sonuçta Hristiyan oldu. Hayatını Rum diyarında Hristiyanlar arasında geçiren İbnu’s-Sakka’yı Bağdad’dan gelen müslüman tüccarlar ölüm döşeğinde de ziyaret ettiler. Vaktiyle “hafız” olduğunu bildikleri İbnu’s-Sakka’ya “Hafızanda Kur’an’dan hiçbir şey kaldı mı?” diye sordular, o şu cevabı verdi:
“Hayır, sadece şu âyet kaldı: “Kâfirler vaktiyle niçin müslüman olmadıklarına çok hayıflanacaklar” (bk. el-Hicr, 15/2) Bir mürted için bundan daha güzel uyarı olabilir mi? Bu, Kur’an’ın lâfzıyla ve mânâsıyla mucize oluşunun bir delili değil de nedir?
Semâ hakkında:
Hemedânî, selefleri gibi semâ ile ilgilenen ve bu konuda söz söyleyenlerdendi. Ona göre semâ, Hakk’a seferdi. Hakk’tan bir elçiydi. Hakk’ın latifeleriydi. Gayb âleminden faydalar sağlayan vâridâttı. Ruhlara kuvvet, kalıplara gıda, kalplere hayat, sırlara baka aşılardı.
Semâ, perdelerin yırtılması, sırların açılmasıdır. Semâ çakan bir şimşek, doğan bir güneştir. Semâ anında ruhlar, kalp kulağıyla dinler, orada nefse yer yoktur. Çünkü semâa nefs girince semâ, semâ olmaktan çıkar, gınâ olur.
Tesiri ve Nüfuzu:
Türkistan diyarına İslâm’ın sesini, tasavvufun nefesini duyuran Hemedânî’dir. Onun halifeleri bu çığırı yıllar boyu sürdürerek onun ışığını günümüze taşımışlardır. Başlıca halifeleri: Abdullah Berkî, Hasan Endâkî, Ahmed Yesevî ve Abdulhâlık Gücdüvânî’dir. Ahmed Yesevî, Yesevîliğin, Abdulhâlık Gücdüvânî ise “Hacegân” yolunun; yani Nakşbendiliğin takipçisi oldular.
Hemedânî’den hemen bir asır sonra yaşamış bulunan Şeyh-i Ekber Muhyiddin İbnu’l-Arabi eserlerinde ondan bahsetmek ve onun şöhretini Evhadüddin Kirmani’den duyduğunu şöyle anlatmaktadır:
Hicretin 602. yılında (M.1205) Evhadüddin Kirmanı, Konya’ya geldi ve Yusuf Hemedânî, hakkında duyduklarını bize şöyle anlattı. Yusuf Hemedânî, kendi memleketinde altmış seneden fazla şeyhlik makamına oturmuş bir zâttır. Yaşı ilerlediği yıllarda cuma namazı dışında tekkesinden dışarı çıkmaz olmuştu. Bir gün gönlüne düşen bir “vârid” üzerine çaresiz ve iradesiz dışarı çıkmıştı. Merkebine binip yularını salıvererek o nereye götürürse gitmeye niyet etti. Merkep yürümüş ve nihayet şehrin dışında harap bir mescidin yanına varınca durdu. Hemedânî, merkebinden inip mescidin kapısından içeri girdi. İçerde bir genç başını önüne eğmiş heybetli bir halde oturmaktaydı. Neden sonra şeyhin geldiğinin farkına varan genç, başını kaldırıp: Efendim ben bir müşkil mes’eleyle karşı karşıyayım. Bana himmet buyurun” dedi. Yusuf Hemedânî gencin müşkilini çözdükten sonra dedi ki: “Delikanlı bir daha böyle bir müşkille karşılaştığın zaman bize gel, tekkemize buyur, bizim gibi pir-i fâniyi buraya kadar yorma!” İbn Arabi hazretleri bu olayı naklettikten sonra der ki: “Bundan anladım ki, eğer bir müridin zâhir ve bâtını sadık olursa, bu sadakat ve teslimiyeti sebebiyle şeyhini kendi canibine celbedebilir”. Kalb kalbe karşı olunca etkileşim daha güçlü oluyor.
Hemedânî, bir asra yaklaşan ömrünü insan yetiştirmeye hasreden bir mürşid-i kâmil olmakla birlikte bazı telifleri de bulunmaktadır. Ancak telifatından günümüze ulaşan yok gibidir. (bk. Mu’cemu’l-müellifin, XIII, 279)
-rahmetullahi aleyh-
HİLYE-İ HACE ABDULHALIK
Boyu uzun, başı büyükçe, teni beyaz, yüzü güzel, kaşları gür ve çatıktı. Göğsü enli, omuzları genişti. İri vücudlu ve mehabetliydi. Basiretli ve gönlü maneviyatça açıktı. Hızır’la yoldaş ve arkadaştı. Hacegan yolunun ilkiydi.
Kısa çizgilerle hayatı:
Gucdûvanî, altın silsilenin onuncu halkası. “Şeyh” anlamına kullanılan Farsça “Hace”, Türkçe “Hoca” lakabıyla meşhur. Kendi dönemine kadar “Bistamiyye” ya da “Tayfûriyye” adıyla anılan “Nakşbendiyye” Gucdûvanî’den Muhammed Bahaeddin Nakşbend’e kadar “Tarik-ı hacegan” adıyla anılmıştır.
Emaneti Yusuf Hemedanî’den alan Hace Abdulhalık Gucdûvanî aynı Pir’den feyz alan Ahmed Yesevî’den farklı olarak hafî zikri esas almış ve tarikatın onbir prensibini vaz etmiştir. Ahmed Yesevî cehrî zikre dayalı tarikatini Maveraünnehr bölgesinde, Gucdûvanî ise, hafi zikre dayalı yolunu Harezm ve Horasan bölgesinde yaymıştır. Daha sonraki asırlardan günümüze kadar her iki tarikat Orta asya ve Anadolu ile Balkanlar’da müessir olmuştur.
Gucdûvanî’nin hayatı hakkında bilinenler, kendisinden bir kaç asır sonra yazılan Nefehatü’l-Üns ve Reşahat aynu’l-hayat gibi tabakat ve bazı adab kitaplarında verilen pek sınırlı bilgilerden ibarettir.
Rivayete göre Abdulhalık Gucdûvanî, İmam Malik neslinden. Büyük Selçuklular döneminde Anadolu’nun Malatya’sından kalkıp Buhara’ya altı fersah (yaklaşık 35 km.) mesafedeki Gucdüvan köyü ne yerleşen bir ailenin çocuğu. Hace Abdulhalık bu köyde doğdu. Bu yüzden Gucdûvanî diye meşhur. Babası İmam Abdülcemil, zahir ve batın ilimlerinde derinliği olan ve menkıbelere göre Hızır’la sohbetlerde bulunan bir zat. Hatta oğlunun doğumunu müjdeleyen ve ona “Abdulhalık” adının verilmesini isteyen de Hızır (a.s)’dır. Annesinin de asil bir aileden ve beykızı olduğu kaydedilmektedir.
Gucdûvanî, dini ilimleri Buhara’da okudu. Devrin ünlü alimlerinden Allame Sadreddin’in talebesi oldu.
Maneviyata Yönelişi:
Zahirî ilimlerde kemale eren Abdulhalık, riyazat ve mücahede yoluna meyletti. Fıtraten engin bir gönle, maneviyata yatkın bir kalbe sahipti. Bir gün hocası Allame Sadreddin ile tefsir okurken söz; “Rabbınıza için için yalvararak gizlice dua edin” (el-A’raf, 7/55) ayetine geldi. Gucdûvanî sordu:
– Bu gizliliğin aslı ve hafî zikrin hakikati nedir? Cehrî zikirde organlar hareket eder, ses dışardan duyulur. Hafî zikri ise dışardaki insanlar görmese bile, insanın içindeki şeytan görür. Çünkü Allah Rasûlü (s.a): “Şeytan insanoğlunun kan damarlarında dolaşır” buyurmaktadır. Öyleyse insanın zikir sırasında başkaları tarafından görülmemesinin ve şeytan tarafından sezilmemesinin yolu nedir?
Allame Sadreddin bu soruya cevap vermekte zorlanınca işin kolayını hakikati itiraf etmekte buldu ve şöyle konuştu:
– Bu sorunun cevabı, ancak ledün ilmiyle verilir. O da bizde yok. Çünkü o, Allah’ın velî kullarına has bir ilimdir. Şu kadar var ki, Allah dilerse senin karşına bir veli kulunu çıkarır ve müşkilini hallettirir.
Hızırla Dostluğu:
Hace Abdülhalık, hocasının bu sözünden sonra Allah’ın, kendisine yol gösterecek kimseyi bir gün karşısına çıkarmasını bekler olmuştu. Bir süre sonra karşısına çıkan, Hızır (a.s.) oldu. Babasının da rehberinin Hızır olduğunu daha önce belirtmiştik. Hızır onu evladlığa kabul etti ve ona “vukuf-i adedi” ile “hafî zikri” talim etti. An’aneye göre Hz. Peygamber (s.a)’in Sevr mağarasında Hz. Ebu Bekir (r.a)’e öğrettiği bu zikir tarzı, Abdülhalık Gucdûvanî ile daha bir önem kazandı. Hacegan yolunda bir süre terkedilen bu usul, Hace Abdulhalık’ın “Üveysî” üslupla mürid ve talebesi olan Şah-i Nakşbend (ö. 791/1389) hazretlerinde yerini iyice sağlamlaştırmış oldu.
Hızır’ın Gucdûvanî’ye gönül zikrinden başka, başını havuza sokturup nefesini tutturarak nefy ve isbat ile tevhid zikrini öğrettiği de nakledilir. Gucdûvanî’nin asıl mürşidi Yusuf Hemedanî’dir. Ancak Hemedanî’yi bulması da Hızır’ın delaletiyle oldu. Yirmi yaşları civarında şeyhini bulan Hace Abdülhalık kısa zamanda onun boyasına boyandı.
İslam memleketlerinden bazılarını dolaşan Abdülhalık, bir ara Şam’da da ikamet etti. Daha sağlığında ünü, İslam memleketlerinin her tarafına yayıldı. Dergahına gelenlerin sayısı binlere baliğ oldu.
Nefsin tuzakları:
Bir gün bir derviş sordu:
– Nefsin istediğini mi yapayım, istemediğini mi? Hace hazretleri şöyle buyurdu:
– Nefse uyup uymamak konusun da, çoğu zaman akıl da yanılabilir. Bunun en güzel ölçüsü, Hakk’ın emrettiğini yapmak, nehyettiğinden kaçmaktır; yani şeriata uymaktır
Derviş bu sefer tekrar sordu:
– Dervişlik yoluna şeytan karışır mı? Hace Abdülhalik dedi ki:
– Evet nefsini fenaya erdirmede son merhaleye ulaşmamış bir dervişin öfkelenince yoluna şeytan karışır ve işini allak bullak eder. Nefsini ifna edende ise öfke bulunmaz. Gadabın yerini gayret alır. Ancak gadapla gayret birbirine karıştırılmamalıdır. Çünkü gadap nefsanîdir. Gayret rabbanidir ve Allah ve Rasulü’ne düşkünlük, onlara yapılacak hakarete adem-i tahammüldür.
Aynı derviş ona bir başka gün yine şöyle dedi:
– Allah beni, cennetle cehennem arasında muhayyer bıraksa ben cehennemi tercih ederim. Çünkü cennet, nefsin muradıdır. Ben ise nefsimin arzu ve isteklerine karşı direniyorum.
Hace hazretleri buyurdu ki:
– Senin düşüncen çarpık ve sakat, çünkü tersten yine nefs kokuyor. Kulun irade ve ihtiyar ile ne işi var? Bize Hakk nereye git derse, biz oraya gideriz. Neyi yap derse onu yaparız. Kulluk ve nefse muhalefet böyle olur.
Hace Abdülhalik’ın bu cevabı, ne kadar çarpıcı. Daima Hakk’a karşı çıkan; olmayınca süret-i haktan görünüp yine aykırılık aramaktan başka işi olmayan, hep haz ve gurur peşinde koşan nefsin halini ne kadar güzel anlatmış.
Dua isteyene:
Kendisinden dua taleb eden birine şunları söyledi:
– Kişi üzerine farz olan borçlarını öder, farizalarını yerine getirir ve ondan sonra dua ederse dileği kabul olunur. Sen farzlardan sonra bizi dua ile an; biz de sana dua edelim. Umulur ki Allah, dualarımızı kabul buyurur. Çünkü Allah Rasulü: “Mü’minin, mü’min kardeşine gıyabında duası reddolunmaz.” buyurmuştur.
Ölümü:
Abdülhalık Gucdûvanî’nin hayatı hakkında olduğu gibi, vefatı hakkında da açık ve kesin bir bilgiye sahip değiliz. Kaynaklar onun 575/1179, 585/1189, 617/1220 yıllarında vefat ettiğini belirtir. Şeyhinin 535/1140 yılında vefat ettiği, kendisinin de onun vefatından yirmi yaşlarında olduğu bilindiğine göre yaklaşık seksen yıl yaşamış olsa, ölümü 595/1199 yıllarında olmalıdır
Vasiyetnamesi:
Gucdûvanî hazretlerinin oğlu Evliya-yı Kebir için yazdığı bir vasiyyeti vardır ki, Nakşi an’anesinde hikmet ve marifet açısından çok önemli bir yer tutar. Onun oğlunun şahsında bütün ilim ve irfan ehline yaptığı vasiyeti şöyledir:
“Oğlum, sana vasiyetim şudur ki; Bütün hallerinde ilim, edeb ve takva üzre olasın. Selefin eserlerini oku, izlerinden yürü. Ehli sünnet ve’1-cemaat çizgisinden ayrılma! Fıkıh ve hadis öğren, cahil sofilerden uzak dur. Namazını cemaatle kılmaya itina et. Fakat imam, ya da müezzin olma. Şöhretten uzak dur; çünkü şöhret afettir. Herhangi bir makama göz dikme! Mahkeme ilamlarına adını yazdırma, kimseyle mahkemelik olma! Kimseye kefil olma. Halkın vasiyetlerine de karışma. Padişah ve devlet adamlarıyla düşüp kalkma! Dergah kurma ve dergahta oturma! Parlak oğlanlarla, namahrem kadınlarla, lafını bilmeyen avam insanlarla ülfet etme! Güzel seslere fazla kapılma; zira onun çoğu kalbi öldürür. Güzel sesleri ve hoş nağmeleri büsbütün red ve inkar etme, zira onlara bağlı olanlar çoktur. Az ye, az konuş, az uyu ve kalabalıktan arslandan kaçar gibi kaç! Daima kendi yalnızlığınla Hakk ile beraber ol! Helal lokmayı ara ve şüphelilerden kaç. Nefsin hakkında iktidar sahibi oluncaya kadar evlenme ki, dünya seni yutmasın, seni kendisine meylettirmesin. Çok gülmekten; özellikle de kahkahayla gülmekten sakın; sonra gönlünü öldürürsün. Herkese şefkat nazariyle bak ve hiç kimseyi hor görme! Dışını süslemeye çok önem verme ki, dış mamurluğu iç haraplığından gelir. Halkla çekişme, hiç kimseden bir şey isteme ve kimseye hizmet teklif etme! Şeyhlere malın, canın ve gücünle hizmet et. Onların işlerini red ve inkara kalkışma! Çünkü bu hal, felah bulmayan bir hüsrana yol açar. Dünyaya ve dünyacılara meyletme. Daima elbisen sade, yoldaşın derviş, mayan ilim, evin mescid, dostun Allah Teala hazretleri olsun.”
HİLYE-İ RÎVEGERÎ
Orta boylu, ayyüzlü, iri gözlü idi. Kaşları hilal gibi inceydi. Teninin rengi, beyaz ve kırmızı karışımı; gül kurusunu andırırdı. Vücudunun hoş ve latif bir kokusu vardı. İlim, hilim, takva, riyazat, ibadet ve sünnete mütabaat ehliydi.
Hacegan yolunun ulusu, zikr-i hafinin sahibi ve “onbir esas”ın kurucusu Hace Abdülhalik Gucdüvanî’den sonraki halka Arif Rivegerî. Gucdüvanî’nin dördüncü halifesi. Nakşbendîliğin mukaddimesi olan “Hacegan” yolunda zikir, bu zat eliyle tekrar “cehri” şekle konuldu.
Rivegerî, 560/1165 yılında Riveger’de doğdu. Riveger, Buhara’ya altı, Gucdüvan’a bir mil mesafede bir köy. Arif Rivegerî, zahir ilimlerine aid eğitiminden sonra devrin büyük şeyhi Abdülhalik Gucdüvanî’ye intisab etti. Genç yaşında gerçekleşen bu , intisabdan kısa bir süre sonra, Rivegeri, irşada mezun oldu. Otuzbeş yaşlarında iken şeyhi vefat edince Rivegerî, onun yerine postnişin oldu. İrşad hizmetini uzun yıllar devam ettirdi. Ömrünün yüzelli yıla ulaştığı rivayeti biraz mübalağa gibi görünürse de, vefatı sırasında yüz yaşı civarında olduğu düşünülürse 660/1262 yılları civarında vefat etmiş olmalıdır. Kabri köyündedir ve ziyaretgahtır.
Gucdüvanî’nin yaktığı meş’aleyle, Türkistan diyarının, her bölgesine ulaştırmaya gayret gösteren Rivegerî, “Türk meşayihının etkıyasından”: yani en muttakilerinden sayılır. Hayatı hakkında verilen bilgiler, her nedense pek sınırlıdır. Nakşbendî silsilenamelerinde adları saygı ile yad edilen büyük meşayihtan bir kısmının durumu böyledir. Kendilerinin yazılı eserleri bulunmadığı veya bize ulaşmadığı, ya da hayatlarında iken haklarında bilinen ve dillerde dolaşan özellikleri malum olduğu ve bunlar yazıya intikal etmediği için haklarında yazılı bilgi azdır. Zaten çok iyi bilinenlerin çoğu zaman kaderi, meçhul kalmaktır. Oysa ki Arif Rivegerî, devrinde hakikat bahçesinin nuru, tarikatın gözbebeğiydi.
Rivegeri’nin hafi zikirden cehrî zikre geçişi ömrünün son yıllarına rastlar. Halifesi Mahmüd Fağnevî’ye cehri zikri öğreterek halkı, gaflet kasvetinden kurtarıp zikrin haşyetiyle uyarmak istemiştir. Kendisine silsile’de “Pîşuva-yı arifan” denilmesi de bundan olsa gerektir.
Camiu keramati’l-evliya müellifi Nebhanî, Hoca Arifin şöyle bir menkıbesini nakleder: Hoca Arif, önceleri, Buhara ulemasından birinin derslerine devam etmektedir. Çarşıya çıktığı bir sırada Abdülhalik Gucdüvanî ile karşılaşır. Gucdüvanî kasaptan et almış, dükkandan çıkmaktadır. O’nun kemali ve cemali karşısında son derece etkilenen Hoca Arif, hemen sokulup hizmet arzeder ve:
– İzin verirseniz elinizdeki et paketini taşıyarak size yardım edebilir miyim? der. Hace Abdülhalik bu teklifi kabul eder ve:
– Peki evladım, al paketi ve bizim eve kadar beraber gidelim, der. Birlikte evin kapısına kadar gelirler ve Hace Abdülhalik:
– Hizmetinize çok teşekkür ederim. Bir saat sonra sofraya beklerim, der.
Bir saat sonra sofraya oturduklarında Hoca Arifin Gucdüvani’ye olan hayranlığı arttıkça artar ve nihayet ilim tahsilini bırakıp Gucdüvanî’nin meclisine devama başlar.
Ancak Arifin hocası, olanlardan rahatsızdır ve onu tekrar ders halkasına döndürmek ister. Bu yüzden de tasavvuf erbabı, ve tarikat ehli hakkında söylenmedik laf bırakmaz. Arif, tahammül ve sabra sarılıp bunlara karşılık vermez. Nihayet bir gece Arif, hocasının kötü bir fiil işlediğine dair bir rüya görür. Ertesi gün karşılaştıklarında yine tasavvuf erbabı aleyhinde konuşmaya başlayan hocasına Hoca Arif:
– “Hem kötü fiiller işlersin, hem de bizi Hak yoldan döndürmeye çalışırsın” deyince üstadı çok mahcub olup talebesiyle birlikte Abdülhalik Gucdüvanî’ye talebe olur.
-rahmetullahi aleyhim-
HİLYE-İ FAĞNEVÎ
Fağnevî orta boylu, güleç ve güler yüzlü, çekme burunlu, genişçe ağızlıydı. Teni beyaz, sakalı siyahtı. Beyaz sarık sarardı. Mûsâ (a.s) meşrebinde ve kerameti zahir bir veliyyi kâmildi. Esâsı hafî zikir olan yolun usûlünü hal ve cezbe galebesiyle ve mürşidinin işâret ve müsâadesiyle cehrî yapmıştı. Yani cehri zikir ona, şeyhi Rîvegerî’den mevrûstu.
Altın Silsile’nin onikinci halkası yine Buhârâlı. Reşehât’ın verdiği bilgiye göre Buhârâ’ya üç fersah mesâfede ve Eykenî’ye bağlı Fağnî köyünden Mahmûd Fağnevî bu köyde doğdu ve Eykenî’de yaşadı. Kabri Eykenî’dedir. Hayatı hakkında bildiklerimiz pek sınırlıdır. Bazı, kaynaklarda ismiyle beraber geçen “Encer”, “Encîr” veya “İncir”, lakabı olmalıdır. “Encer” gemi demiri demektir. Tarîkatı şeriat esaslarıyla demirleyen bir mürşid olduğu için kendisine bu lâkap verilmiş olabilir. Encir ve İncir ise bildiğimiz, incirdir. Bazı kaynaklarda Encir ve İncir, Fağnî köyü ile birlikte kullanıldığına bakılırsa İncir’in Fağnî’nin bir mahallesi olabileceği ihtimali de hatıra gelmektedir.
Mürşidi Ârif Rîvegerî’nin yerine irşad makamına geçinceye kadar dülgerlik yapar, inşaat işleriyle uğraşır, bina inşa ederdi. Rîvegerî’yi tanıyıp onun dergahında olgunluğa erdikten sonra irşad işiyle meşgul olmaya ve gönül inşa etmeye başladı. Mürşidinin vefatına yakın dönemde benimsenmesine izin verdiği “cehrî zikir” usûlünü Buhârâ ve Eykenî’de yaydı. el-Hadâiku’l-verdiyye, onun Buhârâ’ya üç fersah mesafedeki Vâbekî Camii’nde irşâd hizmetiyle meşgul olduğunu kaydeder. Vefatı: 717/1317 yılıdır.
Mahmûd Fağnevî, zikir ve gönül ehli bir kimse olmakla birlikte ilim meclislerini sever ve zaman zaman oraları ziyaret ederdi. Yine bir gün Şemseddin Halvânî ve Şeyh Hâfızuddin gibi âlimlerin bulunduğu ilim meclisine vardı. Ki bu Şeyh Hâfızuddin, daha sonraki Nakşî silsilesinde yer alacak olan Muhammed Pârsâ’nın büyük ceddidir. Şemseddin Halvânî, Şeyh Hâfızuddin’e dedi ki: “Mahmûd Fağnevî’ye sor bakalım, tariklarının esası hafî zikir olduğu halde, cehrî zikri hangi niyyetle yapıyorlar?” Fağnevî şu cevabı verdi:
– Cehrî zikri uyuyanları uyandırmak, gafilleri Hak yoluna koymak, tevbe ve inabenin Allah için olmasını sağlamak niyyetiyle yapıyoruz.
Şeyh Hâfızuddin bu cevabı duyunca dedi ki:
– Niyyetiniz sağlam, hâliniz tam. Çünkü değişen ve değiştirilen bir şey yok ortada. Temel anane yolundadır. Bu tecellî onlarda bir hâlet ve bir hikmet gereğidir. Gizli zikir yolundan aldıkları feyzi şimdi açıktan dağıtmaya memur olmuşlardır.
Şeyh Hâfızuddin, bir başka gün Fağnevî’ye sorar:
– Cehrî zikir kimlere câiz, kimlere değildir? Fağnevî:
– Dili gıybet ve yalandan, midesi şüpheli ve haramdan, kalbi riya ve süm’adan, sırrı mâsivâya yönelmekten temiz olanlara câizdir diğerlerine değil, der.
Fağnevî’nin halifesi Râmitenî şöyle anlatır:
-Bir gün bir derviş Hızır’la karşılaşır ve ona: “Bu zamanda şerîat çizgisinde istikamet üzre olan ve kendisine iktidâ edebilecek bir ârif var mıdır?” diye sorar. Hızır ona: “Senin söylediğin sıfatları taşıyan Mahmûd Fağnevî’dir” der.
Ali Râmitenî’nin müridlerinden biri, Hızır’la karşılaşıp konuşan bu dervişin bizzat Ali Râmitenî olduğunu söyler. Ancak “Hızır’ı görmek iddiasında olmamak için” kendi adını vermekten sakınmıştır.
Hakîm Tirmîzî’nin naklettiği bir hadiste belirtildiği gibi, evliyânın bir kısmı İbrahim, bir kısmı Mûsâ, bir kısmı İsâ, bir kısmı da Muhammed (s.a) hazretlerinin fıtrat ve meşrebinde olur. Mahmûd Fağnevî, tabakat kitaplarının ifadesine göre, mânâ ayağı Hz. Mûsâ (a.s)’da olan, O’nun fıtrat ve meşrebinde bulunan bir veliydi.
Anlatıldığına göre Gucdüvânî’nin halifelerinden Evliyâ-i Kebîr Buhârî’nin talebesi olan Şeyh Dehkan Killetî hastalanmıştı. Mahmûd Fağnevî, onun ziyaretine vardı. Şifa dileklerinde bulunduktan sonra huzurundan ayrıldı.
Fağnevî çıktıktan sonra Şeyh Dehkan şöyle dua etti: “Allahı’m, ölümüm yaklaştı. Ölümüm sırasında velî kullarından birini bana gönder de bana yardım etsin, işimi kolaylaştırsın.”
Şeyh Dehkan duasını tamamlar tamamlamaz Mahmûd Fağnevî tekrar içeri girdi ve: “Ölünceye kadar sana hizmete geldim.” dedi ve vefatına kadar yanından ayrılmadı.
Mahmûd Fağnevî’nin kerametleri zâhirdi. Nitekim birgün halifesi Ali Râmitenî, ihvâna zikir yaptırırken başucundan geçen beyaz bir kuşun gagasından şu lafızlar duyuldu.:
– Ya Ali, merd ol, sözüne bağlı kal, yapıştığın eteğe sımsıkı sarıl, ahdini bozma!
Zikir halkasında bulunan müridleri şaşkına çeviren ve kuşun ağzından dökülen bu cümlelerin ardından Ali Râmitenî dedi ki: “Bu şeyhimiz Mahmûd Fağnevî’nin sesidir. Bizi uyarıyor, âgâhlığa çağırıyor.”
-rahmetullahi aleyh-
HİLYE-İ RAMÎTENÎ
Boyu mevzun, yüzü güzeldi. Azaları arasında tam bir tenasüh vardı. Fakrı iltizam etmiş bir dokumacıydı (Nessâc). Avam-ı nas ile ülfeti severdi. Nakşiliğin Hâcegân yolunda “Azizan” diye anılırdı. Kerâmât ve makamât sahibi bir veliyy-i kâmildi.
Altın silsilenin onüçüncü halkası “Azîzan” lakabıyla anılan Ali Ramîtenî, Mahmûd Fağnevî’nin ikinci halîfesi. Hâcegân yolunu Şah-ı Nakşbend hazretlerine taşıyan kolbaşı. Râmîten’de doğdu. Râmîten, Buhara’ya iki fersah (yaklaşık onbir km.) mesafede büyükçe bir kasaba. Hoca Ali burada yetişti. Devri ulemasından okudu. Maişetini dokumacılıkla kazanırdı. Şeyh Rükneddin Alâüddevle Simnanî ve Ahmed Yesevi soyundan Seyyid Atâ ile çağdaş. Mahmûd Fağnevî’yi tanıdıktan sonra, ona teslim oldu. Nefehât ve Reşehât, ikisi arasında geçen bazı olayları, menkıbe olarak nakletmektedir.
Fağnevî vefatı sırasında emaneti Râmîtenî’ye vererek ihvanını ona ısmarladı. Ramîtenî’ nin uzun bir ömür sürdüğü ve pek çok müridinin bulunduğu rivayet edilir. Vefatı 721/1321 yılıdır. Kabri Harezm’dedir.
Cami, Nefehât’ında Mevlana Celâleddin Rumî’nin bir gazelinde nessâc; yâni dokumacı diye Ali Ramîtenî’den bahsettiğini söylüyorsa da bu olay, tarihen pek mümkün görülmemektedir. Çünkü Mevlana (ö. 673/1273) Ramîtenî’ den (ö.721 /1321) yaklaşık kırk yıl önce vefat etmiştir. Reşehat tercemesinde Nefehât müellifi Cami, Alî Ramîtenî’nin oğlu olarak gösterilmişse de yanlıştır, (bk. s. 43)
Kabri Harezm’de bulunan Ramîtenî’nin Harezm şahı ile de iyi münasebetler içinde olduğu rivayet edilir. Olay şöyle gerçekleşir: Ramîtenî, aldığı manevî bir işaret üzerine Harezm diyarına hicrete karar verir. Harezm şehrinin kapısına gelince şehre girip ikamet etmek üzere şahtan izin almak için iki müridinî gönderir ve onlara der ki: “Varın gidin şaha. Kapınıza fakir bir dokumacı geldi ve şehrinize girip ikamet etmek üzere sizden izin istiyor. İzniniz olursa girecek, değilse geri dönecek. İzin verirseniz, buna dair bir ferman veya vesika taleb ediyor” deyin.
Dervişler, Ramîtenî’nin emrini ayniyle yerine getirdiler. Böyle bir teklife alışık olmayan şah, önce şaşırdı. Sonra da istenilen imzalı mühürlü vesikayı verdi. Dervişler şahın fermanını şeyhe getirince, o Harezm’e girdi ve şehrin kenar mahallesinde bir eve yerleşti.
Şeyh şehre yerleştikten sonra her sabah şehrin çarşısına ve ırgat pazarına gidip birkaç amele tuturak onlara: “Sizin işiniz hemen abdest alıp ikindi vaktine kadar burada bizim sohbetimizde bulunmak. Giderken de ücretlerinizi almak.” diyor. Tabiî bu durum işçilerin canına minnet. Sevinerek sohbete katılıyorlar. Sohbete bir giren bir daha ayrılamıyor. Gün geçtikçe sayıları artan dervişleri, artık şeyhin evi almaz oluyor. Şöhreti bütün Harezm’de yayılıp çevresi sevenlerle dolup taşınca bazı hasedçiler, şeyhi şaha gammazlıyorlar. “Böyle giderse bu şeyh, yakında şah olacak ve saltanatınız elden gidecek” diyorlar. Harezmşâh, Ramîtenî’ye “Derhal Harezm’i terketmesini” ferman ediyor. Râmîtenî “Bizim elimizde bizzat kendilerinin imza ve mührü bulunan ve şehirde ikametimize izin veren bir belge var. Eğer şah imza ve mührünü inkâr ediyorsa, o zaman şehri terkedelim.” deyince şah, imzasını reddetme küçüklüğüne düşmeden şeyhin yanına geliyor.
Şeyhte gördüğü mehabet karşısında ona kapılanıp bağlıları safına katılıyor.
Simnâni ile:
Ramîtenî’nin Alaüddevle Simnanî ile görüşüp mektuplaştıklarını belirten Reşehât müellifi, Simnânî’nin ona elçi gönderip üç soru sorduğunu, onun da şu cevabı verdiğini anlatmaktadır:
Soru: l) Siz de, biz de gelen geçen herkese hizmet eden kimseleriz. Siz halka ikramda tekellüfe kaçmadan elinizde olanla iktifa ediyorsunuz. Biz ise, özen gösterip tekellüfe kaçarız. Buna rağmen halk sizi bizden daha çok sevmektedir. Bunun sebebi nedir?
Cevap:1) Minnetle hizmet eden pek çoktur. Hizmeti minnet bilenlerse azdır. Siz hizmette bulunma fırsatını ele geçirmiş olmayı minnet bilir ve hizmet ettiklerinize minnettar kalırsanız herkes sizden memnun kalır, şikayetçiniz azalır.
Soru: 2) Duyduğuma göre sizin terbiyeniz Hızır’dan imiş? Bu nasıl oluyor anlatır mısınız?
Cevap 2) Allah’ın öyle aşık kulları var ki, Hızır onlara aşıktır.
Soru: 3) Duyduk ki siz hafi zikri bırakmış, cehri zikirle meşgul oluyormuşsunuz? Bunun sebebi nedir?
Cevap: 3) Biz de duyduk ki, siz de hafi zikirle uğraşıyormuşsunuz. Madem ki duyduk, öyleyse sizinki de hafi değil. Çünkü hafi zikirden murad, kimsenin duymamasıdır. İkisi de duyulduğuna ve bilindiğine göre cehri ile hafi, müsavi hale gelmiş sayılır. Belki bu safhada hafi zikir, cehriden daha riyaya yakındır.
Cehri zikir:
Bir başka seferinde cehri zikirle meşgul oluşunun sebebini şöyle açıkladı: “Hz. Peygamber (s.a.) insana hâlet-i nez” denilen son nefesinde, yüksek sesle tevhid kelimesini telkin etmeyi emretmektedir. Tasavvuf, her nefesi son nefes bilmektir. Bu yüzden cehri zikirle meşguliyette bir mahzûr yoktur. Hatta belki böylesi daha efdaldir.
Bedreddin Meydani bir gün sordu:
– “Allah’ı çok çok anın” (el-Ahzab, 33/41) ayetiyle emredilen zikir, cehri midir? Yoksa hafi midir? O şu karşılığı verdi:
Mübtedîler için cehri, müntehiler için hafi. Başlangıçta dille, nihayette gönülle.
İman nedir?
İmanı bir heyecan ve duygu olayı olarak görürdü. Nitekim kendisine “İman nedir?” diye soranlara: “İman üzülüp ulaşmaktır. Masivadan üzülmek, Hakk’a ulaşmak.”
Hâcegân yolunun tasavvufta “mezlaka-i akdâm” denilen ayakların kaydığı merhaleyi kolaylıkla atlatan ve vahdet-i vücûd mestliği yerine, vahdet-i şühûd sahvını tattıran bir tarik olduğunu şöyle anlatırdı:
“Eğer Hallac-ı Mansur, Abdülhalîk Gucdüvânî döneminde yaşasa veya onun çağında Gucdüvani’nin halifelerinden birisi bulunsa, Hallaç daracağına çekilmezdi. Terbiye edilir, bulunduğu makamdan ileriye geçirilirdi.
Vera’:
Mutasavvıfların “ağza giren ve çıkanın Allah ve Rasûlünün rızasına uygun olmasına dikkat etmek” diye tarif ettikleri vera’da titizlik gösterir ve: “iki yerde dikkatli olun; yemek yerken ağzınıza girene, konuşurken ağzınızdan çıkana”
Nasûh Tevbesi:
“Allah’a nasûh tevbesiyle tevbe ediniz” (et-Tahrim, 66/8) mealindeki ayette hem işaret, hem de beşaret vardır, derdi. İşaret tevbeye, beşaret de kabul olunacağınadır. Çünkü kabul olunmayacak olsa emrolunmazdı.
O, amele güvenmeyi de asla makbul saymazdı. Derdi ki: Amele bağlanmalı ve onu güzelce yerine getirmeli. Ancak kendini de, amelini de noksan bilmeli ve yine amele sarılmalıdır.
Halkın terbiyesiyle meşgul olan kimselerin aslan eğiticisi gibi, eğittiğinin kabiliyet ve zaaflarını iyi bilmesi gerektiğini anlatırdı. Nasıl aslan eğiticisi, eğittiği hayvanın özelliklerini bilerek hareket ediyorsa, mürşid de öyle yapmalıydı. Değilse başarılı olamazdı.
Bir başka defasında mürşidi, kuş eğiticisine benzeterek şöyle konuşmuştu: “Eğiticinin kuşun kursağına ne kadar yem gideceğini bilmesi gerekir. Ona fazla ve eksik yem verilirse zararlı olur. Mürşid de müridini kabiliyeti kadar zikir ve riyazata yönlendirmeli eksik ve fazla değil.” Çünkü azı yetmez, fazlasını da mürid kaldıramaz.
Hakk’a varmanın yolunun bir gönle girmekten geçtiğini bilirdi. Derdi ki: Müridin vuslatı için çok riyazat ve meşakkat gerek. Vuslat için bir yol daha vardır ki, ruhu daha çabuk ve daha doğru erdiricidir. O da:
“Kendini Allah’a vermiş bir gönle girmek.” Çünkü böylelerinin kalbi nazargah-ı ilahidir. Böyleleri, insanları Hakka götüren Allah dostlarıdır. Onlara tevazu ve sevgi gösterip gönüllerine girmek gerekir.
Bir gün Şeyh Rükneddin, Ramîtenî’ye sorar:
– Elest bezminde “Ben sizin Rabbınız değil miyim?” (el-A’raf, 7/172) ilahi hitabı varid olunca ruhlar: “Evet” diye cevap verip tasdik ettiler. Ebed günü olan kıyamette ise: “Bugün saltanat kimin?” (Gafır. 40/16) diye sorulduğunda kimse cevap veremeyecek. Neden?
Ramîteni şu karşılığı verdi:
– Elest bezmi, şeriat teklifinin konulduğu gündür. Şeriatte konuşmak, şer’î emrin gereğidir. Ama kıyamet günü teklif kalkmıştır. Bu yüzden orada konuşma yoktur. Bu sualin cevabını da Allah Teala verecektir: “Bu gün saltanat, Vahid ve Kahhar olan Allah’ındır.” (Gafır, 40/16)
Reşehât’ta birçok kerametleri nakledilen Ramitenî’nin bir kaç şiirine de yer verilmiştir.
-rahmetullahi aleyh-
HİLYE-İ MUHAMMED BÂBÂ SİMASÎ
Simasî; ortaboylu, gökçek yüzlü ve esmer tenliydi. Nurlara mazhar olduğu yüzünden lemean eden ziyadan belliydi. Nâfiz bir nazar, keskin bir görüşe ve derin bir hissedişe malikti.
“Azizan” lâkabıyla meşhur Ali Râmîtenî’den sonra silsile Muhammed Bâbâ Simasî ile devam etmektedir. Hoca Muhammed, Râmîten’e bir, Buhârâ’ya üç fersah mesafede bulunan Simas köyünden. Burada doğdu, burada yaşadı ve burada vefat etti (755/1354).
Simasî bir süre memleketinde dînî ilimler tahsili ile meşgul oldu. Zâhir ilimlerinde belli bir derinlik kazandıktan sonra, mânevi ilimlere yöneldi. Devrin ünlü şeyhi, altın silsilenin çağındaki halkası Ali Râmîtenî’nin dergâhına kapılandı. Buhârâ ve Harezm taraflarında şeyhiyle beraber bulundu. Riyâzat ve mücâhedede, edeb ve ifadede akranına tefevvuk ederek şeyhinin yerine irşad makamına geçti. Şeyhi Ali Râmîtenî vefatı sırasında müridlerine: “Buna bağlanın, emrini tutun, sağ olduğu sürece onun yanından ve yolundan ayrılmayın” diye vasiyette bulundu.
Muhammed Bâbâ Simasî, şeyhinin yerine irşad makamına geçtiğinde, müridlerini bizzat kendisi bulurdu. Halkın arasında dolaşır, müridlik ve dervişliğe kabiliyetli insanları nerede bulursa hemen yanına cezbederdi. Nitekim daha sonra kendi yerine halife olarak bırakacağı Emir Külâl’i ve hatta ondan sonraki Bahaeddin Nakşiben’di hep o bulup keşfetmişti. Emir Külâl’i er meydanında güreşirken buldu. Onun gürbüz vücudunda, en az bedeni kadar güçlü mâneviyat istidadı keşfederek onu tutup er meydanından gönül erleri meydanına çekti. Sırtındaki kısbeti çıkartıp dervişlik kisvesi giydirdi ve gönül sultanları makamına erdirdi. “Bu er, zâhirin değil, bâtının pehlivanıdır. Nice insan onun elinden kemâle erecektir” dedi.
BİR YİĞİT KOKUSU
Emir Külâl’den sonra emaneti alacak ve bu yolda “Pir” ünvanıyla anılacak olan Şah-ı Nakşbend hazretlerinin de ortaya çıkaran O’dur. Nitekim müridleriyle Şah-ı Nakşbend’in ailesinin oturduğu Kasr-ı Hinduvan’dan geçerken: “Burada benim burnuma bir yiğit kokusu geliyor. Yakında bu yiğit sayesinde Kasr-ı Hinduvan, Kasr-ı ârifân olsa gerektir” der. Bir kaç zaman sonra köye tekrar gelen Muhammed Bâbâ bu sefer: “Koku artmış, bu yiğit dünyaya gelmiş olmalı.” der. Meğer bu sırada Bahaeddin doğalı henüz üç gün olmuş imiş. Emir Külâl’in hane-sinde misafir olan Muhammed Simasî’ye, dedesi, Şah-ı Nakşben’di kucağına alıp getirir ve takdim eder. Muhammed Bâbâ, Bahaeddin’i görür görmez: “Bu bizim oğlumuzdur, biz onu evladlığa kabul ettik” der. Sonra ihvanına dönerek şöyle konuşur: “Dünyaya gelmeden kokusunu aldığımız yiğit işte budur. Zamanının en büyük imam ve mürşidi olacaktır.” Bilahare Emir Külâl’e dönüp şu ifadelerle Bahaeddin’i ona ısmarlar: “Bu benim oğlumdur. Onu sana emanet ediyorum. O’nun eğitimi konusunda ihmal ve kusur göstermeyesin. Eğer bu konuda kusur ve fütur gösterecek olursan sana hakkımı helâl etmem.” Bu sözler üzerine Emir Külâl de gayrete gelip der ki: “Bu konudaki emirleriniz başım üzre. Emirlerinizi yerine getirme konusunda ihmâl gösterir, gevşek davranırsam merd değilim.” Bu şahidli isbatlı mukavele ile Bahaeddin’in irşad hizmeti Emir Külâl’in uhdesine tevdi edilmiş oldu.
Muhammed Bâbâ Simasî, aşklı, cezbeli ve coşkulu bir şeyhti. Kendisinin bir üzüm bağı vardı. Çoğu kerre üzümleri kendi elleriyle budardı. Ancak budama sırasında bazan kendinden geçer, aklı başından gider, bıçak elinden düşer, kendisi de yere yığılırdı. Birkaç saat sonra ancak kendine gelebilirdi. Bu hal belki, nebatâtın tesbihini duyması ve kesilen dalların tesbihden fariğ olduğunu hissetmesi sonucu meydana gelen üzüntünün eseriydi.
ŞAH-I NAKŞBEND’LE
Muhammed Bahaeddin Nakşbend şöyle anlatıyor: “Evlenmeye karar verdiğimde dedem beni, uğurlu ayağıyla hanemizi bereketlendirsin ve bize yardımcı olsun diye şeyhi Muhammed Simasî’ye gönderdi.
O gece gönlümde dua, niyaz ve tazarru arzusu peyda oldu. Şeyhin mescidine gittim, iki rekat namaz kıldım ve duaya başladım. Dua sırasında dilimden şu lafızlar döküldü: “İlâhî, bana belâ yükünü çekmeye ve muhabbet sıkıntısına dayanmaya kuvvet ihsan eyle!” Sabah olunca Muhammed Simâsî’ nin huzuruna vardım. Bana şunları söyledi: “Oğlum bundan sonra şöyle dua et; İlâhî, rızan hangi noktada ise bu kulunu orada bulundur. Eğer Allah dostuna belâ verecek olursa, inayetiyle o belâya sabır ve tahammül gücü de ihsan eder. Fakat Allah’tan ne ge-leceğini bilmeden belâ ister gibi dua, küstahlıktır.”
Bu görüşmeden sonra sofra hazır oldu. Birlikte sofraya oturup karnımızı doyurduk. Sofradan çekildikten sonra bana bir ekmek parçası uzattı ve bunu yanımda saklamamı emretti. Bir an gönlümden geçti ki, “Karnımızı daha yeni doyurduk. Ben bu ekmeği ne yapacağım acaba?” Şeyh benim şaşkınlığımı anlamış olmalı ki, hemen uyardı: “Kalbi faydasız ve lüzumsuz duygu ve havatırdan korumak lâzımdır.” Ben mahcubiyetle boynumu eğip teslimiyyet gösterdim. Birlikte bizim köye gitmek üzere yola çıktık. Yolda bir tanıdığın evinde abdest tazelemek üzere konakladık. Ancak hane sahibinin yüzü biraz sıkıntılı görünüyordu. Sebebini sorduğumuzda şu karşılığı verdi: “Biraz kaymağım var, fakat ekmeğim yok. Ona üzülüyorum.” Muhammed Bâbâ Simâsî bana döndü ve: “Acaba niye yarayacak diye düşündüğün ekmek işte burası içindi. Hadi ver bakalım da yesin.” dedi. Meydana gelen bu güzel haller, benim ona karşı olan hayranlık ve bağlılığımı daha da artırdı.”
Şah-ı Nakşbend hazretlerinin bizzat anlattığı gibi, onun ilk mürşidi böylece Muhammed Bâbâ Simâsî olmuş oldu.
-rahmetullahi aleyh-
HİLYE-İ EMİR KÜLÂL
Boyu uzun, kolları geniş ve uzunca idi. Kaşları çatık, gözleri keskindi. Esmer tenliydi. Sakalının beyazı azdı. Tevazu ehli ve yumuşak başlı idi. İtiraz ve inad nedir bilmezdi. Gençliğinde pehlivanlık yapardı. Güçlü kuvvetli ve iri yapılı idi. Şeriat, tarikat ve marifeti cem etmiş bir veliyy-i kâmildi.
Emir Külâl, seyyid-nesebdir. Babasının adı Hamza. Buhara’ya iki fersah mesafedeki Suhar köyünden. Orada doğdu, orada yaşadı ve orada öldü. Vefat tarihi: 8 Cemaziyelevvel 772 / 29 Kasım 1370. Doğum tarihi hakkında kesin bir bilgiye sahip değiliz. Ailesinin ve kendisinin çömlekçilikle hayatını kazandığı ve bu yüzden “Külâl” adı ile tanındığı bilinmektedir. Osmanlı sultanlarından Yıldırım Bayezid’e damad olan Bursalıların sevgilisi Emir Sultan hazretleri Emir Külâl ile akrabadır.
Bizim Pehlivanlığımız
Gürbüz bir yapıya sahip bulunan Emir Külâl’in gençlik yıllarında güreş sporuyla meşgul olduğu rivayet edilir. Hatta onun gibi seyyid-nesep birine güreş gibi bir sporla meşgul olmayı yakıştıramayan bir zata aid şöyle bir menkıbe nakledilir: Büyük bir kalabalık arasında güreş tutan Emir Külâl’ı seyredenlerden biri, “Peygamber soyundan gelen biri nasıl olup da, böyle bid’at sayılabilecek bir işle meşgul olabiliyor?” diye gönlünden geçirmiş. Hatırına bu düşünce gelince kendisini bir uyku halı bastırmış. Uykuya dalınca rüyasında “kıyametin koptuğunu ve kendisinin bir bataklık içinde batmamak için çırpındığını görmüş.” Öyle bir bataklık ve öyle bir çırpınış ki, çırpındıkça batıyor, battıkça çırpınıyor. Kendisinden ve hayatından ümid kestiği bir anda Emir Külâl hazretleri karşısında zahir olmuş ve kuvvetli pazusuyla onu belinden kavradığı gibi çekip çıkarmış. Adam uyanmış ki, güreşini tamamlayan Emir Külâl kendisine dönmüş ve şunları söylemektedir: “Bizim pehlivanlığımız, çamura düşenleri bataktan çıkarmak içindir.”
Gerçekten de mutasavvıflardan büyük bir kısmı, halkı Hakk’a götürmek için zaman zaman onlara yakınlaşmayı sağlayacak muhtelif mesleklere intisab etmişler ve bu mesleklerini de tebliğ aracı olarak kullanmışlardır. Nitekim Osmanlılar döneminde Pehlivanlar tekkeleri ile Okçular tekkeleri bu maksatla kurulmuş müesseselerdi. Gürbüz ve sportmen yapılı gençlerin hem bedenlerini, hem de ruh dünyalarını eğitmek amaçlarıydı. Bugün de konuya bu şekilde yaklaşmak suretiyle gençlerle iletişim kurmak gerekmektedir. Bunun için tabii Emir Külâl’lere ihtiyaç vardır.
Emir Külâl, belki de seyyid-neseb ve asil bir ailenin evladı olması sebebiyle manevi bir atmosferde yetişti. Hatta bazı menkıbelerde onun daha ana karnında iken şüpheli yiyecekler konusunda annesini uyardığı nakledilir. Annesinden gelen menkıbeye göre dermiş ki: “Ne zaman şüpheli bir şey yiyecek olsam, karnımı sancı tutardı. Hatta bu sancı üç defa peş-peşe tekrarlardı. Böylece ben yediğimin şüpheli olduğunu anlar ve yediğimi çıkarırdım. Bütün bunlar karnımda taşıdığım çocuğun nuraniliği sebebiyle idi. Bu yüzden yiyeceklerime çok dikkat ederdim”
Simâsi’ye İntisab:
Emir Külâl hazretlerinin şeyhi Hoca Muhammed Baba Sîmâsî ile tanışması da yine er meydanında olmuştur. Emir Külâl’in asaletini ve maneviyata yatkınlığını bilen Sîmasî ona ulaşmak için er meydanına gidiyor. Yanında bir kaç müridi vardır. Hatta müritleri işin aslını bilmedikleri için, şeyhlerinin böyle bir meydana gelip güreş seyretmesini de yadırgamışlar; fakat şeyhe birşey söylemeye cesaret edememişlerdi. Ancak Sîmasî onların şaşkınlıklarını ve hali yadırgadıklarını fark edince: “Bu meydanda bir er var ki nice erler o yiğidin nazarıyla istikamet bulacaklar” demişti.
Güreş seyri sırasında çarpıcı bir nazarla Emir Külâl’e bakan Simasi bir ara onunda göz göze geldi. Gözlerin gizlice konuştuğu ve kalplerin sessizce anlaştığı bu nazar alış verişinden sonra Simasi, er meydanından müritlerini alarak uzaklaştı. Emir Külâl ise bu bakışın tesirine kendini kaptırarak şeyhinin peşinden koştu ve dergahına varıp kapılandı. Halvet hanesinde kendisiyle tenhaca görüşen Simasi ona, ilk telkinini yaptı ve onu irşad halkasına kattı. Şeyhinin dergahında seyr u sülûke başlayan Emir Külâl, burada aradığını bulmuştu. Yirmi yıl süreyle şeyhine hizmet etti. Haftada iki gün Simas ile Suhar arasında beş fersahlık mesafeyi yaya olarak kat edip şeyhinden istifade etmeye çalışıyordu. Artık güreş ve diğer dünyevi meşguliyetler onun gözünden silinmiş, gönlü yepyeni bir dünyaya dirilmişti.
Altın silsilede kolbaşı olan ve tarikata adını verecek olan Şah-ı Nakşbend Muhammed Bahâeddin Buhârî, Emir’in talebesidir. Emir Külâl hazretleri onu yetiştirdikten sonra irşada mezun kılarken şunları söylemiştir: “Oğlum Bahaeddin, göğsümde ne varsa sana aktardım. İstidadın yüksektir. Var, ulu kişi ara!..”
Oğulları ve Halifeleri
Emir Külâl’in dört oğlu olduğu ve bu dört oğlunun eğitimini de yetiştirdiği dört halifesine havale ettiği rivayet edilir. Bunlar da Burhaneddin, Hamza, Emirşah ve Ömer’di. Bunlardan Burhaneddin’in eğitimini halifelerinden Şah-ı Nakşbend, Hamza’nın eğitimini halifelerinden Arif Dikkeranî, Emirşah’ın eğitimini Mevlana Yadigar, Ömer’in eğitimini de Cemaleddin Dehistanî üstlenmişti.
Emir Külâl, oğlu Burhaneddin’i halifesi Şah-ı Nakşbend’e ısmarlarken şunları söyledi: “Üstad, çırağını eğitip kemale erdirince kendi eserini çırağında görmek ister. Bu suretle hata ve eksikleri varsa düzeltsin, arzu eder. Bu yüzden ben de oğlum Burhaneddin’i sana havale ediyorum. Kendisi herhangi bir eğitim almamıştır. Siz onu istediğiniz gibi yetiştirin, ben de sizin eserinizi görerek itminan sağlıyayım.”
Şeyhinden aldığı emir gereği, onun eğitimiyle meşgul olan Şah-ı Nakşbend, kısa zamanda dereceler kat’etmesine vesile oldu. Ruhi yapışı gereği halveti ve yalnızlığı seven Burhaneddin’i yetiştirdi. Halkın arasına girmesini sağladı ve şeyhinin takdirini kazandı. Oğlunun manevi terakkisini gören Emir Külâl, “Burhaneddin, bizim burhanımızdır” diyerek hem oğluna, hem de oğlunu yetiştiren halifesi Şah-ı Nakşbend hazretlerine iltifatta bulunurlardı.
Emir Külâl’in oğulları ve halifeleri vasıtasıyla gelişen tarikatı, Şah-ı Nakşbend ile devam etmiştir.
-rahmetullahi aleyhimâ-
HİLYE PÂK-İ ŞÂH-I NAKŞİBEND
Uzunca boylu, buğday tenli, gökçek yüzlüydü. Sakalı büyükçe boynu uzuncaydı. Boynu nur gibi parlardı. Mehabetliydi. Tatlı dilli ve güzel sözlüydü. Halk içinde bulunduğu sırada bile gönlü Hakk ile meşguldü. Türk illerinin saygın mürşidiydi.
ŞÂH-I NAKŞBEND VE NAKŞİLİK:
Şâh-ı Nakşbend hazretleri, kendisine kadar “Hâcegân Yolu” olarak anılan tarikatı “Nakşbendî” yapan kolbaşı. Veliler serdârı bir ulu. Adı Muhammed Bahâuddin b. Muhammed, nisbesi el-Buhârî. Buhârâ yakınındaki Kasr-ı ârifân’dan. Burasının eski adı Kasr-ı Hinduvân. Kendilerine nisbetle “Arifler köşkü” anlamına Kasr-ı ârifân denildi. “Nakşbend” lâkabının nereden geldiği tam olarak bilinmemekle birlikte tarikatın “hafi zikir” ve “rabıta”yı esas almış olmasından kaynaklandığı söylenmektedir. Çünkü “Nakşbend” “Nakışçı, nakışbağı” anlamlarına gelmektedir. Başındaki “Şâh” kelimeside “Gönül Sultanı” anlamına bir saygı ifadesidir.
Şâh-ı Nakşbend, 718 Muharrem’inde (1318 Nisan’ında) Kasr-ı Hinduvân’da doğdu. Bu yıllar Osmanlı Devleti’nin kuruluş yılları. Şâh-ı Nakşbend’in doğumundan tam bir asır evvel, Cengiz Han, Buhârâyı kuşattı. İşgal edip yaktı yıktı ve târ u mâr etti. Bundan sonra Buhârâ, Moğollarla Harezmliler ve İlhanlılar arasında bir çok defa el değiştirerek siyasi açıdan tam bir keşmekeş içinde kaldı. Bahaûddin Buhârî’nin doğduğu zaman Buhârâ, İran Moğolları ile müttefikleri Çağatay hânedânının elindeydi.
Şâh-ı Nakşbend hazretlerinin ilk üstadı, dedesinin ve babasının Şeyhi olan Muhammed Baba Simâsî’dir. Kendisinin doğumunu “Benim burnuma bu evden bir er kokusu geliyor” diyerek müjdeleyen ve onu üç günlük bir bebek iken manevi evladlığa kabul edip terbiyesini halifesi Emir Külâl’e havale eden, odur. Ancak seyr ü sülûkünü yanında tamamlayıp manevi emaneti aldığı mürşidi, Emir Külâl hazretleridir.
DÎNÎ İLİMLERLE MEŞGULİYETİ
Şâh-ı Nakşbend hazretleri, maneviyat yoluna girmeden önce bir süre dînî ilimler tahsili için Semerkand’a gitti. Onsekiz yaşında Semerkant’taki tahsilini tamamlayarak memleketine döndü ve evlendi. Evlenmesinden bir süre sonra ilk şeyhi Simâsî vefat etti. Bu arada Kasr-ı Hinduvân’a gelen Emir Külâl, Bahâeddin’e şeyhinin vasiyetini hatırlatarak, onun manevi eğitimiyle meşgul olmaya başladı. Şeyhiyle birlikte Nesef’e giden Bahâeddin Buhârî yedi yıl kadar orada kaldı.
Abdülhâlik Gucdüvânî zamanında gizli zikre önem veren “Hacegân yolu”nda Mahmud İncir Fağnevî ile cehri zikir, hafi ile birleştirildi. Şâh-ı Nakşbend hazretleri gizli zikre olan meyilleri sebebiyle bir bakıma Abdülhâlik Gucdüvâni’nin üveysi müridi oldu. O’nun vaz’ ettiği esaslar çerçevesinde ve ondan aldığı ruhani üveysi terbiye dairesinde yetişti. Müridinin halindeki farklılığı sezen ve onun cehri zikre katılmayışı dolayısıyla müridlerinin tepkisini bilen Emir Külâl, bir müddet sonra ona: “Şeyhim Muhammed Baba Simâsî’nin senin yetişmen konusundaki emirlerini yerine getirdim. Göğsümde ne varsa sana aktardım. Ama senin himmet kuşun beni geçti. Artık kemâl semasında dilediğiniz gibi uçmağa tarafımdan mezunsun” diyerek icazet verdi. Suhâr’da bir mescid inşası sırasında beşyüz müridin huzurunda gerçekleşen bu icazetten sonra Şâh-ı Nakşbend, oradan ayrıldı. Emir Külâl’in halifesi Arif Dikgirâni’nin dergahında yedi yıl sohbetine katıldı. Bunun ardından on iki yıl kadar Yesevî şeyhlerinden Kusem Şeyh ile Halil Atâ’nın sohbetlerinde bulundu. Bir ara hükümdar olan Şeyh Halil Atâ’nın bertaraf edilmesinden sonra çok üzülen Bahâeddin Nakşbend, dünya işlerinden büsbütün soğuyarak Buhârâ köylerinden Ziverton’a yerleşti. Mevlânâ Bahâeddin Kışlâkî’den hadis okuyan Bahâeddin Nakşbend’in Herat, Merv, Nişabur beldelerine muhtelif seyahatleri oldu. Daha şeyhinin sağlığında irşada mezun olduğu için etrafında geniş bir mürid ve muhib kitlesi oluşmuştu.
Şeyhi Emir Külâl vefatı sırasında (771/1370) müridlerine Muhammed Bahâeddin’e bağlanmalarını vasiyet etmişti. Üç defa hac maksadiyla Hicaz’a gitti. Son haccında halifelerinden Muhammed Pârsâ’yı müridleriyle Nişabur’a gönderdi. Kendisi Herat’a giderek orada bulunan Zeyneddin Ebû Bekir Tâyibâdî ile üç gün süreyle sohbetlerde bulundu ve Nişabur’da bulunan Muhammed Pârsâ ve diğer ihvanına yetişti. Hac dönüşü Bağdad ve Merv’e uğrayan Şah-ı Nakşbend, daha sonra Buhârâ’ya geldi ve vefatına kadar irşad hizmetini orada sürdürdü. Bir ara Herat hükümdarı Müizzüddin Hüseyn tarafından hediyyeler gönderdilerek Herat’a davet edildi. Bu görüşme sırasında Sultan’a pek iltifat etmemesi, onun halk nezdindeki “Şâhlığını” yani gönüller sultanı olma özelliğini daha da artırdı. Buhârâ’nın ilim ve irfan çevrelerinde gördüğü hüsn-i kabul ve saygı, ilmini ve tasavvufî kişiliğini göstermektedir. 791/ 1389 yılında doğdukları Kasr-ı ârifan’da 73 yaşında hastalandı ve bir süre sonra Hakk’a yürüdü.
Hakkında yazılan eserlerden Enîsu’t-tâlibin’in verdiği bilgilere göre Hakim Tirmizi’nin eserlerini okumuş ve fikri olgunluğa o eserler sayesinde ermiştir. Hatta yirmi iki yıldan beri onun tarikında olduğunu söylediği kaydedilmektedir. Bu ifadeler, O’nun tasavvufun amelî ve âhlakî tarafından başka, fikri tarafıylada ilgili bulunduğunun delilidir.
Şah-ı Nakşbend hazretleri çok mütevazi bir hayat yaşadı. Haramlardan titizlikle sakınır, ruhsat yolundan çok, azimet tarikini ihtiyar ederdi. Misafirlerine ikramdan hoşlanır, hediyeye hediye ile mukabele etmeye çalışırdı. Mahlûkatın tümüne şefkat nazarıyla bakardı.
ÜVEYSÎ ÜSTADI GUCDÜVÂNÎ
Çağına yetişmeden, yüzyüze görüşmeden feyz aldığı “üveysî” mürşidi Abdülhâlik Gucdüvânî ona âlem-i mânâda şu nasihatta bulunmuştu: “Oğlum Bahâeddin, zikr-i ilâhi’den fariğ olma! Mahlûkata hâlisâne hizmet et. Çünkü Hakk’a giden yol, hizmetten geçer. Ayağını şeriat seccadesine koy, emir ve nehyde istikamet üzre ol. Daima azimetle amel et, sünnete ittibâ et, ruhsatları bırak, bid’atlerden kaç insanlar, hayvanlar ve bitkiler senden hizmet bekliyor. Hafi zikre sarıl. Allah yâr ve yardımcın olsun.”
Bu vasiyetin tesiri ve fıtratındaki merhametin muktezasınca, onun yaralı hayvanlara baktığı; yaralarını tedavi ettiği hattâ, sokakların temizliğiyle bile meşgul olarak halka hizmet ettiği rivayet edilir.
Sordular:
– Sizin dervişliğiniz mevrûs mudur, yoksa mükteseb midir
Şâh-ı Naşkbend buyurdu:
– Bizim dervişliğimiz Hak cânibinden bir cezbedir. Hakk’ın ikrâmıdır.
– Peki sizin tarikınızda cehrî zikir, halvet ve semâ var mıdır?
– Hayır, yoktur.
– Öyleyse sizin tarikatınızın esası nedir?
– Bizim tarikatımızın esası “halvet der-encümen”dir. Yani zâhir halk ile, bâtın Hakk ile bulunmaktır. “El kârda, gönül yârda” olmaktır. Nitekim Kur’an’daki: “Ne ticaret ve ne de alış-verişin Allah’ın zikrinden alıkoymadığı erler vardır” (en-Nûr. 24/37) âyetinde bunlara işaret vardır.
Şâh-ı Nakşbend hazretleri, ileri ufuklara bakmayı daima yükselmeyi öğütleyen bir mânâ sultanıydı. Müridlerine: “Eğer himmetimizi yüksek tutmaz, oyununuzu büyük oynamazsanız, size hakkımı helâl etmem. Üstün himmette öyle olmalısınız ki, ayaklarınızla başıma basmalısınız.” Yani sizin mânevi dereceniz benden daha yukarılara ulaşmalı.
ASIL KERAMET, KERAMETİ GİZLEMEKTİR:
O’nun tâlim ettiği Nakşilik yolunda en büyük keramet, kerametin gizlenmesiydi, setredilmesiydi. Çünkü Hak Teâlâ bazan veli kulunu kerametle taltif ederek kendisi ile keramet arasında muhayyer bırakarak imtihan eder. Kul, gayenin keramet değil, istikamet ve Hakk rızası olduğunu anlarsa kurtulur; değilse ayağı sürçer ve tökezler. Mâneviyat yolunun en tehlikeli geçidi burasıdır. Şâh-ı Nakşbend’e göre en büyük keramet kerameti örtmek ve gizlemektir. Bu yüzden kendisinden: “Sizden niçin bu kadar az keramet zuhur ediyor?” diye soranlara şu cevabı veriyor: “Omuzlarımızdaki bunca günah yüküne rağmen ayakta durabilmekten daha büyük keramet mi arıyorsunuz?”
Cezbe ve taşkınlıktan, meclisinde sayha ve nârâ atılmasından hoşlanmazdı. Nitekim birisi bulunduğu mecliste: “Allaaaah!” diye haykırdı. O şunları söyledi: “Bu haykırış, gaflet işaretidir. Bizim meclisimizde gafillere yer yok.”
NEFS KONUSUNDA
Nefs konusunda şöyle konuşurdu: “Nefislerinizi kınayın. Çünkü nefsini kınamasını bilen onun hile ve mekrini bilir.”
“Nefsin bineğindir, ona şefkatle davran” hadisindeki nefs, “mutmeinne” derecesine ermiş nefstir. Yoksa emmare olan nefs değildir. Nitekim Kur’an’daki: “Nefs, kötülüğü çokca tahrik edicidir, ancak Rabbımın merhamet ettiği nefs müstesnâ” (Yusuf, 12/53) âyetinde istisnâ tutulan nefs de budur.
Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde “Eziyet veren şeyi yoldan uzaklaştırmayı” imândan saymışlardır. Şâh-ı Nakşbend hazretleri, bu hadisteki ezayı “nefs”, yolu da Hak yolu ve tarikat olarak yorumlardı ve bu duruma göre hadisin anlamı Bâyezid Bistamî’nin buyurduğu gibi, “Nefsini bırak da gel” şeklindedir. Hak ehli kimselere muhabbete bile mani olan nefsten geçmek nefsin sıfatları, esaretinden kurtulmak gerekir.
Buhara ulemasından biri, Şâh-ı Nakşbend hazretlerine sordu:
– Bir kul namazda huzura nasıl erebilir? Cevap verdi:
– Dört şeyle:
1. Helâl lokma
2. Namaz dışında da Hakk’ı asla unutmamak,
3. Abdest sırasında da gafletten uzak durmak; Hakk ile olmak.
4. İlk tekbiri alırken kendini Hakk’ın huzurunda bilmek.
MÂRİFET NESEPTE Mİ İKTİSÂBDA MI?
Kemâl ve mârifetin haseb ve neseble değil, iktisâbla olduğuna inanırdı. Bu yüzden kendisine “Sizin silsileniz nereye ulaşır, ve kime dayanır?” diye soran birine: “Silsile ile kimse bir yere ulaşamaz.” diye karşılık verdi.
Kur’an’daki “Ey müminler Allah’a inanın” (en-Nisâ, 4/136) âyetini her göz açıp kapamada bu fânî vücûdu nefyedip mabûd-i hakiki’yi isbat etmektir” diye yorumlamıştır. Mâsivâya aldanıp bağlanmayı bu yolda en büyük perde olarak görmüş, kelime -i tevhiddeki “Lâ ilahe” tabiat putunu nefydir. “İllallah” gerçek mabûdû isbâttır. “Muhammedun Rasûlullah” Hazret-i Rasûle ittibâdır. Bu yüzden zikirden maksad, bu sırra ermektir. Zikir sırasında mâsivâ bilkülliye nefy olmalıdır, sayısının çok olması şart değildir.
Şâh-ı Nakşbend hazretleri, yolunun esasını “sohbet” olarak tanımlamıştır. “Yolumuz sohbetledir. Halvette şöhret vardır. Şöhrette de âfet. Hayr ve felah cem’iyette, halk arasına karışmaktadır. Sohbete devam, iman-ı hakikiye imkân sağlar. Bizim tarikımızda az amel ile çok fütûh olur. Çünkü sünnete ittiba zor iştir ve bizim yolumuz sünnet yoludur.”
HACEGÂN YOLU VE NAKŞİLİK
Bilindiği gibi, Şâh-ı Nakşbend hazretleri, Hâcegân yolunun Hace Abdulhâlik Gucdüvânî tarafından tesbit edilen “on bir” esasını ihyâ etti. Nakşbendiyye yolunu daha sağlığında Buhârâ, Semerkand ve Maveraünnehir bölgesine yaydı. Güçlü ve müteşerri halifeleri sayesinde yıllar yılı İslâm ülkelerinde tesir ve nüfuzunu devam ettirdi. Şâh-ı Nakşbend, Hanefî mezhebindeydi. Kendisinin tasnîf
buyurdukları “Evrâd-ı Bahâiyye” sinden başka eseri yoktur. Ancak müridi ve halifesi Muhammed Pârsâ ve diğer halifeleri, bazı sözlerini tespit etmişlerdir. Osmanlıların kuruluş yıllarında teessüs eden tarikatı, XIV. Asırdan itibaren Osmanlı ülkesinin muhtelif yerlerine yayılma imkânı bulmuştur.
Buhârâ’da bulunan kabri, yetmiş yıllık komünist rejim sırasında halkın manevi himaye odağı gibi hizmet görmüş, gizli zikri esas olan tarikatı vicdanlarda mahpus imanları korumuştur.
-kaddesallahu sirrahu’l-Aziz-
HİLYE PÂK-İ ATTÂR
Alâeddin Attâr, orta boylu, gökçek yüzlü, esmer tenliydi. Sakalı büyükçeydi. Sahvı sekrine galip bir sûfi olduğundan huşu ve huzû üzre bulunurdu. Dirayeti yüksek,firaseti keskindi. Sohbeti tesirli, terbiye ve eğitimi yetiştiriciydi.
Altın Silsile’nin onyedinci halkası, Şah-ı Nakşbend hazretlerinin yetiştirdiklerinden ve damadı. Adı Alaüddin bin Muhammed bin Muhammed, nisbesi el-Buharî, el-Harezmî. Attar lakabı, her halde maişetini temin için meşgul bulunduğu; halk arasında “Aktarlık” denilen “ıtriyyat” satıcılığından gelmiş olmalıdır.
Aslen Harezm’li. Babasının kendisinden başka Şihabuddin ve Mübarek isminde iki oğlu daha var. Babasının vefatında Buhara medreselerinde ilim tahsili ile meşgul bulunan Alaüddin, kardeşleri lehine baba mirasından feragat etti. Medrese’de talebe iken zahidane tavrı ve ilmi vukufu sayesinde Şah-ı Nakşbend hazretlerinin ilgisini çekti ve damadı oldu. Kayınpederinin yanında sıkı bir seyr ü sülük ve riyazat eğitimi gördükten sonra irşadla görevlendirildi. Bahaeddin Nakşbend hazretleri daha sağlığında müridlerinin büyük bir kısmının eğitimim ona havale etmişti. Hatta bu yüzden: “Alaeddin bizim hayli yükümüzü hafifletti.” buyururlardı. Dirayetli irşadları ve bereketli sohbetleri sayesinde pek çok kimse onun elinden kemal bulmuştur. Şah-ı Nakşbend hazretlerinin iki büyük halifesi vardı. Birisi Alaeddin Attar, diğeri Muhammed Parsa. Her iki halifesi hakkında da kendi yerine geçmesi konusunda işaretleri rivayet olunmakta ise de silsile “Alaeddin Attar” ile devam etmiştir. Vefatları 20 Receb 802 / 19 Mart 1399’dur. Kabri Buhara’da Çiğanyân’dadır. Şah-i Nakşbend’in kerimesinden dört oğlu oldu.
En büyük halifesi yerine geçen Ya’kub Çerhî’dir. Ünlü müellif Seyyid Şerif Cürcanî, Alaeddin Attar’ın mürididir. Cürcanî’nin Ta’rifat adlı kavramlar lügati, itikadi, tasavvufi konular ağırlıklı bir eserdir.
Menakıb kitaplarının verdiği bilgilere göre, Alaeddin Attar ile Şah-ı Nakşbend hazretlerinin küçük bir kerimesi vardır. Hanımına der ki: “Kızım adet görüp buluğa erince hemen bana bildir. Ben onu uygun biriyle nikahlayayım.” Annesi de kızı buluğa erince derhal Şah-ı Nakşbend hazretlerini haberdar eder. Bunun üzerine Şah-ı Nakşbend, Kasr-ı arifân’dan kalkıp Buhara’ya giderek medresede kızına uygun bir nasib arar ve Alaeddin Attar’ın kaldığı hücreye varır. Alaeddin, zengin bir ailenin çocuğu olduğu halde ilim aşkıyla baba mirasını kardeşlerine terketmiş, gönül sultanlığına namzed bir gençtir. Odasında üzerinde yattığı eski bir hasır, yastık olarak kullandığı bir tuğla ile üstüne örttüğü bir keçe ve abdest aldığı ibrikten başka eşyası yoktur. Alaeddin Attar, hücresine gelen nur yüzlü Şah-ı Nakşbend’i görünce, ya daha önce tanıdığından veya onun yüzündeki mehabetin tesiriyle derhal ayaklarına kapanır ve öpmeye başlar. Bahaeddin Nakşbend hazretleri der ki:
– Benim yeni büluğa eren bir kızım var, ben onu sana nikahlamak istiyorum.
Böyle bir teklife ekonomik ve psikolojik olarak henüz hazır olmayan Alaeddin Attar şu karşılığı verir:
– Böyle bir teklif, benim için mutlulukların en güzeli. Ancak benim evlenmek için hiçbir hazırlığım yok. Halimi görüyorsunuz.
Bunun üzerine Şah-i Nakşbend buyurur ki:
– Benim kızım sana, sen de ona mukadder ve müyessersin. Sizin mukadder olan rızkınızı da gayb hazinesinden verecek olan O’dur, bu konuda telaş ve hüzne gerek yok.
Bu suretle çok sade bir merasimle iki genç evlendi. Alaeddin Attar, medresedeki tahsilini tamamlayınca kayınpederinin yanında manevi eğitime ve batın imarına başladı. Şah-ı Nakşbend Hazretleri medrese tahsilini ve zahiri ilimleri ikmal etmiş bulunan damadının gönlündeki “benlik” duygusunu ezmek için onu mahalle aralarında elma satmaya memur etti. Şeyhinin verdiği emir gereği, Alaeddin Attar, bir tepsi elmayı başına koyarak yalınayak mahalle aralarında bağırarak elma satacaktı. Alaeddin Attar, kendisine verilen bu emri yerine getirdi. Ancak iki kardeşi onun bu halinden hiç de memnun olmadılar, kendisine çıkıştılar. Haysiyetlerinin iki paralık olduğunu söyleyerek akıllarınca onu uyardılar. Şah-ı Nakşbend, damadına, bunlara hiç aldırmadan görevine devam etmesi uyarısında bulundu. O da bütün tepkilere rağmen vazifesini kusursuz ve fütursuz yerine getirdi. Nihayet Alaeddin Attar’daki benlik duygusu silinince şeyhi onu yanına aldı ve “zikr-i hafi” telkiniyle eğitimini sürdürdü. Uzunca bir süre hiç ayırmadan terbiyesiyle meşgul oldu. Hatta müridlerinden bir kısmı “Onu niye hiç yanınızdan ayırmıyorsunuz?” diye sormak durumunda kaldılar. O bu soruya: Yakub (a. s)’un Yusuf hakkında söylediğini söyleyerek cevap verdi:
-O’nu kurt yemesinden korkuyorum” Bu sözdeki nükte, onun büyük bir sırra mazhar olacağı anlamındaydı. Nitekim öyle de oldu.
Şah-ı Nakşbend’in halifelerinden Muhammed Parsa, sekri sahvına, cezbesi bastına galib bir zattı. Alaeddin Attar ise temkin ehliydi. Sahvı sekrine galipti. Engin bir gönle sahipti. Nitekim Şeyh Muhammed Râhin bir gün kendisine şöyle sordu:
– Kalbin nasıl? Onu nasıl buluyorsun? Alaeddin Attar dedi ki:
– Bilmem, bu konuda bir fikrim yok. Bunun üzerine Şeyh Rahin:
– Ama ben senin kalbini üç günlük bir hilal gibi görüyorum, dedi.
Alaeddin Attar, oradan ayrılınca şeyhinin yanına vardı ve olanları anlattı. Şah-ı Nakşbend:
– Şeyh Rahi’nin gördüğü kendi kalbidir, dedi ve Alaeddin Attar’ın ayağına bastı, Alaeddin kendinden geçerek bütün varlığı gönlünde hissedip tam bir cem, vuslat, gaybet ve vahdet haline erdi. Alaeddin, cem ve vuslat halinden fark ve sahv haline dönünce Üstadı ve kayınpederi buyurdu ki:
– Böyle bir kalbi başkasının anlaması mümkün değildir. Çünkü böyle gönüller, “Ben yere ve göğe sığmadım, mümin kulunum gönlüne sığdım” (bk. Keşfu’1-hafa. Nü: 2256) hadis-i kudsisinin sırrına mâ-sadak olan gönüllerdir.
Sülûkünün başlangıcında şeyhinin yanında iyi bir riyazat eğitiminden geçmiş bulunan Attar, riyazat konusunda da şöyle konuşurdu: “Riyazattan gaye, nefsani ilgilerden kesilip ruh ve hakikat alemine geçit bulmaya çalışmaktır.”
Tasavvuf yolunun erdiriciliğini ve Hakk’a vardırıcılığını şöyle anlatırdı: “Bu yola taklid ile giren bile, tahkika erer. Ancak talibin kalbi yönelişi, Hakk’ın zatı olacak, gönül gözü O’nun vechinden ayrılmadan iki cihanda Hak’tan başka her muradı bırakacak.”
Alaeddin Attar, temkin ehli sûfilerden olmakla birlikte fena ve baka sırrına erenlerdendi. “Fena” konusunda şöyle konuşurdu:
“Fenâ, Yüce Allah’ın bir müride dünya mülkünü, ruhlar alemini unutturmasıdır. Bunun bir ilerisi vardır ki, o da fena duygusunun da unutulmasıdır. Ona da “fena ender-fena” veya “fena ani’1-fena” derler.
Müridin gönlünün ilahi feyizlere açılması için önce gönlünün mürşid sevgisi dışında herşeyden ve özellikle bu sevgiye engel olan şeylerden tertemiz olması gerektiğini, mürşid sevgisi gönlünde yer edenin kalbine ilahi feyizlerin sağnak sağnak ineceğini söylerdi.
Eğer bir müridin gönlüne feyiz gelmiyorsa kusur feyizde değil, feyizlere talib olan müriddedir. Çünkü feyiz, ürkek ceylan gibidir. Yabancılar ve engeller onu ürkütüp kaçırır. Ayrıca mürid, bütün hallerini mürşidine açmalı ve şuna inanmalıdır: “Gayeye ancak mürşidin sevgisi ve rızası sayesinde varılabilir.” Bu yüzden müridin ilk görevi mürşidini hoşnud ve razı etmektir. Çünkü mürid için mürşid kapısından başka bütün kapılar, kapalıdır. Öyleyse ona teslim olmaktan başka çare yoktur. Zaten mürid, iradesini mürşidine ve Hakk’a teslim edendir.
Nakşîlik yolu edeb yoludur, sohbet yoludur. Bu yüzden bu yolun varisi olan Alaeddin Attar’ın şu sözleri ilgi çekicidir: “Tasavvuf erbabının kalplerine eziyet verecek bir iş yapmaktan sakın. Onlarla düşüp kalkarken, aralarına katılırken uyulması gerekli edebi unutma. Onların sohbetine katılmadan edeplerini öğren. Çünkü “edebi olmayanın tarikatı da olmaz.” Tarikattan, tasavvuftan istifadenin yolu sohbetten geçer, sohbet de edeble olur. Sakın kendini edebli görmeye kalkışma. Çünkü kişinin nefsinde edeb vehmetmesi de sü-i edebdir.”
Tevbe ve kulluk şuuru arasında şöyle bir ilişki kurardı: “Tevbenin sağlam oluşunun alameti, ibadete kulluğa meyil duymaktır. Masiyet ve günahtan kaçmaktır. Yüce Rabbimiz, nefse iyiliklerini de kötülüklerini de ilham eder. Eğer tevbe sağlam ve makbul olursa insanın gönlüne güzel ilhamlar gelir. Kul gönlünde güzel ilhamlar ve taate meyiller bulursa haline şükrederek bu ilham ve meyillerin gereğini yerine getirmelidir. Eğer gönlünde kötü ilhamlara yer bulur ve o tarafa meyil hissederse hemen Allah’a sığınıp tevbesini yenilemeli ve ağlayıp gözyaşı dökmelidir.
-rahmetullahi aleyh-
Altın Silsile’nin Alâeddin Attâr’dan sonraki halkası Yakub Çerhî. Maveraün-nehir’de Kandehar ile Gaznin arasında, Gaznin’e bağlı Cerh köyünden. Bu yüzden Çerhî diye ünlü. Bu köyde doğdu. İlk tahsilini memleketinde yaptı. İlim için Herat ve Mısır’a gitti. Mısır’da Şihabuddin Seyrânî’den okudu. Aynı yıllarda Mısır’da ilim tahsili için bulunan Sühreverdiyye’nin Zeyniyye kolu kurucusu Zeyneddin Hafî ile arkadaşlık etti. Bedahşan ve Buhara gibi şehirleri de dolaşan Çerhi’nin tasavvuf yoluna ilk intisabı Şah-ı Nakşbend hazretleri eliyledir. Ancak seyr u sülûkünü tamamlaması Alâeddin Attâr vasıtasıyla olmuştur. Zahir ve batın ilimlerinde derinlik kazanmış bulunan Yakub Çerhi, pek çok halife yetiştirdi ve pek çok kimsenin Hak yola girmesine vesile oldu. Şeyhinin vefatından sonra yerleştiği Hisar köylerinden Hülfütû’da 851/1447 yılında vefat etti. Kabri oradadır. Yaşadığı yıllar Timurleng dönemine rastlamaktadır.
ŞEMAİL-İ ÇERHİ
Ortaboylu, beyaz tenli, gökçek yüzlüydü. Sakalı seyrek ve beyazdı. Alnında bir “ben” vardı. Zahir ve batın, ilimlerinde rüsuh ehli, zahirî ve batınî rumûz sahibiydi.
Tasavvuf Yoluna Girişi
Yakub Çerhi, Herat ve Mısır medreselerinde dini ilimler sahasında fetva verecek seviyeye geldikten sonra memleketine döndü. Çocukluk yıllarından beri tanıyıp saygı duyduğu Şah-ı Nakşbend hazretlerinin sohbetine katılmayı arzu etti. Ziyaretine varıp:
“Beni gönlünüzden çıkarmayın, dualarınızdan eksik etmeyin. Gönlüm sizin iştiyak ve cezbenizle dolu.” şeklinde tazarruda bulundu. Bunun üzerine Şah-ı Nakşbend, dini ilimlerde belli bir seviye kazanmış bulunan bu genç alimin bu yoldaki samimiyetini anlamak için sordu:
– Bize karşı olan bu iştiyak ve cezbenizin sebebi nedir? Yakub Çerhi dedi ki:
– Siz halkın makbulü ve herkesin hürmetine mazhar bir ulu kişisiniz.
Bu cevabı yeterli bulmayan Bahaeddin Nakşbend:
– Bu yeterli bir sebep değil. Çünkü şeytani sıfatlara sahip kimseler de halkın makbûlü olabilir. Başka sebep yok mu? diye sorunca Yakub Çerhi şu cevabı verdi:
– Bir hadis-i şerifte Allah Rasûlü buyuruyor: “Allah Teala bir kulunu sevdi mi, onun sevgisini diğer kulların kalbine ilka eder.”
Bu söylenenler üzerine Şah-i Nakşbend tebessüm etti ve:
– Biz Azizân cemaatiyiz, dedi. Yakub Çerhi, “Azizân” tabirini duyar duymaz yerinde duramaz olmuştu, kendisini bir cezbe hali ve gaybet kaplamıştı. Çünkü bir ay kadar önce kendisine rüyasında: “Git Azizân’a mürid ol” denilmişti. Ancak o, daha önce gördüğü bu rüyayı unutmuştu. Bu kelimeyi duyar duymaz derhal o rüyayı hatırladı ve irkildi. Tabii bağlılığı da bir kat daha artmış olarak. Ayrılırken Şah-ı Nakşbend ona takkesini armağan etti ve; “Eline aldıkça ve gördükçe bizi hatırlarsın. Hatırlayınca da bizi yanında bulursun” dedi. Arkasından da Belh şehrine bağlı Deştkülek’te Allah dostlarından Mevlana Taceddin’e gidip bir süre hizmet etmesini öğütledi. Çünkü himmetin yolu hizmetten geçerdi.
Nefehât müellifi, Yakub Çerhi’nin Şah-i Nakşbend hazretlerine intisabını biraz daha farklı ifadelerle şöyle anlatıyor: Yakub Çerhi, Bahaeddin Nakşbend ile ilk görüşmesinde ondan sohbetine ve tarikatine kabûlü talebinde bulundu.
Şah-ı Nakşbend bu işin emri Hakk olduğunu, bu yüzden istihare ve istişaresiz olamayacağını söyledi. “Bu gece bir istihare yapalım, eğer kabul edilirseniz biz de kabul edelim” dedi. O gece Yakub Çerhi için bitmek bilmeyen uzun bir gece oldu. Acaba bu kapı kendisine kabulle mi açılacaktı, yoksa red ile mi?
Sabahleyin Şah-ı Nakşbend: “Kabul buyuruldunuz, ancak Alâeddin Attar’ın sohbetine devam edeceksiniz” dedi. Bu görüşme sırasında Şah-ı Nakşbend ona “vukuf-i adedi”yi talim etmişti. Bilindiği gibi vukuf-i adedi:
Zikir sırasında sayıya riayet etmek, aklı dağınıklıktan koruyup bir yerde toplamak ve dikkati teksif etmektir. Şah-ı Nakşbend “zikri adedi”yi anlattıktan sonra “Hızır aleyhisselamın Abdülhalik Gucdüvani’ye öğrettiği ledünnî ilmin ilki budur.” dedi. Ardından şunları anlattı: İlim iki türlüdür. Biri kalb ilmi, diğeri lisan ilmi. Kalb ilmi nebilerin ve Resullerin ilmidir ve faydalıdır. Lisan ilmiyse Allah’ın kullarına bir delili ve belgesidir. Hakk Teâlâ sana kalb ilmi bahşetsin. Kalb ilmi içi ve dışı doğru kimselerle sohbet etmek suretiyle gelişir. Ancak böyleleriyle düşüp kalkarken kalbinize sahip olun. Çünkü onlar, kalplerin casusudur, kalplere girip çıkarlar ve sizin meyillerinize bakarlar.
Bu görüşmeden sonra Yakub Çerhi, Bedahşan tarafına gitti. Şah-ı Nakşbend hazretleri vefat edince Alâeddin Attâr, Çiğanyan’a yerleşmişti. Attar, Çerhi’ye bir elçi göndererek şeyhinin vasiyetini hatırlattı. Bunun üzerine Yakub Çerhi, Bedahşan’dan Çiğanyan’a geldi ve şeyhi Alâeddin Attar’ın vefatına kadar orada onun hizmetinden ayrılmadı. Hatta Alâeddin Attâr’ın oğlu Nasıruddin Ubeydullah Yakub Çerhi’nin sohbetinden feyz alanlar arasındadır.
Vakfiye Şartlarına Riayet
Yakub Çerhi, ilim tahsili için Herat’ta bulunduğu sürece meşhur mutasavvıf Abdullah el-Ensari el-Herevi’nin dergahındaki imarete devam eder, yemeğini orada yerdi. Çünkü o dergahın vakfiyesinin şartlarında genişlik vardı. Maveraünnehir büyükleri, genellikle vakfiyesindeki genişlik sebebiyle bu ve benzeri bir iki vakfın yemeğini yerler, mürid ve talebelerini de bunlardan başka yerlere göndermezlerdi. Çünkü: “Vakfedenin koyduğu şart, kitap ve sünnet hükmü gibidir.” fehvasınca şartı vakıfa riayet lazımdır. Bir başka ifadeyle vakıflara uyulması zor şartlar konulmamalıdır ki, daha sonra gelenler sıkıntı çekmesin ve vakfiye şartına uymama tehlikesiyle karşı karşıya kalınmasın. Ayrıca dervişan grubunun lokmalarına azamî titizlik göstermeleri gerekir. Çünkü haram, ya da şüpheli lokma, saliki tam bir ricalle yolundan alabilir, sırat-ı müstakim’den edebilir.
Zeyneddin Hâfi île
Yakub Çerhi ile Zeyneddin Hâfi, aynı yıllarda Mısır’da beraber bulunmuşlar ve aynı hocalardan okumuşlardır. Aralarında meşreb birliği de bulunan bu iki gönül dostu, zaman zaman bir araya gelip hasbihal ederlerdi. Aradan yıllar geçtikten sonra Yakub Çerhi, Horasan’da uzun yıllar bulunmuş olan müridi Ubeydullah Ahrar’a Şeyh Zeyneddin Hâfi müridlerinin halinden sordu:
Zeyneddin Hâfi müridlerinin rüya tabirleri nasıldır. Genellikle yorumlarının doğru çıktığı ve tabirlerine çok güvenildiğini duydum. Bu konuda bilgin var mı? Ubeydullah Ahrar:
Evet, duyduklarınız doğrudur, der demez Yakub Çerhi kendinden geçti, huzur hali gaybete dönüştü. Vakıa o, gaybet ve cezbesi huzur ve sahvına galip bir sufiydi. Elleriyle sakalını tutmuş bir halde başı önüne düştü ve bir süre öylece kaldı. Kendisine geldiğinde, kendisinin gecenin değil, gündüzün ve aydınlıkların çocuğu olduğunu anlatan bir şiir okudu ve rüya tabiri işiyle ve uykuyla ilişki olmadığını anlatmaya çalıştı.
Râbıta Konusu
Kuvvetli sevgi sebebiyle sâlikin, gıyabında bile şeyhinin huzurunda imiş gibi edeble davranması demek olan rabıta, Nakşbendilik’te özel bir anlam ve önem taşır. “Sadıklarla beraber olmak” (et-Tevbe, 9/119) emrine imtisal demek olan rabıta, aslında “şahsiyet transferi ve identifikasyon” gibi kavramlarla da açıklanabilir. Nitekim Yakub Çerhî kendisine intisab etmek isteyen bir müridine bu sırrı açıklamak için kendi ellerini göstererek:
“Nakşbend hazretleri bu elleri tutup:
“Senin elin benim elimdir. Her kim senin elini tutarsa benim elimi tutmuş olur” buyurdular. Öyleyse tut elimi, bu el Bahaeddin Nakşbend’in elidir.” demişti. Râbıta ve silsile yoluyla bu el, Hz. Peygamber (s.a.)’e ve Hz. Allah’a uzanır. Nitekim Allah Teâlâ Kur’anı Kerim’inde Rasûlü’ne bey’at eden kimseleri kendisine bey’at etmiş sayarak Rasûlü’nün elini de kendisine izafe etmiştir.” (bk. El-Feth, 48/10)
Şah-ı Nakşbend hazretleri ve halifeleri “rabıta” konusuna ayrı bir önem vermişlerdir. Yakub Çerhi tarikat icazeti alacağı zaman Hacegan yolunun şartlarını baştan başa öğrendi. Rabıta şartını anlatırken şeyhi kendisine dedi ki: “Bu yolu öğretirken dehşet hissi vermemeğe çalış! Emaneti isteklilere ve istidadlılara ulaştırmaya bak. Çünkü emaneti ehline vermek de ilahi bir emanettir.”
Yakub Çerhi, halife ve müridlerini genellikle istidadlılardan seçerdi. Onları Nakşî âdâbıyla yetiştirirdi. Ancak halifelerini irşad konusunda muhayyer bırakarak şöyle konuşurdu: “Bizim mürşidimizden öğrendiğimiz usul, Hacegân yoluna has olan ‘nefy ve isbat’ usulüdür. Eğer siz, taliplerinizi ‘cezbe’ yoluyla eğitmek isterseniz o yine sizin bileceğiniz iştir. Talib mürşidinin huzuruna bütün istidadını toplayarak gelmelidir. İstediği her kudretin yeri kendisinde mevcud olmalı ve iş hemen izne bağlı olmakdan ibaret kalmalı” diyerek mürşidlerin, müridlerin toprağında var olan madeni ve kabiliyeti ortaya çıkaran usta eller olduğunu anlatmak isterdi.
Çerhi’nin emaneti teslim edeceği müridi ve halifesi Ubeydullah Ahrar’ı işaret ederek söylediği şu söz çok anlamlıdır: “Talib, mürşidine Ubeydullah gibi gelmeli. Meş’alesi hazır, yağı ve fitili tamam, iş bir kibrit çakıp ateşi tutuşturmakta…”
-rahmetullahi aleyh-
HİLYE-PÂK-İ AHRÂR
Uzunca boylu, esmer tenli, gökçek yüzlüydü. Sakalı büyükçe ve beyazdı. Sakalındaki karalar, sayılabilecek kadar azdı. Sohbeti tatlıydı, konuşurken müridlerini saadette gark ederdi. Zahir ve batın ilimleriyle donanmıştı. Nurlu yüzünü gören dua ve senadan kendini alamazdı. Şiirleri ve sözleri çok tesirliydi. Tarikatte huccet sayılırdı . Nakşi meşayıhının muammerininden, uzun ömürlülerindendi. Bir asra yakın muammer oldu. Hz. Ömer neslindendi.
Altın silsile’nin ondokuzuncu halkası Ubeydullah Ahrâr Nefehât müellifi Molla Cami ile Reşahat müellifi Ali b. Hüseyin el-Vaiz’ın mürşidi. Bu yüzden her iki müellif de eserinde Ubeydullah Ahrâr için geniş yer ayırmışlardır. Özellikle, Reşahat müellifi, eserini Ubeydullah Ahrâr için yazmıştır, denilse yeridir.
Kısa Çizgilerle Hayatı
Ubeydullah Ahrâr hazretleri, hicrî 806 Ramazan’ında (m 1404 Mart) Taşkent’e bağlı Bağıstan’da doğdu. Hz Ömer neslinden ilim ve irfan ehli bir aileden. Kendisinin eğitimiyle dayısı şeyh İbrahim Şaşî meşgul oldu. Temel ilimleri Taşkent’te okudu. Daha sonra yine dayısının teşvikiyle Semerkand’a gitti. Orada Uluğ Bey medresesinde Nizameddin Hamüş’un talebesi oldu. Semerkand’dan Buhara’ya geçti. Orada Şeyh Hamîduddın Şaşî’nın sohbetlerine katıldı. Buhara’dan Herat’a geçerek Seyyid Kasım Tebrîzî’nin yanına vardı. Tebrîzî, Ahrâr’ın çok istifade ettiğini belirttiği ustadır. Herat’ta ayrıca Bahaeddın Ömer Horasani ile tanıştı. İlim ve irfan yolunda geçen bu seyahatlerden sonra Ubeydullah Ahrâr, nihayet Çiganyan’da Yakub Çerhî’yi buldu, ona bende oldu, emaneti ondan aldı. Şahsî kabiliyeti ve daha önce görüştüğü şeyhlerden aldığı feyz sayesinde Ya’kub Çerhi’nın yanında kısa zamanda seyr-ü sulükunu tamamladı, şeyhinin iltifat ve sevgisine mazhar oldu. Bir kısmı ilim muhitınden, bir kısmı devlet ricalınden, diğer bir kısmı da halkın muhtelif kesimlerinden olmak üzere pekçok mürid ve halife yetiştirdi.
Maişetini temin için çiftçilik yapardı. Cenab-ı Hakk’ın verdiği bereket sayesinde zengin oldu. Servetinden gerek çalışarak emek karşılığı gerekse onun ihsanlarıyla binlerce insan istifade etmiştir. Vefatı 893 Rebîu’levvel 1490 Ocak’ta Semerkant’tadır. Kabri orada Şeyh Kefşir mahallesi kabristanındadır. Hizmet Anlayışı
Ubeydullah Ahrâr hazretleri, himmeti halka hizmette arayanlardandı. “Tasavvufu başkalarının yükünü taşımak, kendi yükünü başkalarına taşıtmamak” olarak anlardı Nitekim “ben bu yolu tasavvuf kitaplarından okuyarak değil, halka hizmetle elde ettim. Herkesi bir yoldan götürürler, bizi hizmet yolundan götürdüler” derdi. Bu sebeble kemal yolunda başlangıçtan nihayete kadar, tanıdığı-tanımadığı, dost-düşman herkese hizmet etmiştir. Nitekim kaynakların bildirdiğine göre Semerkand’da Mevlana Kutbeddin medresesinde yatalak bir kaç hastanın bakımını üstlenmişti. Her gün belli zamanlarda bu hastaların altlarını temizler, karınlarını doyururdu. Nihayet bu hastalardaki sıtma mikrobu kendisine de geçti. Fakat sıtmalı haliyle yine bu hastaların hizmetlerini aralıksız sürdürdü, altlarını temizledi, sularını getirdi, karınlarını doyurdu.
Herat’ta bulunduğu yıllarda hizmet kastıyla sabahları Abdullah Ensarî el-Herevî’nın vakfı olan hamama giderek orada her renk ve her dilden insana ivazsız garazsız hizmet ettiği Reşahat’ın beyanlarından anlaşılmaktadır.
Mürşidlik hizmetiyle meşgul bulunduğu yıllarda da müridlerini, ağır mücahede, ve murakabeden çok hizmete yönlendirirdi. Nitekim huzurunda murakabeye varan bazı müridlerini şöyle uyarırdı “kaldırın başınızı, içinizden duman çıktığını görüyorum. Murakabe kim, siz kim? Size düşen temizlik için su taşımak, hela temizlemek ve insanlara hizmet etmektir. Bu geçitten geçmeden murakabeye liyakat kazanılmaz.”
Hacegan yolunda vaktin icabına göre hareket etmek, bir başka ifadeyle “İbnü’l-Vakt” olmak en büyük meziyettir. Bu bakımdan zikir ve murakabe, ancak müslümanlara hizmet edecek bir durum olmadı ğı zaman yapılır. Gönül almaya yarayacak hizmet ise, zikir ve murakabeden önce gelir. “Buradakı zikir, müridin evradı olan zikrin dışındaki nafile ve toplu zikirdir. Çünkü vird olan zikir, zaten dervişin görevidir, ahdinin icabıdır. Bazıları nafile ibadetle uğraşmayı hizmetten üstün sanır. Halbuki gönüldeki feyz, hizmet mahsulüdür. Şah-ı Nakşbend ve onun yolunda gidenlerin, hizmeti öne almaları, hizmetteki tevazu ve eğitici güç sebebiyledir.
Herat’ta bulunduğu yıllarda sokakta beş parasız dolaşırken bir dilenci kendisinden yemek parası istedi. Parası olmadığı için dilenciye birşey veremeyince elinden tutup bir aşçının önüne götürdü. Başındaki sarığı çıkartıp aşçıya verdi ve dedi ki “Bu tülbent eskidir, ama temizdir, kaplarınızı kurulamaya yarar. Bunu alın da şu fakire bir yemek verin” dedi. Bunun üzerine aşçı, fakirin önüne bir kap yemek koydu ve tülbendi geri verdi ise de Ubeydullah Ahrâr, almadan çıkıp gitti.
Helal Lokma
“Helal lokma konusu üzerinde çok dururdu. Nitekim üstadlarından Seyyid Kasım Tebrîzî de “helal lokma” konusunda şu sözlerle kendisinin dikkatini çekmişti. “Bu zamanda marifet ehli ve hakikat eri kimselerin ortaya çıkmayışının sebebi, iç temizliğinin, batın tasfiyesinin yokluğudur. Batın tasfıyesi ise, herşeyden önce helal lokma ile olur, helal yiyecek azalınca marifet ve hakikat kaybolur.”
Edebe riayet ve insanlara saygıya çok önem verirdi. Bağlılarının ifadelerine göre, huzurunda bulunanları iğrendirecek şekilde sümkürme, tükürme gibi hareketler ondan sadır olmazdı. Esneme gibi gevşeklik ifadesi hareketleri de yapmazdı. Peygamberlerin ve özellikle de Peygamberimizin hiç esnemediği düşünülürse bunun ne derece büyük bir edeb olduğu anlaşılmış olur.
Gerek yolculuk sırasında, gerekse ihvanı ile olan gezintilerinde onları rahat ettirmek için, kendisi çoğu zaman kurulan çadırda gölgelenmez, bir bahane bulup atıyla dolaşmaya çıkar ve çadırı onlara bırakırdı.
Tasavvuf tariflerinin pekçok olduğunu, bunların sayılarının belki yediyüzü bulduğunu söyler, en çok Şeyh Ebû Said’in şu tarifini beğenirdi: “Tasavvuf, zamanını en uygun şey için harcamaktır.”
Şeyhin güzel giyinip müridlerine güzel ve vakarlı görünmesi gerektiğini söylerdi. Çünkü dağınık ve düzensiz bir şeyh, ihvanının gözünde küçülürdü. Böyle olunca da ihvanın ona rabıtası azalırdı. Nitekim Peygamberimiz (s.a.) de daima temiz ve güzel giyinir, ashabına da onu öğütlerdi.
Kendisiyle sohbet edilecek kimsenin vasfını şöyle açıklardı: “Ya senin kendisinde yok olacağın, ya da sende yok olacak kimse ile sohbet et. Veya hem senin, hem de onun, birlikte Allah’da yok olacağınız biriyle sohbet et, ne sen kalasın, ne de sohbet ettiğin. Sade O (Allah) kala.” Rabıta için maddi uzaklığın manevi yakınlığa engel olmadığını söylerdi. Kur’an’da rabıtaya delil sayılan “Sadıklarla beraber olunuz” (et-Tevbe, 9/119) ayetindeki beraberliği şöyle anlatırdı: “Beraberlik iki türlü olur: Hissi ve manevi. Hissi beraberlik, onlarla oturup kalkmak, sohbetlerinde bulunmaktır, onlara yakın olan sohbetlerine devam eden kimsenin kalbi, onların batın nuruyla nurlanır, huyu da onların güzel huyları sayesinde güzelleşir, nurlanır. Manevi beraberlik, kalbi onlara bağlayıp ruhaniyetlerine yönelmektir. Bu durumda onların yakınında da olunsa, uzaklarında da bulunulsa hep onlarla olunur. Aradaki manevî bağ; tam olunca onların sırları, bu manevî bağa ve rabıtaya sahip olanlara yansır.
Ülfetli kimselerle beraber olmanın lüzumu üzerinde dururdu. “Huyu suyu zıd kimselerle görüşüp, konuşmak, gönül perişanlığı doğurur” derdi. Nitekim bir defasında yanına gelen bir müridine “Senden yabancılık kokusu geliyor” demişti. Arkasından da: “Sakın yabancı birinin elbisesini giymiş olmayasın” diye ilave etmişti. Mürid de: ”Evet öyle oldu” deyip sırtındaki elbiseyi değiştirip tekrar geri gelmişti.
Giyilen eşya gibi içinde bulunulan mekanında insanın ruh dünyasını etkilediğini şöyle anlatırdı: “Namaz, ibadetlerin en faziletlisidir. Buna rağmen kılındığı yere göre fazilet derecesi değişir. Fısk ve fücur yerlerinde kılınan namazla huzur yerlerinde, Kabe’de ve Mescid-i Nebi’de kılınan namaz bir değildir.”
“Havatır” denilen beşerî ve nefsanî duygulardan kurtulmanın üç yolu olduğu-nu şöyle anlatırdı:
1. Hayır, itaat ve ibadet yolun da gayret, riyazat ve mücahedeye devam,
2. Kendi kuvvetini aradan çıkarıp herşeyi Allah’tan bilmek,
3. Şeyhinin himmetine sığınmak.
İstikamet ve itidal üzere olmayı öğütleyen süfilerdendi. “Hüd süresi beni ihtiyarlattı” buyuran Hz. Peygamberin bundan maksadı, süredeki: “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” hükmüydü. İstikamet, doğruluktu, orta yoldu, çetinlerin çetini bir işti. Zira istikamet bütün fiil ve davranışlarda orta yolda sabit kalmak, ifrat ve tefritten korunmaktı. Onun için bu yolda keramete değil, istikamete bakılırdı. Ubeydullah Ahrâr’ın açlık ve uyku konusundaki şu sözleri de onun itidal çizgisini gösterir:
“Çok açlık ve çok uykusuzluk dimağı yorar. Hakayık ve dakakıyıkı idrakten alıkor. Ehl-i riyazatın keşfinde hata vaki olur. Ferah ve sürür, bünyeye kuvvet verir. Uyku, dimağı hatadan korur.”
Hamd ve şükür konusunda şöyle konuşurdu.
“Hamd, alemlerin rabbı Allah’a mahsustur.” (el-Fatiha, 1/1) ayetindeki hamd, kulun, Allah’tan başka hamdedilecek biri olmadığını bilmesidir. Kendisinin sırf yoktan ibaret olduğunu; isminin, resminin, nefsine aid bir işinin olmadığını anlamasıdır. Sevineceği sürür duyacağı tek şeyin, Yüce Allah’ın kendisini sıfatlarına zuhur yeri yaptığını kavramasıdır.”
“Kullarımdan şekür olanlar azdır.” (Sebe, 34/13) ayetindeki şükür, nimet içinde nimeti vereni görmek bahtiyarlığıdır, derdi.
Ubeydullah Ahrâr hazretleri Kur’an’daki: “Bugün mülk kimindir?” (Gafir, 40/16) ayetini şöyle açıklardı. Mülk tabirinden maksat, Hak yolcusu salikin kalbidir. Yüce Allah bir kulun kalbine celal sıfatıyla tecelli edince ondaki yabancıları atar. Zatından başka hiçbir şey orada kalmaz. İşte o zaman bu kalbin sahibi kalbinden şu sesi duyar: “Bugün mülk kimin” ve cevap olarak da: “Vahid ve Kahhar olan Allah’ın” sesini alır. Burada soran da cevap veren de Allah’dır. Muhtelif zamanlarda bazı zevatın ağzından çıkan;
“ene’l-Hakk ve Şanımı tenzih ederim.” gibi sözler hep bu makamda söylenmiştir.
O, vahdeti kesrette, tekliği çoklukta bulanlardandı. Bu yüzden ihvanına da zaman zaman çarşı-pazara çıkmalarını, halkın arasına karışıp faydalı işlerle hizmet etmelerini öğütleyerek: “Tekliği çoklukta arayınız” derdi. Kur’an’daki “biz sana kevseri verdik” (el-Kevser, 108/1) ayetini “biz sana çoklukta teklik müşahedesini verdik” şeklinde yorumlardı.
Hz. Peygamber (s.a.)’in “Mescide açılan bütün kapılar kapansın, yalnız Ebubekir’in kapışı katsın” hadisini şöyle açıklardı: Tahkik ehli bu hadis hakkında pek çok söz söylemiştir. Hz. Peygamber ile Hz. Ebûbekir arasında mükemmel bir sevgi bağı vardı. Sevgi bağı her bağın üstünde olduğu için, bütün nisbetlerin kapıları kapansa bile, sevgi nisbetinin kapısı açık kalmalıydı. Çünkü sevgi yolundan başka ulaştırıcı, erdirici yol yoktur. Hacegan yolunun şiarı da bu yüzden aşk ve sevgidir.
-rahmetullahi aleyh-
Kısa Çizgilerle Hayatı:
Nakşbendiyye’nin Ubeydullah Ahrar’dan İmam-ı Rabbani’ye kadar olan dönemdeki adı”Ahrariyye.” Ubeydullah Ahrar’dan emaneti alan ise Muhammed Zahid. O da silsiledeki Yakub Çerhî’nin kızının oğlu. Reşehât’ta kendisinden “Kadı Muhammed” diye bahsedildiğine bakılırsa dinî ilimlerde “Kadılık” payesine ulaşacak bir derinliğe sahip olduğu, belki kadılık da yaptığı anlaşılmaktadır. Dini ilimlerde belli bir derinlik kazandıktan sonra tasavvufa meyletti. 855/1451 yılında Ubeydullah Ahrar’a intisab etti. On iki yıl süreyle şeyhinin yanında ve hizmetinde bulundu. Silsiletü’l-arifîn ve tezkiretü’s-Siddikıyn adlı Farsça eserinde özellikle şeyhi ile olan münasebetlerini Nakşî tarikatı adabını, tasavvufun belli esaslarını anlatmaktadır. Şeyhinin vefatından sonra yerine irşad makamına oturdu. 936/1529 yılında vefat edinceye kadar bu görevi sürdürdü. Kabri Hisar’da Vahş denilen yerdedir.
Kadı Muhammed Efendi, gençlik yıllarından itibaren riyazat ve mücâhedeye meraklı, ibadete düşkün bir kimseydi. Belki de bu yüzden “Zahid” lakabıyla anılır olmuştu. Ubeydullah Ahrar’a İntisabı:
Kadı Muhammed Efendi, şeyhi Ubeydullah Ahrar’a intisabını şöyle anlatıyor:
– Şeyh Nimetullah adında biriyle Herat’a gitmek üzere Semerkant’tan yola çıktık. Mevsim yaz, havalar çok sıcaktı. Şaduman köyüne gelince orada birkaç gün konakladık. Biz orada iken Ubeydullah Ahrar hazretleri de o köye geldi. Ziyaretine gittik. Tanıştıktan sonra aramızda güzel konuşmalar oldu. Sohbet sırasında Ubeydullah Ahrar, içimdeki bazı sorulara cevap verdiği gibi Herat’a gidiş sebeplerimizi de tek tek saydı. İnsan ruhunu okuyan kamil bir zat karşısında olduğumu anladım. Ancak içimdeki Herat’a gitme arzusu kaybolmadı. O bana Herat’a değil, Buhara tarafına gitmemi tavsiye etti.
Ertesi sabah yolculuk için izin almaya gittim. Beni kapıda karşılayan bir müridi, “Efendi hazretlerinin yazı yazmakla meşgul olduğunu” söyledi. Bir süre sonra geldi ve elindeki kağıdı bana uzatarak:
“Bu. benim sana nasihat ve vasiyetimdir” dedi. Kağıtta şunlar yazılıydı: “İbadetin hakikati benlikten geçmek, Allah’ın azameti karşısında titremek, tazarru ve inkisar halinde bulunmaktır. Bu manalar gönülde, ilahî azameti taraf taraf görmekle doğar. Bu saadete aşk ve muhabbetle eritir.
Aşk ve muhabbetin zuhuru Kainatın efendisine uymakla kabildir. İttiba; yani O’na uymak, uymanın yolunu bilmeye bağlıdır. Bunun için peygamber varisi, maneviyat alimi mürşitlere uymak gerekir. Alimliğini dünya kazancına vesile sayan, makam ve itibar sahibi olmaktan başka hırsı olmayan ilim ehlinden uzak durmak lazımdır. Kendilerim büsbütün musiki ve sema ve raksa veren ve halkın eline bakan dervişlerden uzak durmak icap eder. Ehl-i sünnet ve’l-cemaat itikadına zıt fikirler dinlemekten sakınmak şarttır. İlim tahsilim Allah Rasulü’ne ittibaın zaruri bir sonucu olarak görmek ve ilme bu gözle bakmak tek çıkar yoldur.”
Kadı Muhammed, bu vasiyeti alıp okuduktan ve Ubeydullah Ahrar’a veda ettikten sonra Buhara yolunu tuttu. Veda sırasında Ubeydullah Ahrar, kendisine Sa’deddin Kaşgarî’nin oğlu Şeyh Gilan’a verilmek üzere bir mektup daha verdi. Mektupta şunlar yazılıydı: “Bu mektubu getiren zata dikkat edin, alaka gösterin. Onun uygunsuz yabancılarla dolaşmasına mani olun, onu aranıza alın.” Kadı Muhammed, elinde bu mektupla yola koyuldu. Buhara’ya varıncaya kadar, başına gelmedik kalmadı. Hummadan göz ağrısına kadar türlü dertlere müptela oldu. Altı tane at değiştirdi. Nihayet Buhara’ya vardı. Fakat karşı konulması imkansız bir cazibe onu Semarkand’a Ubeydullah Ahrar cihetine doğru çekiyordu. Biraz dinlenip kendisini toparladıktan sonra uçarcasına tekrar Semerkand yolunu tuttu. Yolda Taşkent’e uğradı. Orda Şeyh İlyas Aşkî’yi ziyaret etmek istediyse de kitaplarını ve eşyalarını kaybetti. Bunun üzerine bu ziyaretten de vazgeçti ve kendisinin cazibe merkezi olan Semerkant’a, mürşidinin yanına koştu. Şeyhi onu kapıda karşıladı ve “Hoşgeldin, safalar getirdin, merhaba” diye hüsn-i kabul gösterdi.
Ubeydullah Ahrar onda üstün bir istidad sezmişti. Çünkü o, tasavvufun inceliklerim ve ariflerin zarif nükte ve mefhumlarını kavramakta tam bir maharet sahibiydi. Ubeydullah Ahrar hazretleri ince sırları, mürid ve halifeleri içinde en çok onunla konuşurdu. Hatta bazan onun bu konudaki tepkisini ölçmek için şöyle sorardı: “Bizim söylediklerimiz, çocukluğunda anne-babandan, gençliğinde hocalarından öğrendiğin inanç ve bilgilere ters düşmüyor mu? Bu anlattığımız incelikleri kavramada sıkıntı çekmiyor musun?” “Hayır” cevabım alınca da: “Öyleyse seninle bu konuları konuşabilirim.” derdi. Aslında büyük mürşitlerin ilmi hakikate dair konuları ancak istidadlı müritlerine anlatmaları adabdandı. Çünkü herkese anlayabileceği dilden konuşmak, anlayabileceği ölçüde anlatmak gerekliydi.
Diri Kedi, Ölü Aslan:
Kadı Muhammed Zahid, şeyhinin hizmetinde bulunduğu yıllarda Semerkant’ta Hoca Zekeriya adlı bir şeyhin kabrini ziyarete gider. Fakat kendisinde bir fevkaladelik hisseder, dayanılmaz bir karın ağrısıyla ayağım türbe kapışma koymuşken, kendini dışarı atar. Şeyhinden izinsiz geldiği için bunların basma geldiğine hükmeder. Adeta irade ve ihtiyarı elinden alınmış bir halde şeyhinin yanına döner. Muhammed Zahid, daha. bir şey söylemeden Ubeydullah Ahrar ona: “Bilmez misin ki, diri kedi, ölü aslandan üstündür” diyerek irşadda, ölmüş şeyhlere değil, hayatta olan mürşitlere bağlanıp rabıta yapılması gerektiğine işaret eder.
Fakirlikle Sınanması:
Ubeydullah Ahrar hazretleri son demlerini yaşamaktadır. Bütün evlatları ve halifeleri etrafını çevrelemişlerdir. ? Kendisinden emaneti teslim alacak Muhammed Zahid de ordadır. Ubeydullah Ahrar der ki:
– “Bizim ihvanımızdan her birinin fakirlik ve zenginlikten birini seçmesi gerekmektedir. Kadı Muhammed, sen bunlardan hangisini seçersin?” O da şu cevabı verir:
– “Ben, sizin bize münasip göreceğinizi seçerim”
Bunun üzerine Ubeydullah Ahrar, muhasiblerinden birine dönerek şöyle buyurur:
– “Mevlana Kadı Muhammed’e dört bin altın verin. O fakirliği seçti. Bu meblağı yanındaki ihvanın geçimi için sermaye yapsın, ihvanın geçim işi zihnini meşgul etmesin.”
Kadı Muhammed belki de fakrı ve bilinmezliği ihtiyar ettiği için, hakkında yazılanlar ve bilinenler pek sınırlıdır.
– rahmetullahi aleyh-
Orta boylu, güzel yüzlü, buğday tenli, aksakallıydı. Azaları düzgün yapılı ve mütenasipti. Zahir ve batın ilimlerini bilen bir veliyi-kamil idi. Herkesin anlayacağı dilden konuşma özelliğine sahipti. Kabiliyet ve yetenekleri ortaya çıkarıp geliştirmede mahirdi. Cezbe ve istiğrakı sahi ve temkînine galip, isimsizliğe talip bir gönül eriydi. Bu yüzden “Derviş Muhammed” diye anılırdı.
Altın Silslle’nin 21. halkası Derviş Muhammed, Semerkantlı. Kadı Muhammed Zahid hazretlerinin kız kardeşinin oğlu. Emaneti ondan aldı. İlim ve irfanı ondan okudu. Onun gönül tezgahında muhabbet dokudu ve erenler kervanına katıldı.
Dayısına intisap etmeden önceki gençlik yıllarında tam on beş yıl züht, riyazet ve mücahide ile geçirdi. Barınağı viraneler, azığı açlık, işi zikir ve fikir olmuştu. Bir gün açlıktan iyice mecalsiz düşmüştü. Basını semaya kaldırıp acizliğini itiraf ile “Allahım” diye yakardı. Hak Teala hemen karşısına Hızır’ı hazır etti. Hızır ona:
– Sabır ve kanaat sahibi bir kul olmak istiyorsan dayın Kadı Muhammed Zahid’e git. Gireceğin mana yolunu o, sana öğretir, dedi.
Derviş Muhammed bunun üzerine Muhammed Zahid’in dergahına koştu. Teslim oldu. Onun himmeti altında hizmete başladı. Derslerinde yetişti, sohbetinde pişti. Halkı Hakka çağırabilecek bir kemale erişince şeyhi ona hilafet hırkası giydirdi. Şeyhinin vefatından sonra da postuna oturdu ve 970/1562 yılında vefat edinceye kadar bu hizmeti sürdürdü. Kabri Semerkant civarında Büster kasabasının Dasferar köyündedir.
Şeyhliği sırasında Semerkant bölgesinde dalalet ve bidatlerle mücadele etti. İnsanlara tebliğ ve irşad hizmeti götürmek için azimle çalıştı. Pek çok mürit ve müntesip yetiştirdi. Fakat, belki bilinmezliği ihtiyar ettiğinden, belki de Ubeydullah Ahrar ve Kadı Muhammed Zahid gibi, eserleri ve halifeleri İslam dünyasının her taratma yayılmış gönül sultanlarından hemen sonra gelmesinden, biraz gölgede kaldı. Bu yüzden gerek kendisi ve gerekse kendisinden hemen sonra emaneti devralan Hacegî Muhammed İmkenegî hakkında kaynakların verdiği bilgiler, yok denecek kadar azdır.
Derviş Muhammed’in yaşadığı yıllarda Osmanlı ülkesinin basında Yavuz Sultan Selim ve Kanunî Sultan Süleyman gibi güçlü sultanlar bulunmaktaydı. îlmî, edebî ve tasavvufi hayat oldukça canlıydı. Merkez Efendi ve Sünbül Efendi gibi Halveti şeyhleri sultanların yakın çevresini tesirleri altına almış ve onların gönül dünyalarını aydınlatmaya çalışmaktaydı.
Nakşibendiyye’nin Ahrariyye kolu şeyhleri, daha Ubeydullah Ahrar’ın sağlığında tesirlerini sultan Fatih’e kadar duyurmuşlardı. Fatih Sultan Mehmed’in büyük bir saygı duyduğu ve duasını talep için elçiler gönderdiği Ubeydullah Ahrar’ın halifeleri daha bu yıllarda Anadolu’ya ve hemen ardından İstanbul’a ulaştılar. Simavlı Abdullah İlahî, bunların ilkidir. Abdullah îlahînin yetiştirdiklerinden Fatih’te medfün Emir Buharı ve Nefehatü’1üns mütercimi Bursalı Lamii Çelebi, Ahrariyye’nin önemli temsilcilerinden olmuşlardır. Kaynaklar, ilk Nakşibendi erenlerinden bazılarının Timur ordusu içinde Anadolu’ya geldiğini yazmaktadır. Timurlularla ilişkisi bulunan Nakşiler, önceleri Osmanlılara yaklaşmakta tereddüt etmişlerse de Fatih döneminde Ubeydullah Ahrar ve Molla Cami ile bu yol açılmış oldu. Ubeydullah Ahrar’ın halifeleriyle başlayan bu çığır, Osmanlı ülkesinde uzun, süre etkili olamadı.
Nakşibendiyenin Osmanlı ülkesinde en etkili olduğu dönem, Mevlana Halid el-Bağdadî’den sonraki dönemdir. İmam-ı Rabbanînin Müceddidiyye’si ile başlayan bu ikinci tanışma, Mevlana Halid ile zirveye ulaştı ve XIX. asırda Nakşilik İstanbul, Anadolu ve Balkanlar’da en yaygın tarikat konumuna geldi.
Esmer tenli, yuvarlak, aydınlık yüzlü, seyrek sakallıydı. Feyz ve cez-besi yüksekli. İbadet ve zühde düşkündü. Kerameti zahir ve bahir olmakla birlikte sırrım insanların gözünden saklardı. “Kendisini bilen, Rabbını bilir” kaidesince kendi özündeki gerçeğe ermeğe büyük gayret sarfederdi. Tasavvufî disiplinin maddî ve manevî izleri hayatında görülebilecek olgunluktaydı.
Altın silsilenin 22. halkası Hacegî Muhammed îmkenegî, 21. halkadaki Derviş Muhammed’in oğlu ve halifesi. 918/1512 yılında Semerkand ile Buhara arasındaki İmkene köyünde doğdu. İlk temel İslamî bilgileri de, ileri seviyedeki tasavvufi incelikleri de babasından öğrendi. Sağlığında vekili, ölümünde halifesi oldu.
Hacegî, “hoca” anlamına gelen ve Nakşî şeyhlerinin adlarının basında “şeyh” manasına kullanılan “hace” kelimesinden. Sonundaki nisbet “ya” sı sebebiyle Farsça kaideye göre “h” harfi “g”ye dönüşmüştür. “Hacegî” hacegan yoluna mensup demektir.
“İmkenegî”, İmkene’li anlamına. Aynı kaideye göre nisbet “ya”sı gelince “h” sesi “g”ye çevrilmiş.
Osmanlı devletinde tasavvufun en canlı olduğu yıllarda yaşayan bu gönül eri de babası gibi, meçhul kalanlardan. Bir asra yakın ömür sürerek 1008/1599 yılında vefat ettiği ve yaklaşık 38 yıl şeyhlik ettiği halde Osmanlı ülkesinde pek tanınmıyor. Belki bugün Taşkent ve Buhara kütüphanelerinde komünist zulmünden kurtulabilen kitaplarda onlara dair bilgiler bulunabilir. Ayrı bir araştırma konuşu. Bizim en önemli kaynağımız olan Abdullah b. Muhammed el-Hanî’nin el-Hadaiku’1-verdiyye fî hakaik ecillai’n- Nakşbendiyye, adlı eserinde bilgiler çok sınırlı. Ancak orada adı geçen Şerhu silsileti’z-zeheb diye bir eser var ki, biz henüz ona ulaşamadık. Türkî cumhuriyetlerin kapılarının açılmasından sonra sanırız ki. bu araştırmalar daha da kolaylaşacaktır.
ve minallahi’t-tevflk.
Ortaboylu, kırmızı tenli, seyrek sakallıydı. Vefatında henüz sakalının çok az bir kısmı ağarmıştı. Uzlet ve riyazat ehliydi. Kur’an tilavetine düşkündü. Geceleri az uyurdu. Az yemek ve az konuşmak onun tabii hali olmuştu.
Müceddid-i elif-i sânî; yani hicri ikinci bin yılın yenileyicisi unvanının haklı sahibi İmam-ı Rabbani hazretlerinin mürşidi. Hacegân pirânının ulularından.
O’nun hayat coğrafyası bugün Afganistan’ın baş şehri olan Kabil’den, Özbekistan’da Buhara yakınındaki Semerkant’a, oradan Hindistan’ın Delhi’sine kadar, Acem, Türkistan ve Hind diyarını içine alır.
673/1565 yıllarında Kabil’de doğdu. Gençlik yıllarında dini ilimler tahsili için Semerkant’a gitti. Orada bir süre dini ilimler tahsiliyle meşgul oldu. Ardından gönlüne tasavvuf yoluna sülük arzusu düşünce kendini Hâcegi Muhammed İmkenegi’nin kapısında buldu. Batın alemi kendisine bu gönül Sultanı eliyle açıldı. Üveysi-meşreb olduğu için gerek Şah-ı Nakşbend, gerekse Ubeydullah Ahrar hazretlerinden feyz aldığı kaydedilir. Hz. Ahrar, kendisine üveysi yolla emaneti yükledikten sonra onu Hindistan tarafına yolladı. Hindistan’da Delhi civarında Cihânâ-bâd’a yerleşti. Çevresine iman ve irfan nuru seçmeye başladı. Hindu, ya da putperest halka İslâm’ı, müslümanlara da tasavvufu anlatarak Ahmed Faruk es-Serhîndî’nin yetişeceği ortamı hazırladı.
Nazarı etkileyici, konuşması cezbedici, tavırları sevimliydi. Bu yüzden meclisine katılanlar, kısa zamanda muhib ve müntesibi olurlardı. Teveccüh ettiği kimselere nazarlarından cezbe aksederdi. 1014/1605 yılında Delhi’de öldü. Kabri Delhi’de Kadem-i Saadet resminin bulunduğu cami civarındadır.
Cemal Tecellisi
Anlatıldığına göre büyük oğlu Abdullah, elinde bir ayna olduğu halde babasının yanına geldi. Muhammed Baki Billah dedi ki:
– Oğlum, elindeki aynada bir suretine bak bakalım!
Abdullah, çevirip bakınca aynada kendisini değil, babasını gördü. Hem de Mimsiyah sakallı babasını bembeyaz sakallı ve nurlu yüzüyle.
Gördüklerinden şaşkına dönen Abdullah’ın halini farkeden babası:
– Şaşkınlığa gerek yok. Aynada yüzümde ve sakalımda gördüğün beyazlık ve nur, Allah’ın cemal nurudur. Bizden değil, dedi.
Kur’an okumaya düşkünlüğü sebebiyle geceleri çok az uyurdu. Tanyeri ağarıncaya kadar Kur’an ve özellikle de Yasin okurdu. Tanyeri ağardığını görünce de:
– Aman Allahım, geceler ne çabuk geçiyor? diye hayıflanırdı.
İmam-ı Rabbani’nin Hüsn ü Şehâdeti
Talebesi İmam-ı Rabbanî’nin şeyhi ve emaneti devraldığı mürşidi hakkında söyledikleri ise şöyle:
– Nakşı meşayıhının ulularındandı. Velayet makamının en üst noktasında, kutbiyyet sırrına ermiş bir Muhammedî-meşreb erdi. Arifler serdarı, mesnedimiz, mürşidimiz irfan sahibi üstadımız Muhammed Baki Billah.
rahmetullahi aleyh.
Uzun boylu buğday benizli, gökçek yüzlüydü. Kaşları siyah ve hilal biçimindeydi. Gözlerinin beyazı oldukça beyaz, siyahı daha siyahtı. Bakışları canlı ve keskindi. Çekme burunlu, dudakları ince kırmızı renkliydi. Ağzı orta büyüklükteydi. Dişleri inci gibi düzgün ve parlaktı. Sakalı gür ve büyükçeydi. İkinci hicrî bininci yılın yenileyicisi yani “Müceddid-i elf-i sanî.” Nakşî, Kadirî, Suhreverdî, Çiştî ve Kubrevî tarikatlarından icazetli Rabbani imam ve Rahmani mürşid.
Altın silsilenin 24. halkası “İmam-ı Rabbanî” lakabıyla anılan mürşidimizin asıl adı Ahmed b. Abdülahad el-Farukî. “Farukî” nisbesi, ikinci halife Hz Ömeru’l Faruk’un soyundan olmasından “İmam-ı Rabbani” Allah adamı imam,demek Müceddid-i elf-i sanî” şöhreti, Hz Peygamber’in “Allah her yüzyılın başında bu ümmete dinini yenileyen (müceddid) gönderecektir.” (Ebu Davud, Mışkat, l, 82) hadis-i şerifi gereği, ikinci bin yılın başında gelen “müceddid” sayılmasından.
İmam-ı Rabbani, 971/1563 yılında Hindistan’da Delhi ile Lahor arasındaki Serhind denilen yerde doğdu. İlk hocası babası. Ondan Arapça ve İslamî ilimler tahsil etti. Küçük yaşta hıfzını tamamladı. Kemaleddin Keşmiri’den aklî ve nakli ilimleri, İbnu’l-Haceri’l-Mekkî île Abdurrahman b. Fihri’l-Mekkî’den muteber hadis kaynaklarını, Behlul Bedahşanî’den de fıkıh, tefsir ve diğer islamî konulara dair eserleri okudu. Onyedi yaşında iken icazet alacak seviyeye geldi. İlim tahsili sırasında bazı eserler telifiyle meşgul olacak kadar ilme ve telife yatkındı. Küçük yaşlardan itibaren tasavvuf yoluna olan meyli sebebiyle babası eliyle Kadiriyye, Suhreverdiyye ve Çiştiyye gibi tarikatlara intısab etti.
Babasının vefatından sonra hac vesilesiyle memleketinden ayrıldı. Hac dönüşü Delhi’ye geldiğinde Nakşbendi ulularından Muhammed b. Baki billah’a intisab etti. İki aydan biraz fazla bir zaman içinde seyr ü sülukunu tamamladı.
İmam-ı Rabbani, Hind-Moğol hükümdarlarından Ekber-Şah’ın başlattığı, karma yeni bir din, ihdası fikrine karşı “saf ve temiz İslam”ı bütün güzellikleriyle savundu ve Ekber’ın oğlu Cihangir’in ve ona tabi olanların İslamî vasata ermelerini sağladı. İrşad, tebliğ ve mücadelelerle geçen ömrünü 63 yaşında noktaladı ve Serhind’de 1034/1625 yılında vefat etti. Serhind kabristanında medfundur. Türkçe telaffuzu bazan ‘Serhend” şekliınde ifade edilen bu yerin doğru adı Serhind’dir. Hindistan sınırı demektir.
Denizin Denize Kavuşması Gibi
İmam-ı Rabbanî, Nakşî yolunu öğrendiği şeyhi Muhammed Baki billah île Delhi’de karşılaştı. Ancak bu karşılaşma, tesadüf eseri meydana gelmiş değildi. Belki de Bakibillah’ın Delhi’ye gelişi, ilahî kaderin “Muceddid-i elf-i sanî” olarak takdir buyurduğu Ahmed Farukî’yi yetiştirmek içindi. Şeyhi Hacegî Muhammed Emkenegî tarafından İmam-ı Rabbanî’yi irşad için gönderilen M. Bakibillah ile İmam-ı Rabbani’nin buluşması iki denizin birbirine kavuşması gibiydi. Ahmed Farukî, sahip olduğu üstün kabiliyet sayesinde iki ayda şeyhinin yanında sülukunu tamamladı. İmam-ı Rabbani, bunu bizzat kendisi Mektubat’ında (l,333 vd 190 Mektup) ve ondan naklen el-Hanî, el-Hadaiku’1-Verdiyye adlı eserinde anlatmaktadır. Mektübat’ın verdiği bilgilere göre İmam-ı Rabbani, “lafza-i celal” zikriyle başladığı sülukunu gaybet, fena, cem’, sahv ve sekr hallerinden geçerek “müşahede”ye erdiği şeklinde anlatır. Müşahede halinde bütün zerreleri Hakk Teala’nın görüldüğü aynalar olarak tanımlar. Onun ardından Hakk’ı, varlığının bütün zerreleri ile beraber görür. Bunu, Hakk’ı kainata bitişik, ya da ayrı olmayarak, içinde veya dışında bulunmayarak müşahede hali izler. Bunun ardından, Hakk Teala’yı kainat île ilişkisi olmayan ve keyfiyeti bilinemeyen bir ilgi içinde bilir. Nihayet keyfiyet, ya da tenzih ile de olsa müşahede edilen Hakk’ın tekvîn (yaratma) sıfatıdır.
Bu halleri anlattıktan sonra şeyhi tarafından kendisine irşad icazeti verildiğini ve bu emre uyarak irşada başladığını anlatmaktadır.
Yaşadığı Dönem
İmam-ı Rabbanî’nın yaşadığı dönemde Hindistan bölgesinin idaresi Moğol hükümdarlarının elindeydi. Bunlardan özellikle imam ile çağdaş olan Ekber Şah, sapıklığın, dalaletin zirvesindeydi. O, Hinduizm, Hristiyanlık ve Müslümanlık gibi dinlerin, beğendiği taraflarını alarak yeni bir din kurma gayreti içindeydi. Ancak onun kurmaya, çalıştığı din, en çok Hinduizmden etkileniyordu. Sultan, hindulara yaranmak, onların gönüllerini kazanmak istiyordu. Mecüsîlerden ateşe tapmayı, hristiyanlardan çan çalmayı, istavroz çıkarmayı, hindulardan dini gün ve bayramları, merasim ve törelerle ruh göçünü, tenasüh inancını aldı. Devrin tasavvuf mensubu sayılan bazı kimseler filozofların özellikle işrakiyye ve Revakiyye felsefelerinin varlıkla ilgili görüşlerini Hind felsefesiylede karşılaştırarak anlatıyordu. Böylesine karışık ve sultanların uluhiyet iddiasına kalkıştığı bir dönemde yetişen İmam-ı Rabbani, çok büyük bir mücadele verdi. Silahsız ve kimsesiz bu gönül mücahidi, tek basına güzellikler dini İslam’ı savundu. Sultan; hapis, işkence, her türlü sindirme politikalarını izlediyse de başarılı olamadı. Hükümdarın uydurduğu din, bütün sapıklıklarıyla tükendi. İmam-ı Rabbani ezilen, yara alan islam’ı yeniden dirilik ve güzelliğiyle hayata koydu. Tasavvufa, ruhbanlık ve felsefi cereyanlardan sokulmak istenen “hulul, ittihad ve tenasüh” gibi düşünceleri atıp onu asıl kaynağı olan Kur’an ve Sünnet çizgisine getirdi. Halk arasında yayılan bid’at ve cahiliyye adetlerini temizleyerek şeriata bağlılığı perçinledi. İmam-ı Rabbani’nin terbiye anlayışıyla yetişmiş binlerce halife, mürid ve müntesihi, bu düşünceleri Orta Asya, Anadolu, Irak ve Suriye taraflarına da taşıdı.
Eserleri ve Mektubat’ı:
İmam-ı Rabbani, gençlik yıllarında bir takım eserler ve risaleler kaleme almışsa da, şeyhlik yıllarında gönül sohbeti ve mektupla irşad usülünü benimseyerek, eser telifini bıraktı ve Mektup’la irşad, Hz. Peygamber’le başlayan bir tebliğ yöntemiydi. Asr-ı saadetten sonra pek çok ilim ve gönül adamı, bunu benimsedi. İmam-ı Rabbanî’nin gerek talebelerine ve halifelerine, gerekse halktan kendisine soru soran kimselere yazdığı mektuplar bir eser haline gelmiş, muhtelif dillere terceme edilerek kaynak eser niteliği kazanmış, tasavvuf ve ahlakta müracaat kitabı olmuştur.
Vahdet-i Vücud -Vahdet-i Şühud:
İmam-ı Rabbanî’nin en önemli özelliklerinden biri de genellikle “Vahdet-i vücüd” denilen “Panteizm” ile karıştırılan vahdet-i vücudu “Vahdet-i şühüd” adıyla daha anlaşılabilir hale getirmesidir. Vahdet-i vücud’daki “Herşey O’dur” anlayışına, “Herşey O’ndandır” şeklinde anlayan, Hakk ile halkın ayrı ayrı varlığı bulunduğunu, ancak halkın vücudunun Hakk’ın varlığına göre gölge mesabesinde olduğu görüşünü benimsemiştir. “Eşya’da Hakk’ı görme” şeklinde ifade edilen vahdet-i şühud bir bakıma vahdet-i vücudun ileri derecesi olarak görülmesidir.
Dervişlik, Şeyhe Teslimiyyet
Müridin, şeyhine bağlılıkta “Gassal (ölü yıkayıcı) önündeki ölü gibi olması gerektiğini” öğütlerdi. Minnet ve ıstırabı aşkın levazımı sayardı. Yoksulluk, sıkıntı ve derd, çaresiz katlanılacak hususlardandı. Çünkü dost, sevdiğini, kendisinden başka her şeyden kesilmiş ve sıyrılmış bir halde görmek ister. Bu makamda huzur huzursuzlukta, karar kararsızlıkta, rahat rahatsızlıkta olurdu. Bu makamda nefsin talebine çare aramadan kendini minnet ve ıstıraba bırakmak, devanın ta kendisidir. Devlet, O’ndan ne gelirse razı olmaktır.
Dervişlikte kemalin şartı olarak fenaya ermeyi şart koşardı. O’na göre fena “ölmeden evvel ölmek” sırrına ermekti. Değilse insan, kalbi, dünya mabudları ve nefs putlarına tapmaktan kurtulamazdı.
Anlatıldığına göre Abdülhakim Siyalkuti, İmam-ı Rabbani ile çağdaştı ve onu küçümseyenlerdendi. Bir gece rüyada, İmam-ı Rabbani’yi gördü. İmam ona: “Habibim sen “Allah” de geç. Onları daldıkları bataklıkta bırak da oynayadursunlar” (el-En’am, 6/91) ayetini okudu. Rüyada bu ayetin manası sayesinde Şeyh Abdülhakim’in kalbinde aşk, muhabbet ve şevk meydana geldi. Kalbi “Allah Allah” diyerek uyandı. Uyandıktan sonra da zikr-i ilahî devam etti. Doğruca İmam-ı Rabbanî’ye gidip intisab etti. Rivayete göre İmam-ı Rabbanî’ye Müceddid-i elf-i sanî sıfatını veren odur.
Sahabe ile Veli Arasındaki Fark
Fena, baka, süluk ve cezbe ile Hakk’a yakınlık için, “velayet yakınlığı” tabiri kullanılır. Ümmetin velileri bu “yakîn” ile şereflenmiştir. Ashab-ı kiramın Resülullah (s.a) Efendimizin sohbetiyle elde ettikleri yakınlığa “Nübüvvet yakınlığı” denilir. Nübüvvet yakınlığı, ittiba ve veraset yoluyla gelmiştir. Bu yüzden bu yakınlıkta fena, baka, cezbe ve sülük yoktur ve bu yakınlık, velayet yakınlığından üstündür. Çünkü nübüvvet yakınlığı, asıl yakınlıktır. Velayet yakınlığı ise onun gölgesinde bir yakınlıktır. Velayet yakınlığına ulaşmak için fena, baka, cezbe ve sülük, öncü ve başlangıç sayılır. Eğer yol, nübüvvet yakınlığı caddesine düşecek olursa, o zaman bu öncü ve başlangıca gerek kalmaz. Ashab-ı kiram nübüvvet yakınlığı caddesinden yürümüşlerdir.
Şeriat ve Tarikat
İmam-ı Rabbanî’ye göre gerçekte şeriat ve tarikat birdir, ikisi arasında ayrılık, gayrılık ve fark yoktur. Ancak toplu ve açık tasnifte farklılık vardır. Şeriat icmaldir, derli toplu belli manalardır. Hakikat ise ayrıntılardır. Birine çeşitli delillerle, diğerine keşf ile erilir. Biri gayb, biri şehadettir. Şeriat gayb, hakikat ise şehadet sayılır şeriat gayba imanı emreder, hakikate erince gizli, saklı bir şey kalmaz, her şey açık hale gelir. Şeriatın emri gereği açıklanmış hükümler, hakka’l-yakîn hakikatıyla tahakkuk edince aynen açığa çıkar, ayrıntıları ile ortaya dökülür. Daha önce gayb, iken şehadet aleminde gözükürler. Hakka’l-yakîne eren kimsede meydana gelen, ilimler, şeriat ilimlerine uygun düşer. Arada kıl kadar da olsa bir ayrılık olsa hakka’l-yakîn makamının hakikatine ulaşılmamış sayılır.
Erbab-ı tarikatten sadır olan ve şeriatın emirlerine aykırı görülen tutum ve sözler, genellikle vaktin manevi sarhoşluğuna yorulur. Bunlar seyr ü süluk esnasında meydana gelir. Yolunu tamamlayan kimseler, ayıldığı, sahv ve temkine erdiği için onlarda bu tür sözler kalmaz
Hz. Ebu Bekir (r.a) ve Nakşbendîlik
İmam-ı Rabbanî Nakşbendiyye tarikatının başının Hz Ebü Bekir olduğunu belirttikten sonra, bu yoldaki bağlılığın bütün bağlılıkların üstünde olduğunu anlatır. Çünkü onların bağlılıkları Hz Ebu Bekir (r a)’ın huzuruna bağlı özel bir bağlılıktır. Ayrıca Nakşbendiyye tarikatının bir başka özelliği de, bu yolda, sonda elde edilecek makamın, işin başında elde edilmesidir. Çünkü Şah-ı Nakşbend,’Biz sonu, öne aldık” buyurur. Tarikatte nihai gaye Hakk’a vuslattır, onun da dereceleri vardır. Nakşî mensupları yolun başında vuslattan nasib alırlar.
Veraset İlmi
Cenab-ı Peygamber (s a) buyurur ki “Alimler, Peygamberlerin varisleridir” (Ahmed b Hanbel’ın müsnedi) İmam-ı Rabbanî’ye göre alimler iki tür ilim bırakmışlardır. “Ahkam ilmi, esrar ilmi” Peygamber varisi olmaya layık olan kimse peygamberlerin bu iki ilmine de varis olur. Sadece birine varis olmak yetmez. Çünkü mirasçı, ölenin herşeyine varis olur. Murisin bıraktıklarından bazılarına varis olup bazılarına olmaması, söz konusu olamaz. Hz Peygamber (s a) bir başka hadislerinde “Ümmetimin bilginleri, İsrailoğullarının peygamberleri gibidir” buyurmuştur. Burada geçen alim, Hz Peygamber’in her iki mirasına da varis olandır.
Sırlara dair ilimler, manevi sarhoşluk denilen “sekr” halinde söylenen vahdet-i vücud, vahdette kesreti, kesrette vahdeti görme gibi duygular ve bilgiler değil, sahv, yani ayıklık halindeki keşf ve ilhamlardır.
Bid’atlerle Mücadele
İmam-ı Rabbanî, her bid’atin bir sünneti ortadan kaldırmasından dolayı bid’atlerle çok mücadele etmiştir. Bıd’atlerin sünnetleri kaldırdığını örneklerle anlatırken şunları söylemektedir. Mesela bazı şeyhler, sarıklarının uçunu sol taraftan sarkıtırlar. Bunu da iyi ve makbul sayarlar. Oysa ki sarığın uçunun iki omuz arasından sarkıtılması sünnettir. Sarığını sol taraftan sarkıtma bid’ati işleyen kimse böylece bir sünneti ortadan kaldırmış olmaktadır.
Bunun daha ileri derecesinin ise, namaza niyyet konusunda olduğunu anlatır. Namaza myyet konusunda dil ile niyyetin tekrarlanması sünnette yoktur. Bazı alimler, kalb ile myyete yardımcı olur, düşüncesiyle bu görüşü benimsemişlerdir. Bazıları da sadece dil ile niyyeti kafi görmüşlerdir. Sadece dil ile niyyeti kafi görmek İmam-ı Rabbanî ye göre bir farzın ortadan kaldırılması sonucunu doğuracak kadar tehlikeli bir bid’attir. Çünkü namaza uyanık bir kalb île niyyet farzdır. Dil ile niyyeti yeterli görmek bu farzı ortadan kaldırmaktır.
Velilik
İmam-ı Rabbanî’ye göre velilik fena ve baka hallerinden sonra gelen makamdır. Keramet de veliliğin ayrılmaz bir parçasıdır. Ancak keramet ve olağanüstü halı çok olan velinin kemalinin de çok olduğu anlaşılmamalıdır. Aksine olağanüstü hali az olanın veliliği belki daha mükemmeldir. Keramet ve olağanüstü haller, hem “urüc” yani manevi yükseliş sırasında, hem de “hubut” yani kemalat kazandıktan sonra halkın arasına karışmak üzere “iniş” sırasında görülür. Ancak “urüc” sırasındaki olağanüstü haller, “hubut” ve “nüzul’ sırasındakinden çoktur. Çünkü biri sebepsizlik alemine yükseliş, öbürü sebepler alemine dönüştür ve sebepler alemine dönüşte temkin daha çok olur.
İmam-ı Rabbani, Nakşîlik yoluna yeni bir üslup kazandırarak kendisinden sonra bu tarikat, Nakşbendiyye-i Ahrariyye-i Müceddidiyye diye anılmıştır.
-rahmetullahı aleyh-
Uzun boylu, buğday benizli, gökçek yüzlüydü. Gözünün beyazında bir miktar kırmızılık vardı. Havf ve haşyeti galip, daimi huzura malik bir gönül sultanıydı.
Asıl adı Muhammed’di. Günaha düşmekden ve şüphelilere yaklaşmaktan çok sakındığı için “Ma’sum” ikabıyla anılırdı. İmam-ı Rabbani’nin yedi oğlundan üçüncüsüdür. Babamdan sonra, ilim, marifet takva ve yakîn açısından onun yerine en layık olanı olduğundan halefi oldu. Akranları ve tanıyanları kendisine “el-Urvetü’l-vüska” (sağlam kulp) lakabını vermişlerdi.
1007/1598 yılında Serhind’de doğdu. İlk dînî ilimleri önce ağabeyi muhammed Sadık’tan, daha sonra da babasından okudu. Muhammed Tahir el-Lahorî de hocaları arasındadır. Üç ayda Kur’an’ı ezberleyebilecek bir hafızaya sahipti. Babasının ders ve sohbetlerinin aralıksız müdavimiydi. Çok kısa sürede İmam-ı Rabbani’nin müntesibleri arasında temayüz etti. Babası ondaki bu fevkaladeliği sezerek büyük manevi makamlara ereceğini müjdelemişti. Babasının vefatından sonra irşad makamına oturdu. O zaman henüz yirmi yedi yaşlarında bir gençti. Gençliğine rağmen halinin kemali herkesçe müsellemdi. Bir ara hac için Hicaz a gitti Bir sure Medine-i Münevvere’de mücavir olarak kaldı ise de tekrar memleketine döndü. Ömrünün kalan kısmını ders ve irşadla geçirdi. Ders olarak genellikle Beyzavi Tefsiri, el-Mişkat ve el-Hidaye gibi fıkıh ve hadise dair muhtelif eserler okuttu.
Babası gibi, ilim ve tarikat yolunda pekçok hizmetlerde bulundu. Bid’at lerle mücadele etti Yüzbinlerce kişiye inabe verdi. Binlerce halife yetiştirdi. Delhi dergahı bütün İslam dünyasınca meşhur oldu. Arap, Acem, Türk, Tacik pek çok kimse bu ocaktan yetişti. Şeyh Seyfeddin, Şeyh Mirza, Mazhar-ı Can-ı Canan buradan yetişenlerdendir. Nakşbendiyye’nin Müceddidiyye kolu, zamanla Hindistan, Türkistan ve Horasan bölgesinin en yaygın ve en etkili tarikatı haline geldi Bu yüzden bazıları Şeyh Muhammed Masum hakkında “Kıt’aların ve ülkelerin kandili, Hindistan dan Anadolu’ya yeryüzü onun fazl ve bereketiyle aydınlandı” demektedir.
İmam-ı Rabbani’nin Mektübat’ ına benzer tarzda ilahî sırlardan ve tasavvufî inceliklerden bahseden üç cildlik Mektübat’ı vardır. Bu eseri, Müstakimzade Sadeddin Süleyman tarafından Türkçe ye çevrilmiş ve İstanbul’da (1277 H ) basılmıştır.
Muhammed Ma’sum 1079/1668 yılında Serhind’de vefat etti Orada medfundur
İmam ı Rabbanî, oğlu Muhammed Ma’sum’la tefe’ül eder Onun doğumunun kendisine hayır getirdiğini söylerdi. Çünkü şeyhi Muhammed Baki Billah île buluşup karşılaşması, Muhammed Ma’sum un doğumundan hemen sonraydı. İmam-ı Rabbani bu yüzden ona özel bir ilgi duyar ve. “Oğlum sende asalet eserleri var. Senin hilkatinde nur-ı Muhammedi’nin hilkat çamurundan bir eser, bir bakiyye mevcut’ diye iltifatta bulunurdu. Vefatına yakın sırada oğluna “Bende tasavvuf ehline aid ne varsa hepsini sana verdim. Seninle olan alakam, tasavvuf ve tarikat sebebiyledir. Şimdi onu da sana emanet ediyorum ” diyerek onu yerine halef bıraktı.
Nefs ve Fena Hali:
Sordular
– Tasavvuf yolunun yolcularına şeytan sataşır mı’? Şunu söyledi:
-Bu konuda en sağlam ölçüyü Abdulhalik Gucduvani veriyor “Şeytan, Maneviyat yolunun yolcusuna fenaya ermedikçe öfke anında sırayete yol bulabilir. Fakat nefsini fenaya erdirmiş bir kimsede öfkenin yerini gayret, yanı kıskançlık ve düşkünlük alır. Gayret, şeytanı kaçırtır.
“Fena” halini şöyle anlatırdı. Fena hali gelince zat tecellisi arifin bütün benliğini sarar Kul, kendi fiil ve sıfatlarını Hakk’ın fiil ve sıfatları olarak görmeye başlar, kendi fiil ve sıfatlarını hatta zatını görmez olur. Böylece fenaya eren kimse, ikinci bir doğumla kendisine bağışlanan bir varlıkla var olur. Bu vasıflarla “hakkalyakîn”e ulaşana İslamın güzelliği açılır. İslam’ın güzelliğine eren de hayretten, dehşetten ve şaşkınlıktan kurtulur .
Takva ve Arınma:
Takvayı bir arınma işi olarak görürdü Hakk’tan başka şeylerden, masiva kirinden temizlenmedikçe takva gerçekleşmezdi. İç alemde ne göze gelen bir mana ve ne de bir iz kalmamalı ki, “Her şeyden kesilip sadece Allah’a yönel!” (el-Müzzemmil, 73/8) ayetinin sırrı tecelli etsin. Böylece kul kendinden geçer, halk ve emir alemiyle bağlantılardan soyutlanır. “Ey iman edenler, gerçek anlamı neyse o şekilde takva sahibi olunuz.” (Al-i İmran, 3/102-103) ayetinde Allah Teala adeta şöyle buyuruyor: Ey zahiri halleriyle müslüman olanlar, Allah a göre “ağyar olan şeyleri bırakın Tertemiz olarak Allah’a koşun Oyalayıcı, bağlayıcı şeylerden kaçın Nefs bağından da kurtularak gerçek hürriyete kavuşun. Bu öylesine bir yöneliş olsun ki, halk alemindeki vücudunuzdan ve emr aleminden olan hususiyetinizden eser kalmasın. Ayetin devamında “Ancak ve ancak müslüman olarak olunuz!” buyurulmaktadır. Ya ölmeden evvel ölmek sırrına ereceksin, ya da müslüman olarak ölmeye çalışacaksınız. Hakiki İslam, tam bir teslimiyete ermektir. Bu ayette tam bir teslimiyetle manen olmuş olmaya fani arzulardan soyutlanmaya teşvik vardır. Bunlar sürekli olmalıdır Böyle ölmeden evvel ölmek sırrı şimşek gibi gelip geçici olursa, tesiri daimi olamaz “Toplu olarak Allah’ın ipine sımsıkı sarılın” şeklinde devam eden ayet Kur’an’a ve onun uygulayıcısı Hz Peygamber (s a) e bağlılığı emretmektedir.
Şühüd veya Müşahede
Muhammed Masum bu konuda şunları söylerdi. Büyükler müşahede halinden yana gözlerini yummuşlardır. Onlara göre vuslat hayaldir, bu yüzden gayb ile yetinir ve bunu bin müşahededen üstün tutarlar. Gayretlerini kulluğa teksif ederler. İmama yetişip ilk tekbiri onunla almayı, bin kere tecelliye ermekten daha güzel sayarlar, zuhurattan ileri görürler. Huzur ve huşu içinde secde yerine bakmayı şühuddan ve müşahededen hoş bulurlar.
Sevgi Üstüne
Mektubat’ında çok ince konuları, nezih bir üslub içinde anlatan Muhammed Ma’sum gerçek sevgiyi sevenle sevilen arasındaki ilişkiyi şöyle anlatmaktadır. “Sevgilinin sevgiliye nimet vermesi de aç bırakması da bir olmalıdır. Seven, sevdiğinin in’amından da, acı vermesinden de zevk almalıdır. Hatta sevgilinin acı vermesi, nimet vermesinden daha hoştur. Çünkü nimette sevenin menfaati söz konusudur. Acı gelen şeylerde ise sevilenin hoşnudluğu mevzubahstir Bu yüzden acılar, nimetten daha çok, kulu Allah’a yaklaştırır.
Tarikatta sevginin başlangıçtan nihayete kadar lüzumunu şöyle belirtirdi. Sevgi sadık müridi, şeyhinin kemalatını cezbetmeye sevkeden bir güçtür. Sevgi sayesinde murid şeyhinin boyasına boyanır, onun fırınında pişer. Bu sevgi sayesinde gönül dünyası şeyhiyle bütünleşir. Onun aracılığıyla sevgi deryasında dalgıç gibi aşk incileri derlemeye başlar. Ancak sevginin zuhuru çoğu zaman hüzündür Gönüldeki sevgi ateşi dışa hüzün olarak yansır. Nitekim Alemlerin Efendisi, Hz Peygamber (sa) sevgi deryası olduğu halde daima hüzünlü idi. Gülmeleri bile tebessümden ibaretti.
Muhammed Ma’sum, Nakşbendiliğin sohbet yolu olduğu esasından hareketle şunları söylüyor. ‘Bid’at ehli kimselerin sohbetinden uzak durmalıdır. Bid’at olan şeylere bulaşmaktan da sakınmalıdır. Kurtuluş sünnettedir.
Kamiller sohbetini aramalı, nakıs kişilerin sohbetinden kaçınmalıdır Çünkü nakıstan kamil gelmez’.
Muhammed Ma’sum emaneti oğlu Muhammed Seyfeddin’e bırakarak Hakka yürüdü.
-Rahmetullahi aleyh.
Uzunca boylu, esmer tenli, güzel yüzlüydü Gözleri büyükçe, sakalının iki tarafı seyrekçeydi. Zahir ve batın ilimleri derlemiş, zühd ve takva ehli bir zattı. Heybetli bir yüzü, müessir bir siması vardı. Yüzünü görenler etkilenir, durumlarına göre tevbe eder veya hidayete ererdi.
Muhammed Masum’un oğlu. İmam-ı Rabbani’nin torunu 1049/1639 yılında Serhind’de doğdu. Tasavvuf ve tarikatte üstadı, babası Muhammed Ma’sum Seyr u sülukunü tamamladıktan sonra babası tarafından Delhi’de irşada memur edildi. Burada ki tekkesi ruhanî bir eğitim merkezi oldu. Halkın her sınıfından binlerce insanla dolup taştı Bu dergahtan pekçok halife yetişti. Burada yetişen halifeler aracılığıyla, Nakşbendiyye’nin Müceddidiye kolu, Afganistan, Türkistan, Irak ve Şam belgeleme kadar yayıldı. Evi ve dergahı kafile kafile gelen ziyaretçilerin konağı oldu. Dedesi İmam-ı Rabbani’nin kendisine karşı büyük mücadele verdiği Ekber Şah’ın torunu ve zamanın sultanı Alemgir Evrengzîb onun bendeleri arasında yer aldı. İmam-ı Rabbani ve oğlu Muhammed Masum’un mücadeleleri böylece meyvesini vermiş oluyordu. Sultan Alemgîr takva ehli bir zat olarak yetişti. Sultanın Seyfeddin Serhendiye intisabının ardından pek çok vezir ve devlet ricali de onun yolunu izledi. Tarikat neşvesiyle marifet deryasına daldı.
Alemgir Evrengzîb İle:
Şeyh Seyfeddin Serhindi’ye bende olan Sultan, şeyhinin gösterdiği nurlu yolda hızla mesafeler katetti. Ülkesinde adaletin hakim olmasını sağladı. Raşid halifeler gibi sünnet-i seniyye yolunda yürümeye büyük özen gösterdi. Sultan maneviyatın cezbesine kendini tam kaptırmıştı. İlerlemiş yaşına rağmen Kur’an’ı hıfz etti. Geceleri zikir, fıkır ve ibadetle meşgul oluyor, manen terakkiye devam ediyordu. Nihayet “letaif’ten “ahfa” mertebesine gelmişti. Kendisine garib bazı ilhamlar ve haller gelince durumu şeyhi Muhammed Seyfeddin’e anlattı. O da onun sıkıntısını manevi tasarruflarla feraha çıkardı. Ayrıca durumu henüz hayatta olan babası Muhammed Masum’a yazdı Muhammed Masum cevabî mektubunda sultanın durumunun sağlam ve gelişmelerin yerinde olduğunu ve sonuçdan pek sevindiğini oğluna bildirerek şunları yazdı: “Sultanın azamet, heybet ve şevketine rağmen, Hakk’a tabi olup size intisab etmesi şükrü gerektiren büyük bir nimettir” Muhammed Ma’sum’un Mektübat’ının III cildinde 221 ve 227 sırada bulunan oğluna yazdığı mektupların muhtevasından sultanın tarikata girmesinden letaif, rabıta ve zikirle meşguliyetinden şeyhin duyduğu sevinç ifade edilmekte ve sultanın emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-ı ani’l-münker konusundaki gayretleri öğülmektedir.
Tarih kitapları Muhammed Seyfeddin’in kendisine intisab eden Alemgirşah Evrengzib’in sarayına gelmesi olayını şöyle nakleder: “Şeyh, şahın sarayına geldiğinde duvarda bir takım resimler görür. Ve bunların derhal indirilmesini söyler. Şah da tereddütsüz itaatle resimleri indirtir. Ve uzunca bir süre sarayda sohbet ederler.”
Heybeti ve Etkisi
Muhammed Seyfeddin emr bi’l-maruf ve nehy ani’l-münker konusunda çok titizdi Nitekim Muhammed Ma’sum oğlunun bu durumu hakkında şunları söyler: “Hind ülkesinin neresinde bir münker, bir kötülük işlendiğini duysa hemen onun üstüne gider, onu ortadan kaldırmaya çalışır. Duyduğu bir kötülüğün bir an bile kalmasına dayanamazdı.”
Manevi mehabeti sebebiyle sultanlar ve kumandanlar bile huzurunda tam bir edeble el-pençe divan durur, oturmayı su-i edeb sayarlardı
Adamın bin bir gün Şeyh Seyfeddin’in huzurunda durup haline şöyle bir baktı ve kendi kendine “Bu şeyh de amma da büyüklük taslıyor”, diye düşündü Muhammed Seyfeddin onun bu manalı bakışından hakkındaki su-ı tefehhümünü keşfederek dedi ki:
– Bende biri büyüklük varsa o Hakk’a aittir Küçüklük ve kusur varsa bendendir.
Muhammed Seyfeddin’in kemalini kabul etmeyen adamlardan biri şöyle bir rüya gördü: Emniyet kuvvetleri kendisini yakalamış bir yandan dövüyorlar, öbür yandan da şunları söylüyorlar:
– “Sen misin bizim şeyhimizin halini beğenmeyen, onu kabul etmeyen? Halbuki o Hakk’ın sevgili kuludur.”
Adamcağız uyandığında vücudunda sopaların sızısını hisseder ve bunu şeyhin bir tasarrufu sayarak koşup kendisine intisab eder.
Ney ve Sema
Anlatıldığına göre, Şeyh Seyfeddin bir gün evinde otururken komşuda çalınan bir ney sesi duyar. Ve nağmenin tesiriyle bayılıp düşer. Kolu feci bir şekilde incinir. Kendine geldiğinde der ki:
– Ney ve ilahi dinlemeyi terketmemden dolayı bazıları benim aşktan yana nasipsiz olduğumu sanıyorlar. Halbuki asıl nasipsiz, beni öyle sananlar. Çünkü aşık olan böyle yanık ve sûzişli ney sesini dinlemeye nasıl dayanabilir.
Yine bir gün coşkulu dervişlerinden biri, bir ney ve sema meclisine tesadüf eder. Ney ve semanın tesiriyle vecd ve cezbe içinde uçar gibi okunan ilahileri dinler. Kendisini iç dünyasının coşkusuna kaptırır. Fakat edebinden nara atıp ses çıkaramayınca oracıkta can verir. Bu dervişin durumu Şeyh Seyfeddin’e haber verildiğinde şunları söyler:
“Ney ve sema, duygulu gönüller ve hassas ruhlar için tehlikelidir. Ulemanın bu konuya cevaz vermedeki tereddüdünde şüphesiz bir hikmet vardır.”
Vukûf-i kalbî ve Sohbet:
Hergün dergahında 1400 kişiye iki öğün leziz yemekler pişirilir, gerek dervişlere gerekse gelen ziyaretçilere ikram olunurdu. Ziyaretçilerden biri bir gün merak saikıyla sordu:
– Bu yolda aslolan “kıllet-i taam” değil mi? Siz boyuna yediriyorsunuz.
Şeyh Seyfeddin şu karşılığı verdi:
– Gıdayı büsbütün azaltmak vücudu takattan düşürür. Bizim yolumuzun pirleri “vukûf-u kalbî” ve “sohbet” esası üzerinde durmuşlardır. Riyazatta aşırılık, ve açlıkla vücuda meşakkat vermek bazı olağanüstü hallerin meydana gelmesini sağlayabilir. Fakat biz bunları muteber saymayız. Bizim gayemiz zikre devam, Allah’a teveccüh, sünnete ittiba ve meşru işlerle iştigal suretiyle nur ve berekatı arttırmaktır.
Pekçok halife yetiştiren Muhammed Seyfeddin, 1096/1684 yılında Serhind’de vefat etti. Ve oraya defnolundu.
Yetiştirdiği halifelerden başlıcaları: Şah Abbas, Şeyh Sadreddin Sufi, Şeyh Ebu’l-Kasım, Şah İsa ve Seyyid Nur Muhammed Bedayünî’dir. Kendi yerine halef bıraktığı da bu sonuncusudur.
-rahmetullahi aleyh-
Orta boylu, esmer tenli, seyrek sakallıydı. Kaşları çatıktı; fakat yüzündeki ve alnındaki nur, kaşlarının çatıklığına tatlı bir mehâbet kazandırmıştı. Gözü yaşlıydı. Göz pınarlarından akan yaşlar, yanaklarına doğru derin iz açmıştı. Zahiri ve batini ilimlere vukufu sebebiyle “Allame-i cihan” diye anılırdı.
Altın Silsilenin 27. halkası yine Hind diyarından, fakat bu sefer “Serhindi” ailesinden ve İmam-ı Rabbâni soyundan değil. Seyyidliği sebebiyle “Seyyid Nur” diye anılan Muhammed Bedayünî, Delhi’den. el-Hadaiku’l-Verdlyye ve ondan naklen diğer bazı kaynaklar, nisbesini “Bedvanî” diye anarlarken çağdaş araştırmacı Ebu’l-Hasan Nedvî, onun nisbesini “el-Bedayünî” olarak kaydetmektedir. (bk. el-İmamu’s-Serhindî, s. 314, 317)
Nur Muhammed Bedayünî, İmam-ı Rabbâni’nin torunu Seyfeddin Serhindi’nin yetiştirdiklerinden. Dini ilimlerde belli bir merhale katettikten sonra önce Seyfeddin Serhindî’ye, ardından Şeyh Muhammed Muhsin’e intisab etti. Muhammed Muhsin, Muhammed Masum’un önde gelen halifelerindendir. Her iki şeyhten feyz aldıktan sonra otuz beş yıl kadar Delhi’deki Nakşi Müceddidi dergahında hizmet etti. Gönüllere iman heyecanı ve aşk kıvılcımı taşıdı. 1135/ 1722’de vefat etti.
SİYER VE HADİS KİTAPLARI
Gerek sohbetlerinde, gerekse özel mütalaalarında Siyer ve Şemail kitapları ile Hz. Peygamber’in güzel ahlakını ve sözlerini toplayan hadis kitaplarını okumaktan büyük bir hazz alırdı. Okuduklarını sindirmeye ve nefsinde uygulamaya çalışırdı. Sünnet tatbikatına çok düşkündü. Birgün her nasılsa helaya girerken sol ayağını atacakken, dalgınlıkla sağ ayağını atıvermişti. Bu sû-i edebinden dolayı üç gün manevi sıkıntıya düştü. Cenab-ı Hakk’a iltica etti. Üç günden sonra nihayet sıkıntısı zail oldu.
HARAM LOKMA TİTİZLİĞİ
Vera ehliydi, haramdan sakınır, şüphelilere yanaşmazdı. Midesine “haram lokma” girmemesine özel bir özen gösterirdi. Bu yüzden yiyeceği ekmeğin buğdayını bulur, kendi eliyle öğütür, hamuru kendi yoğurur, ekmeği de kendisi pişirirdi. Ekmeği de taze iken değil, bir süre bekletip bayatlattıktan sonra yerdi. Çok yemezdi, belini doğrultacak birkaç lokmacıkla yetinirdi. Bu şekilde nefsini açlığa ve az yemeğe alıştırması sonucu, otuz yıl süreyle adeta gönlünden yiyecek düşüncesi çıkmıştı. Açlık hissettiğinde herhangi bir ayırım yapmadan birkaç lokma atıştırır, onunla yetinirdi.
Kazançlarına dikkat etmeyen dünya ehli zenginlerin yemeklerini yemezdi: “Böylelerinin mallarında haksız kazançlar vardır. Dikkat etmek gerekir.” diye sakınırdı.
Zengin birisinden okumak üzre “emaneten” aldığı kitaplara bile üç gün süreyle el sürmezdi. “Çünkü dünya ehli zenginlerin gönüllerinin karanlığı, o kitapların, ciltlerine ve sayfalarına sinmiştir.” diye düşünürdü. Üzerine böyle manen karanlıklar sinen kitapların tadı bozulur, okuyana vereceği hazz azalırdı.
İstiğrak ve cezbesi yüksek olduğundan on beş yıl süreyle “gaybet” (l) hali yaşadı. Murakabe sayesinde “sahv” (2) haline geldi. Ancak bu daimi murakabe hali de belini bükmüştü.
ZİNA KARANLIĞI
Keramet ve firaset ehli bir zattı. Yetiştirip yerine bıraktığı halifesi Habibullah Mazhar şöyle anlattı:”Şeyhimiz Seyyid Nûr hazretlerinin keşfi çok sağlıklıydı. Başkalarının kafa gözüyle göremediğini kalb gözüyle görürdü. Nitekim bir kere yanlarına giderken gözüm bir kadına takılmıştı. Yanlarına vardığımda bana: “Sende zina karanlığı görüyorum” demişti.
Kızı kaybolan bir kadıncağız, Seyyid Nûr hazretlerine başvurarak:
– Uzun zamandan beri kızım kayıp, mahvoldum. Ne olur bana yardım edin, dedi. Bedayünî şöyle bir murakabeye vardı ve kadına:
– Sen evine git, kızın filan zaman gelecek, dedi.Kadın evine gitti. Şeyhin söylediği zaman kızı çıkıp geldi. Sevinçle ve hasretle yavrusuna sarılan anne:
– Yavrum nerde kaldın, neler oldu? diye sordu.
Kızcağız şunları söyledi:
– Ben çölde kaybolmuştum. Şaşkın bir haldeydim. Yaşlı biri geldi ve bana rehber olup buraya getirdi.
KESKİN ANLAYIŞI
Bostancının, karpuzun olmuşu ile hamını dışından anlaması gibi, kendisine başvuran kimselerin, iyi niyetli olanları ile kendisini tartmak emelinde olanları firasetle farkederdi. Nitekim iki akl-ı evvel, şeyhi denemek üzre yanına geldi. Kendisine intisab etmek istediklerini söyledi. Şeyh ikisini de tepeden tırnağa şöyle bir süzdü ve ardından:
– Siz önce gidin akidenizi tashih edin, ondan sonra halis bir niyyetle inabe isteyin, dedi. İçlerinden biri, tevbe ve istiğfar ile şeyhin dediğini yaptı ve mürid oldu. Diğeri direnip hüsranda kaldı.
Rivayete göre bir afyon satıcısı, Seyyid Nür’un dergahının yanına bir dükkan açtı. Şeyh, bir sohbeti sırasında bu haram ticaretin, hemen dergahın dibinde yapılmasının feyze mani olduğunu söyledi. Müridleri de bu sözler üzerine gidip dükkanı tahrib ettiler. Durumdan haberdar olan şeyh, çok üzüldü ve üzüntüsünü şu sözlerle açıkladı:
– Sizin bu hareketiniz, bizi eskisinden daha çok incitti. Hak, ancak hak ölçüleriyle yerine getirilir. Zararlı ve yasak olan işleri ortadan kaldırmak, mahkemenin ve icranın işidir. Bizim isimiz sadece tebliğ ve irşaddır.
Şeyhin emri üzre müridler, afyon satıcısını alıp şeyhin huzuruna getirdiler. Afyon satıcısına zararın tazmini teklif edildi. Kısa bir konuşma ve feyizli bir nazardan sonra O da herhangi bir şey taleb etmediğini itiraf ile tevbe etti, şeyhin bendeleri arasına katıldı.
-rahmetullahi aleyh-
Uzunca boylu, gökçek yüzlü buğday benizli, siyah sakallı, mehabet ve cemal sahibiydi Yumuşak görünüşüne rağmen heybetliydi Hz Ali’nin oğlu Muhammed b Hanefiyye neslindendi Anaları ve ataları cihetinden cedleri hep veli, ya da veli tabiatlı kimselerdi Özellikle büyük annesinin yaratık-ların teşbihim işitecek bir manevi olgunluğa sahip olduğu rivayet edilirdi
Altın Silsile’nin yirmi sekizinci halkası da Hind diyarından Adı Mirza “Şemseddin’ ve “Habibullah’ lakaplarıyla anılırdı Belki de çok arzuladığı “şehidlik” sıfatıyla Rabbına kavuştuğu için “Mazhar-ı can-ı canan” diye meşhur olmuştu.
1113/1701 yılında doğdu Küçük yaşlarında Kur’an ve İslamî ilimler tahsil etti Şeyhi Nur Muhammad Bedayünî’nin (ö 1135/1722) vefatında yirmi iki yaşlarında olduğuna bakılırsa pek genç yaşta (onsekiz yaşları civarında) tasavvuf yoluna girdiği anlaşılmış olur Şeyhinin yanında sıkı bir riyazat ve mücahede île nefs eğitiminden geçtiği anlaşılmaktadır Genç yaşta şeyhinin vefatı üzerine çağdaşı bazı şeyhlerin hizmetine girdi, kendilerinden feyz aldı Muhammed Efdal, Hafız Sa’dullah ve Muhammed Abid Sem’ani onun feyz aldıkları arasındadır Yirmi yıl sureyle hizmet ettiği bu şeyhlerin vefatından sonra oturduğu irşad makamında otuz yıldan fazla kaldı
Kendisi şöyle anlatıyor:
“Velayetin ilk derecesiyle, velayet ilim ve varidatını şeyhim Seyyid Muhammed Nur’dan aldım Yedi hakikate ve daha bir takım hallere Muhammed Abid eliyle yedi sene içinde erdim Bu arada Kadiriyye, Çeştiyye ve Sühreverdiyye tarikatı halifeliği île şereflendirildim ”
Şeyh Mirza, zühdi yaşayışı severdi Bu yüzden hiçbir zenginden dünyalık kabul etmezdi Kendisi dünyadan elini, eteğini çektiği gibi, muridlerinin de öyle olmasını arzu ederdi Etrafında kendisine hizmet etmek isteyen zengin müridleri bulunduğu halde, kendisi için ne bir tekke, ne de bir ev yaptırmıştı
Altın silsilede yer alan şeyhlere çok düşkündü Gönülden bağlıydı Özellikle imam-ı Rabbanî’yi çok severdi “Bu yolda ne bulduysam büyükleri, şeyhleri sevmede buldum derdi
Tarikat ve tasavvufu, şeriatta ihtisas gibi görür, tarikata meyli “Hak sevgisinin ağır basması’ şeklinde yorumlardı Tarikatı sadece bir zikir vasıtası görmezdi Çünkü zikir, herkese emredilen bir konuydu Kalb gözünün açılması da zikri çok yapmakla ancak mümkün olurdu Zikirden gaye zikrin manasına ermekti Daha ilerisi güzel ahlak sahibi olmak Çünkü güzel ahlak, bu ışın kaymağı mesabesinde Bu yüzden sevgili Peygamberimiz “Ben ancak güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” (Muvatta, Hüsnü’l hulk) buyurmuştur
Nefste Kemal Aranmaz
Nefsin yönelişlerine karşı dikkatli olmak konusunda şöyle söylerdi “Tasavvufta kemale eren kimse, hayır ve kemali kendi nefsine izafe etmez Bunların hepsi emanettir ve sahibi Allah’tır Fena haline ulaşan ve muşahedeye eren kaşı, kendini yok sayar Kendinde ve nefsinde hiçliği ve yokluğu yakalayan, yokluğu nefsini tahkir ederek ifade edebilir Eğer tasavvuf ehli, dışa bakar da, varlık yanım, emanet nurlarım gördükten sonra kendi yokluğunu gözden kaçıracak olursa o zaman iddiaya düşer ve yolunu şaşırır” derdi
Şehidlik Arzusu:
Ahir ömründe Hakk’ın kendisine olan in’am ve ihsanlarını şöyle sayardı “Artık gönlümde olmasını beklediğim bir şey kalmadı Hakk’ın sayısız nimetlerine nail oldum O beni hakiki müslü-manlık şerefine erdirdi ilimden yana nasıb verdi Hayırlı işler yapmada sadakat verdi Şeyhlik için tasarruf, keramet ve keşf bahşetti Bana nasıb olmayan zahirî anlamıyla şehidliktir Şehidlik, Hakk’a yakınlığı olan çok yüce bir makam Şeyhlerimizden çoğu şehadet şerbetini içerek göçtüler Ben ise çok acizim, cihada gücüm yetmez Bu yüzden bu ihtiyar halimde şehidliğe erme ihtimalim, görünür şartlara göre çok uzak “Allah Teala, sonunda onun çok arzuladığı bu şehidlik şerefini ayağına getirdi Duasını kabul buyurdu ve onu şehidler mertebesine ulaştırdı 7 Muharrem 1195 (2 Ocak 1781) yılında şeyhin kapışı çalındı Hizmetine bakan derviş kapıya baktı ve gelenlerin ziyaretçi olduğunu haber verdi Oysa ki bu ziyaretçiler Moğol mecusileriydi ve şeyhi öldürmeye gelmişlerdi.
İçlerinden biri sordu:
Şeyh Mirza sen misin? O da:
Evet, cevabını verince soruyu soran Moğol mecusisi hançerini çekti ve Hz Mirza’nın kalbine yakın bir yere sapladı Şeyhimiz o bıçak darbesiyle yere düştü Öldüğünü sanmışlardı Saldırganlar kaçıp uzaklaştılar Durumdan haberdar olan Bahaf Han, tedavi etmesi için doktor gönderdiyse de şeyh kabul etmedi “Eğer bu olayın faili bulunacak olursa ben ona hakkımı helal ediyorum” diye de haber gönderdi
Bu olaydan sonra üç gün yaşadı Her geçen gün zayıflıyor ve dermanı kesiliyordu Nihayet üçüncü günün sabahı yanındakilere ‘Onbir vakit namazım kaldı Vücudum kan revan içinde. Başımı kaldırmaya mecalim yok Gerçi fukaha, “başını kaldıramayacak kadar takatsiz olanın kaş ve göz imasıyla namaz kılması gerekmediğini” söylemiş, ama siz ne diyorsunuz?” diye sordu Yanındakiler
– Efendimiz, fıkhî hüküm açıktır, sizin durumunuz da ortada, dediler
Öğle vakti geçtikten sonra Fatiha suresini okumaya başladı Sureyi tamamlayınca “Günün bitmesine ne kadar kaldı?” diye sordu Belli ki acısı pek derindi, dayanılmaz haldeydi “Akşama dört saat var” denilince “Demek akşama daha çok var ” dedi Akşam vakti yaklaşırken temiz ruhu, yücelikler katına uçtu
Uzun ömürlü şeyhlerdendi. Dünyayla ilgisi olmadığı için ölümden endişe duymazdı. Derdi ki: “Ölümü sevmeyene şaşıyorum. Halbuki ölüm Allah’ın huzuruna çıkmaktır. Sevgili Peygambe-rimizin ziyaretine gitmektir. Allah dostlarına erişmektir. Değerli insanlarla buluşmaktır. Ben, din büyüklerinin ziyaretine özlem çekiyorum. Hz. Muhammed Mustafa’nın, Halilurrahman İbrahim (a.s)’ın yanma gitmeyi ne kadar istiyorum…”
Ölümünden sonra büyüklerden biri şöyle bir rüya gördü:
“Kur’an’ın yansı, semaya yükseltilmiş, dinde bir gevşeme ve duraklama meydana gelmiş.” Şeyh Mirza’nın yerine irşad makamına oturan Abdullah Dehlevî bu rüyayı şeyhin şu sözüyle yorumladı: “Bizden sonra bu tarikatın yüksek makamlarına çıkış duracak, bu tarikat ehli ne kadar yükselseler hal ehli olarak velayet makamına ulaşamayacaklar. ”
Elbetteki bu yorumlar, mutlak bir anlam ifade etmiyordu. Belki de Şeyh Mirza’nın vefatından sonraki belli bir fetret dönemini anlatıyordu. Nitekim Abdullah Dehlevi ve özellikle de onun halifesi Mevlana Halid Bağdadî zamanı, tarikatın en çok semereli yıllarıdır. Belki Nakşbendîliğin tarih boyunca en geliştiği ve büyük mürşidler yetiştirdiği yıllardır.
Bakışları tesirli, sözleri etkileyiciydi. Kendisine karşı küçümseyici bir tavır içinde küstahça laflar eden bir adama şöyle bir bakması yetmişti. Adamcağız yere yığılıp sudan çıkmış balık gibi çırpınmaya başlamışta. Nefesi daralan kişi, yaptığından pişman olarak: “Ne olur, Allah için suçumu bağışlayın” diye yalvarıyordu. Şeyh Mirza, bu sefer şefkatle elini uzatıp başını sıvazlayınca adam sakinleşti ve kendine geldi.
el-Hadaîku’1-verdiyye müellifinin verdiği bilgilere göre Şeyh Mirza Mazhar-ı Can-ı canan, elli kadar halife yetiştirmiştir. Müellif bunlardan yirmi kadarı hakkında kısa bilgiler vermektedir. Bunlar içinde en liyakatlisi yerini almaya hak kazanan Abdullah Dehlevî’dir.
-rahmetullahi aleyhima-
Orta boylu, esmer tenli, seyrek sakallı ve gökçek yüzlü idi. Hz. Peygamber’in torunu Hz. Hüseyin soyundan, seyyid-neseb. Derviş ve müridlerini cezbeye getiren engin bir feyze sahibti. Varidat-ı ilahiyyeye nail bir veliyy-i kamildi. Semaa önem vermediği halde vecd ve coşkusu yüksek bir süfi idi.
Kısa Çizgilerle Hayatı
Altın silsilenin yirmi dokuzuncu halkası yine Hind diyarından. 1158/1745 yılında Pencap’ta (Betale) doğdu. Babası Şah Abdüllatif, Kadiri tarikatına bağlı. Oğlu doğmadan önce rüyasında Hz. Ali’yi gördü. Hz. Ali ona: “Oğluna Ali adını koymasını” söyledi. Bu yüzden oğlu doğduğunda babası ona “Ali” adını verdi. Ancak daha sonra kendisine “Gulam-ı Ali” denmeğe başlandı. “Gulam-ı Ali” Ali’nin hizmetçisi demekti. Daha sonra rüyasında Hz. Peygamber’in Dehlevi’ye bizzat “Abdullah” diye hitab etmesi sonucu “Abdullah Dehlevî” diye meşhur oldu.
Yetişmesi
Babasının ilim ve marifet erbabINdan bir zat olması sebebiyle küçük yaşından itibaren ilim muhitlerinde yetişti. Abdülaziz Deh’levi’den Sahih-i Buhari, diğer bazı alimlerden tefsir ve fıkıh okudu. Babasının ısrar ve delaletiyle Kadiri şeyhi Şah Nasıruddin Kadirî’ye intisab etmek üzere gittiğinde şeyhin vefat etmiş olması sebebiyle intisab edemedi. Yirmi iki yaşına kadar Delhi’de bulunan muhtelif “Çiştiyye” tarikatı şeyhleriyle görüşüp tanıştı. Nihayet nasibinin Mirza Can-ı Canan olduğunu anlayarak onun dergahına kapılandı. Müceddidî şeyhi Mirza Can-ı Canan, “Burada tuzsuz taşı yalamaktan başka ne var ki…” diyerek onun bu konudaki ciddiyetini sınadı. Aldığı cevap:
“Bizim de istediğimiz budur” şeklinde olunca dervişliğe kabul etti. Kendisi bunu şöyle anlatır:
“Tefsir ve hadis ilimlerim tahsil ettikten sonra Habibullah Mazhar’ın hizmetine girdim. Mübarek eliyle bana bey’at verdi. Kadiri ve Nakşı tariklerim telkin etti. Onbeş yıl kadar onun hizmetinde bulundum. Zikir halkasında ve murakabede aradığım huzuru bulmuştum. Nihayet beni tarikat icazetiyle şereflendirdi.”
Şeyhlik Dönemi
Şeyhi Mirza Can-ı Canan şehid edilmesinden sonra irşad makamına oturdu. İlim ve irfanı; tarikattaki şeriat titizliği sayesinde kısa zamanda ünü her tarata yayıldı. Dergahına uzaktan ve yakından binlerce kişi geliyordu. Anadolu, Şam, Irak, Hicaz, Horasan ve Mavaraünnehir ile ta Mağrip’ten gelenlerle tekkesi dolup taşıyordu. Gelenlerin bir kısmı şeyhin şöhretini duyarak, bir kısmı da alem-i manada kendilerine verilen işaret üzere buraya koşup geliyordu.
Abdullah Dehlevi, bağlılarına bir yandan seyr ü sülük ile tarikat eğitimi yaptırırken; diğer yandan onlara tefsir, hadis ve fıkıh gibi İslâmi ilimler okuturdu.Kuşeyrî Risalesi, Avarifü’l-maarif ve îmam-ı Rabbani’nin Mektübat’ı onun okuttuğu eserler arasında yer alır.
En büyük halifesi Mevlana Halid el-Bağdadî’dir. Ondan başka otuzu aşkın halife yetiştirmiş ve 1240/1824’te Delhi’deki dergahında vefat etmiştir.
Ahlakî Özellikleri
Abdullah Dehlevi, cömerdlik ve sehavette güneş gibi idi. Dergahında devamlı olarak seyr u sülükle meşgul ve hizmete bakan iki yüz kadar müridi bulunurdu.
Dehlevi, son derece mahcub ve mütevazi idi. Bununla birlikte “emr bi’1-maruf konusunda son derece yürekli ve cesurdu. Bu konuda ne bir validen, ne de bir kumandan ve sultandan çekinirdi. Nitekim el-Hadaiku’1-verdiyye müellifinin verdiği bilgiye göre Hindistan’da bir bölgenin hakimi olan Nevvab Şemsir Bahadır başında hristiyanların giydiği bir şapka ile şeyhin huzuruna geldi. Abdullah Dehlevi, onu bu kıyafetinden dolayı uyardı. Reis de “Eğer bunu hoş karşılamıyorsanız bir daha buraya gelmeyiz” dedi. Dehlevi de: “Allah seni meclisimize bir daha böyle göndermesin” dedi. Reis kızarak çıktı ama bir türlü içi rahat etmedi. Tekkenin bir kenarında başındaki şapkayı çıkartıp tekrar geldi ve şeyhe bağlılıklarım sundu.
Dehlevî hazretleri, gerek adı geçen Reise ve gerekse çevredeki diğer reislere karşı son derece müstağni davranırdı. Tekkenin bütün ihtiyaçlarını karşılamayı teklif edenlerin önerilerini geri çevirirdi. Bunu Hakka olan güvenine ters görür, halkın minnetine razı olmak gibi değerlendirirdi.
Zenginlerden gelen yemeği kendisi yemediği gibi, müridlerine de yedirmezdi. Komşularına hediye olarak gönderirdi. Kendisine gönderilen paraların önce peşin olarak zekatını verir, ardından da bu para ile helva ve tatlı yaptırıp dervişlere ve yoksullara dağıtırdı.
Günlük Yaşantısı
Abdullah Dehlevi’nin bir günlük yaşantısı şöyleydi: Geceleri az uyur, teheccüde kalkardı. Teheccüde kalktığında uyuyanları uyandırırdı. Teheccüd namazından sonra murakabeye varırdı. Ardından da bir mikdar Kur’an okurdu. Gecenin son vaktinde sabah namazını cemaatle kılardı. Namazdan sonra işrak vaktine kadar yine murakabe ve zikirle uğraşırdı.
Müridlerinin kalabalığı yüzünden sabahtan toplu zikri iki celse halinde yaptırırdı. Zikrin ardından kuşluk vaktine kadar tefsir okuturdu. Bunun ardından yemek yenirdi.
O günün şartlarında müslümanlar iki öğün yediklerinden bu yemek kahvaltı ve öğle arası olurdu. Yemekden sonra biraz istirahat ederdi. Ardından öğle namazına kadar kitap okuma ve bazı yazım işlemleriyle uğraşırdı. Öğle namazından sonra tefsir ve hadis, ikindiden sonra da hadis ve tasavvuf okuturdu. Daha sonra da akşam vaktine kadar zikir ve teveccühle meşgul olurdu. Akşam namazından sonra kısa bir süre seçkin müridleriyle hasb-i hal ederdi. Yatsı namazından önce akşam yemeğini yerdi. Yatsı namazım kıldıktan sonra geceyi daha çok zikir ve murakabeyle geçirir, uyku bastırınca seccadesi üzerine yan üstü uzanıp istirahata çekilirdi.
Giyim Kuşamı
Abdullah Dehlevi, kaba kumaştan dikilmiş sade elbiseler giyerdi. Şayed kendisine güzel kumaştan bir elbise hediye edilecek olsa onu satar, parasıyla orta halli giyecekler alır ve dervişlere dağılırdı. Giysilerinin çok çeşitli olmamasına da özen gösterir ve bunun sünnet gereği olduğuna işaret ederdi. Nitekim Hz. Aişe bir gün izar (yani pestemal) türü bir giysi ile rida türü pelerin gibi bir örtüyü çıkarıp halka göstererek: “Rasulullah işte bunların içinde ruhunu teslim etti.” Demiştir. (bkz. Tirmizi. Şemail, s. 68-80)
Dehlevi’nin Meclisi
O’nun meclisi bir huzur ve sükun meclisiydi. Orada fakir zengin, sultan geda. herkes aynı şekilde sevgi ve ilgi görürdü. O mecliste hiç kimsenin gıybeti yapılmazdı. Arkasından konuşulmazdı. O’nun irşad ve sohbetinden herkes kabiliyet ve istidadı kadar nasib alırdı. Bir gün meclisinde bulunanlardan birisi orda bulunmayanlardan birini bir kusuruyla gıybet edecek oldu. Dehlevi müdahale ederek dedi ki: “O söylediğin söz ve sıfat, bana daha çok yakışır.”
Yine bir gün onun meclisinde Hindistan sultanı çekiştirildi. Dehlevi oruçluydu. Dedi ki:
– Eyvah orucum bozuldu. Yanındakiler:
– “Aman efendim, gıybeti yapan siz değilsiniz?” deyince: “Gıybeti yapan da onu dinleyen de günahta ortaktır” hadisi ile karşılık verdi. (bkz. Keşfü’1-hafa, II, 215)
Dehlevi. Kur’an okumak kadar. Kur’an dinlemeyi de pek severdi. Halifelerinden Ebu Said Masümî’nin okuduğu Kur’an’ı dinlemekten büyük haz duyardı. Bazan Allah Rasulü (s.a.)’nün Abdullah b. Mes’ud’a Kur’an oku tüp vecde gelip “Yeter!” demesi gibi, o da vecde gelince “Bu kadarı yetişir” derdi.
Meclislerinde tasavvuf ehli zatların şiir ve ilahilerini dinlemekten de hoşlanırdı. Özellikle Mesnevi’yi pek severdi. Temkin ehli olduğundan cezbelenip Semaa kalkışmazdı.
Tütün ve nargile türü, keyif verici maddelerden ve onların kokusundan hoşlanmaz, hatta meclisine böyle bir keyif verici kullanan kimse geldiğinde buhur tütsüsü yaptırırdı.
Dehlevi’de Rasülullah Sevgisi
Dehlevi’de aşk derecesinde bir peygamber sevgisi vardı. O’nun adını duyduğunda heyecanlanır, vücudu titrerdi. Hizmetine bakan kişilerden biri bir gün demişti ki:
“Sen Allah Rasülü’nün gözdesisin.” Abdullah Dehlievi bu sözü duyar duymaz ayağa fırladı, hizmetçiyi kucakladı ve:
– Estağfurullah, ben kim oluyorum ki O’nun gözdesi olayım? dedi ve ona hediyelerde bulundu.
Allah Rasulü’nün söz ve davranışlarına sıkı bir bağlılık içindeydi. Hayatına sünnet çizgisi üzere yön vermeye özen gösterirdi. Bu yüzden de hadis kitaplarını çok okur. Sünnetten haberdar olmaya çalışırdı. Vefatı sırasında bile Sünen-i Tirmizi mütalaa ettiği ve bu kitab göğsünde bulunduğu halde vefat ettiği kaydedilmektedir.
Sünnet ve hadis kitaplarında okuduğu Hz. Peygamber’in uygulamalarını derhal tatbik imkanı arardı. Bir gün kendisine getirilen keçi paça ve kellesini sırf bu yüzden pişirtip yemiş ve başkalarına da yedirmiştir.
Engin sevgisi sebebiyle zaman zaman Allah Rasulü’nü rüyada görürdü. Cehennem azabından korktuğu ve onun dehşetini düşünerek uyuduğu bir gecede Efendimiz’i gördü. “Sen bizim sevdiğimizsin. Bize sevgisi olan cehenneme girmez.” şeklindeki iltifat-ı peygamberiye mazhar oldu.
Bazı Söz ve Düşünceleri
Abdullah Dehlevi. Nakşbendiyye tarikatının belli başlı esaslarını kendisine göre şöyle özetlerdi:
“Nakşiliğin dört esası vardır: l. Def-i havatır. 2. Devamlı huzur hali, 3. Rahmani cezbe, 4. Manevi varidat. Havatır şeytandan, nefsten, melekten ve Hak’tan olmak üzere dört çeşittir.”
Nakşilik yolunda kişiye şu dört şeyin gerekli olduğunu söylerdi: l. Tertemiz bir din, 2. Saf bir yakın hali, 3. Kırık bir el; yani harama uzanmayan, hırsa kapılmayan bir tavır, 4. Kırık bir ayak; yani harama ve şerre gitmeyen bir ayak, mütevazı bir üslup.
Süfî’yi: “Dünya ve ahireti arkasına atan, yüzünü Yüce Rabbine döndürüp yoluna devam eden kimse” olarak tanımlardı.
Bey’at edip söz vermeyi üç amaçla yapılan bir fiil olarak görürdü.
1. Şeyhlerin gösterdiği büyük ve güzel yola ermek, onların makamına ulaşabilmek için;
2. Günahı bırakıp tevbeye yönelmek için,
3. Bir yere, bir makama bağlanmış olmak için.
Fakirin harfleri
“Fakir” kelimesinin harflerinin birer sembol olduğunu her bir harfin ayrı bir anlamı bulunduğunu şöyle anlatırdı:
Fa: Faka’dır; darlık, yokluk ve zorluğa işarettir.
Kaf: Kanaat ehli olmaktır.
Ya: Yeis’tir. Hakk’tan başka herşeyden ümid kesmekdir.
Ra: Riyazettir. Nefsi terbiye etmek için zora koşmaktır.
Derviş karşılığı kullanılan “fakir” kelimesinin remizleri sayılan bu hasletlere sahip olan kişi, Hakk’ın fazi ve ihsanı ile yakınlık ve rahmetine erişir.
Velilik ve Erenlik
Abdullah Dehlevi’ye göre veliler üç sıfatlı olur:
1. Keşf sahibi olanlar,
2. Fehm, anlayış ve kavrayış sahibi bulunanlar.
3. Cehi ehli; yani Hakk’ın İlmini görüp hiçbir şey bilmediği idrakine erenler.
Ricali de, dünya isteklileri, ahiret talipleri ve Mevla asıldan olmak üzere üçe ayırırdı. Dünyadan ve ukbadan geçip Hakk canibim seçip vuslat şarabın içip rical sıfatını alanların “ermiş” sayılacağını söylerdi.
Aklı, aydınlık ve karanlık olmak üzere ikiye ayırırdı. Aydınlık akıl, arada hiçbir aracı olmadan esas gayeye götüren akıldı. Karanlık akıl da mürşid kandili olmadan önünü göremeyen ve menziline varamayan akıl demekti.
İnsanın en büyük engeli olarak “benliği” görürdü. “Benlik” gitmeden hiçliğe erilemezdi. Benliğin gittiğini anlamanın ölçüşü olarak da;
“Kişide ben diyebilecek bir gücün kalmaması gerektiğini” söylerdi. Bu da ancak benliğin Hak’ta fani elması, kulun Hakk ile bakı olduğu şuuruna ermesiyle mümkündü.
Yaşlılık yıllarında şu beyti sık sık tekrarlardı:
Ey sevgilim, ey sevgilim, kocadın bittim
Aşkının nuru üzerine düştükçe gençleşiyorum.
Derdi ki: “Gerçek aşık, sevgilisini bir lahza bile tefekkür ve mülahazadan geri durmamalıdır.”
“Ey sevgili Rabbim. Kendi mecalsizliğimden şu kadarcık haber darım ki, senin cemalini görmek için gözlerimi her tarafa çeviriyorum.”
Hayatı hakkında bilgi veren kaynaklar onun bazı risalelerinden bahsederler. Makamat-ı Mazhariyye ve îzahu’t-tarika adlı iki risalesinden ilki basılmış olup Şeyhi Can-ı Canan Mazhar’ı anlatn (İstanbul 1986). Diğeri ise yazma olarak bulunmaktadır (bkz. Süleymaniye H. Hüsnü Paşa 7421).
– rahmetullahi aleyh-
DIŞ GÖRÜNÜŞÜ (HİLYESİ)
Uzun boylu, beyaz tenli, kırmızı yanaklıydı. Saçları ve gözleri siyahtı. Hafif değirmi burunlu, uzunca kirpikliydi. Kolları uzun, omuzları genişti. Vücudu kıllıydı. Heybeti ve ağırbaşlı duruşu bakanlar üzerinde ürperti uyandırır, saygınlık telkin ederdi. Güzel giyinirdi. Halkın arasına çıktığı zaman, ne taylasanını bırakırdı, ne de asasını ikramı ve bahşişi böldü. Prensiplerine sıkı sıkıya bağlıydı.
Altın silsilenin 30. halkası ve yeni bir kolbaşısı bu sefer Osmanlı ülkesinden, Irak’ın Musul vilayetine bağlı Şehrezür kasabasından Adı Halid b. Ahmed, lakabı Mevlana ve Zıyaeddin İslâm dünyasında Celaleddin Rumî’den sonra “Mevlana” (Efendimiz, büyüğümüz) lakabıyla anılan ve bu sıfatla meşhur olan ikinci kışı olduğuna bakılırsa tesir ve nüfuzu anlaşılmış olur. Kendisinden sonra Nakşîlik neredeyse “Halidîlik” olmuş ve bu kol Osmanlı ülkesinin en yaygın tarikatı haline gelmişti HAYATINDAN ÇİZGİLER
Ömrünün bir kısmı Bağdad’da geçtiğinden ve orada iken meşhur olduğundan “Bağdadî” nisbesiyle anılır. Baba tarafından Hz. Osman, ana tarafından da Hz. Ali soyundandır. 1193/1179 yılında bazı kaynaklara göre Şehrezur’da, bazılarına göre ise Baban’a bağlı Karadağ’da doğdu. İlk tahsilini önce babasından, ardından da Süleymaniye medreselerinde yaptı. Seyyid Abdülkerim Berzenci, Seyyid Molla İbrahim gibi alimlerden okudu. Süleymaniye’den Bağdad’a geçti. Bağdad’da bir sure ilim tahsiliyle meşgul olduktan sonra tekrar Süleymaniye’ye döndü. İlme doymuyordu adeta. Dini ilimlerden sonra fen ilimlerine merak sardı ve devrin Ali Kuşçu’su sayılan Muhammed Kuseym’den riyaziye, hesap, hendese, hey’et ve üstürlab gibi teknik bilimler tahsil etti.
Üstün zekası ve yüksek ilmi kabiliyeti sayesinde çevresinde ilgi odağı oldu Devrin idarecileri kendisini bir medreseye müderris tayin etmek istedilerse de o bundan imtina etti. Henüz bu işe ehil olmadığını beyan ederek afv diledi. Ancak 1213/1798 yılında Süleymaniye’de ortaya çıkan taun vakasında hocası Abdülkerim Berzenci vefat edince onun yerine müderrisliği kabul etti. Yedi yıl sureyle sürdürdüğü tedris hizmetinden sonra içinde hissettiği boşluğu doldurmak ve manevi bir teselliye nail olmak amacıyla hacca gitmeye karar verdi. Hac yolculuğu sırasında Şam’a uğradı ve bir süre orada ikamet etti.
Şam’da ikameti sırasında Muhammed el-Küzberi’den hadis icazeti, Mustafa el-Kürdî’den kadiri hilafeti aldı. Hac yolculuğu sırasında yolun meşakkatlerinin yanı sıra manevi bazı lütuflara ve tasavvufi irşatlara da mazhar oldu. Nitekim Medine’ de bulunduğu sırada kendisine rehberlik edecek mürşid ararken karşılaştığı hüsn-i hal sahibi bir zattan dua ve irşad talebinde bulundu. O zat, kendisine şu nasihat ta bulundu. “Mekke- i Mükerreme’de bulunduğun sırada zahiren gördüğün bazı hataları yargılayıp reddetmekte aceleci olma!”
Halid Bağdadî arkardaşlarıyla Medine’den Mekke’ye geçti. Günlerini Kabe civarında ibadetle geçirmeye özen gösteriyordu. Yine bir gün sabahın erken saatlerinde Harem-i Şerif’te Delail okurken birinin sırtını Kabe’ye dönüp oturduğunu gördü. Kendisine bakmakta olan bu zat ile bir ara göz göze geldiler Arkasını kıbleye ve Kabe’ ye dönmüş bu zatın hali pek hoşuna gitmemekle birlikte Medine’de aldığı nasihat gereği sesini çıkarmamaya azimliydi. Ancak bu sefer sözü başlatan karşısındaki zat oldu: “Allah indinde mümin bir gönlün Kabe’den daha değerli olduğunu bilmez misin? Hem Medine’deki zatın söylediklerini ne çabuk unuttun?”
Bu hikmetli ve anlamlı sözlerin etkisiyle başı dönen Halid Bağdadi gayr ı iradî sözün sahibinin dizlerine kapandı ve kendisini irşad etmesini istedi. Ancak şu karşılığı aldı “Sizin irşadınıza dair işaretler Hindistan tarafından geliyor. O tarafa yönelin!”
Hacc farizasını tamamlayan Halid Bağdadî, Süleymaniye’ye döndü ve tedris hizmetine devam etti. Nihayet bir gün Abdullah Dehlevi’nin gezginci dervişlerinden Mirza Rahimullah Azimabadî’nin Süleymaniye’ye gelmesine kadar bu hizmeti sürdürdü. Mirza Azîmabadî ile Süleymaniye’de uzun uzun sohbet ve halvetlerde bulunan Mevlana Halid, Nihayet beklediği anın geldiğine inanmıştı. Dünyevi bütün meşguliyetlerini bırakarak mirza Azîmabadî ile Hindistan’a sefere çıktı (1224/1809). Yaya olarak tam bir yıl sürecek olan bu yolculuk boyunca da boş durmadı. Yolda her bölgedeki ulema ve meşayihin kabrini ziyaret etti. Pek çok alim ve şeyh ile görüşüp tanıştı. Nihayet Abdullah Dehlevi’nin dergahının bulunduğu Cihanabad’a vardı.
Mevlana Halid, orada şeyhinin yanında bir yandan seyru suluk ile manevi eğitimini tamamlarken diğer yandan da şeyhinin izin ve işaretiyle Molla Abdülaziz el-Hindi’nin akaid ve kelam derslerine devamla icazet aldı. el- Hindi Tuhfe-i İsna Aşeriyye adında şiaya reddiye yazmış bir Nakşı şeyhi ve akaid bilginidir. Abdullah Dehlevi, müridi Halid Bağdadî’ye Nakşbendiyye, Kadiriyye, Sühreverdiyye, Kubrevivye ve Çeştiyye tarikatlarından icazet verdi .Dehlevi, müridindeki “benlik” duygusunu kırmak için onu küçük hizmetlerde kullandı. Temizlik yaptırdı Hatta helaları yıkattırdı. Nefsin azgın dalgalarını durulttu ve bir yılda onu eğitti.
Şeyhinin yanında seyru sulükunu tamamlayıp irşad icazetini alan Mevlana Halid şeyhinden aldığı işaretle tekrar memleketine döndü. Son arzusu sorulduğunda verdiği cevap ilginçtir: “Son arzum dindir, dinin kemali ve kuvvet bulması için de dünyayı isterim.”
1226/1811 yılında memleketi Süleymaniye’ye geldi Ardından şeyhinden gelen bir işaret üzere Bağdad’ a gitti. Orada vali Said Paşa’nın da desteğiyle İhsaiye medresesini ihya ederek ilk “Halidî tekkesi” haline getirdi. Engin bilgisi geniş tasavvufi etkisi kısa zamanda şöhret ve nüfuzunu artırınca çevrede hasedci nazarlar ve kıskanç tavırlar şahlamış işi kendisini Vali Paşa’ya şıkate kadar vardırmışlardı.
Şikayetin bir ucu pay-ı tahta Sultan II. Mahmud’a kadar ulaştı Sultan Şeyhülislâm-ı çağırıp kararını vereceği sırada Şeyhülislâm Mustafa Asım Efendi Sultan a :”Ey iman edenler, size bir fasık gelir ve bîr haber getirirse onu iyice araştırın. Aksi halde bir topluluğa bilmeden bir kötülük etmiş olursunuz. Sonra da pişman olursunuz.” (el-Hucurat, 49/6) ayetini hatırlattı. Bunun zerine Sultan bu iş için iki adam gönderdi. Diğer taraftan Vali Said Paşa’nın yaptırdığı araştırmada Mevlana Halid’in haklı iddiaların iftira olduğunu ortaya çıkardı. Olayların yatışması için Mevlana Halid, memleketi Süleymaniye’ye döndü.
Süleymaniye’de de hemen ikinci bir tekke açıldı. Gerek Bağdad’daki ilk tekkede, gerekse Süleymaniye’deki ikinci dergahta pek çok halife yetiştiren Mevlana Halid bunları İslâm ülkelerinin muhtelif merkezlerine gönderiyordu Süleymaniye den sonra bir ara tekrar Bağdad’a gelen Mevlana Halid, oradan da Şam civarında Salihiye’de üçüncü bir dergah daha açtı (1238/1822)
Salihiye’de üç yıl kadar irşad hizmetiyle meşgul olduktan sonra 1241/1825 yılında tekrar hacca gitti. Hac dönüşü Şam da kolera hastalığına yakalandı. Çok geçmeden 12 Zilkade 1242, 10 Haziran 1826 yılında vefat etti. Vefatı sırasında ağzından “Ey itminana eren nefs, sen O’ndan, O senden razı olarak dön Rabbına!” (el-Fecir, 89/27-30) ayetleri dökülmüştü. Kabri, Şam Salihiye’de Kasyon tepesi eteğindedir. Halifelerinden Muhammed el-Firaki’nin delaletiyle kabrinin üstüne I. Abdülmecid Han tarafından kubbe yaptırılmıştır.
Mevlana Halid’in tedris ve ilmi eserleriyle başlayan şöhreti, İslâm dünyasının her bölgesine gönderdiği yüzlerce halifesi sayesinde daha sağlığında iyice artmıştı. O’nun mürid ve müntesipleri arasında Mekkizade Mustafa Asım ve Mehmed Refik Efendi gibi şeyhü’l-İslâmlık makamını ihraz etmiş ilim adamları Said Paşa, Davud Paşa, Abdullah Paşa, Necip Paşa ve Namık Paşa gibi devlet ricali de yer almaktadır. Halidiyye’nin halk ve devlet ricali ile ilim adamları arasında kısa zamanda ve sür’atle yayılmasının temelinde genellikle Halid Bağdadî nin şeriatın zahirine sıkı sıkıya bağlı bir ilim adamı olmasıyla halifelerini genellikle ilim erbabından seçmesi gerçeği vardır. Mevlana Halid in bizzat yetiştirip görevlendirdiği 116 halife Halidiliği XIX asrın en büyük tarikatı haline getirmiştir. Ünlü hanefi fakihi İbn Abidin ile Ruhu’l-maani adlı tefsirin müellifi Alusî de Halidi mensubudur.
AHLAKÎ VASIFLARI
Halidi Bağdadî hazretleri cömert, güzel ahlaklı, halkın eziyetlerine sabırlı, açık ve tatlı sözlü, azimetle ameli seven, ihtiyatı elden bırakmayan, yetim ve dulları himaye eden, Allah yolunda kınayanın kınamasından korkmayan bir gönül eriydi.
Huzurunda oturup zahirî ve batınî adaba riayet edenler, azamî derecede istifade ederlerdi. Huzurda bulunanların kalbleri dünya sevgisinden temizlenir, makam ve mansıp endîşesinden, gaflet pasından arınırdı.
NASİHATLARİ
Size kat’iyyetle emrederim ki, bütün varlığınızla sünnet-i seniyyeye sarılıp cahiliye adetlerinden ve bidatlerden sakının. Sufiye hakkındaki dedikodulara aldanmayın. ‘Paşa da olsa avamdan insanlarla ülfet etmeyin. Onlardan hangi vesileyle olursa olsun, bir şey istemeyin. Çünkü bu, sizin kötülükle itham edilmenize sebep olur. İki mefsedet arasında çaresiz kaldığınız zaman ehven olanını seçin. Mutlu kişi, başkasının başına gelenlerden ibret alandır. Daha önemli olanı, önemli olana tercih ediniz. Sakın ola ki sultanlarla ve devlet ricaliyle bir işe girişmeyin. Çünkü onları ıslah edecek güce sahip değilsiniz. Onları gıybet etmeyin, veliyy-i emrinize hayırlı işlerinde muvaffak olması için dua ediniz.
Dünya perest tüccarları, ulema taslaklarını, ilmi halk arasında bir makam elde etmek için maşa olarak kullanan talebeleri, tenbellikleri sebebiyle yüklerini halka taşıtmaya çalışan asalakları, maneviyatı dünyasına basamak yapmaya kalkışan kimseleri, tarikata almayın, alsanız da bu tür davranışlarına fırsat vermeyin. Bilesiniz ki bana en sevgili olanınız, ehl-i dünya ile alakası olmayan, başkalarına yük olmayanızdır. Daha da sevimlileriniz fıkıh ve hadisle uğraşanlarınızdır. Nitekim tabileri çoğalanın şeytanları çoğalır, malı çoğalanın hesabı zorlaşır Tama ve şöhret sevgisine tutulan dünyalığını arttırmak, makama erişmek için her şeyi meşru görmeye başlar .Dünya ile dini değişir.”
“Zikr-i kalbiye devam et. Yolda giderken de olsa onu bırakma’. Her işinde Allah’ın kuvvet ve kudretine iltica et! Sadat-ı kiram hazretlerinin rühaniyetinden istimdat et. Alimlere ve Kur’an hafızlarına ikram et. Mümkün mertebe Kur’an kıraatiyle ve en çok da fıkıh ilmiyle meşgul ol! Huzur-ı kalb,seni bu işten alıkoymasın!”.
ESERLERİ
Mevlana Halidi Bağdadî, sohbetleri ve yetiştirdiği halifeleri kadar yazdığı eserleriyle de ünlüdür. Bu eserleri muhtelif dini konuları ihtiva eder. Bir kısmı Farsça, bir kısmı Arapça”dır:
1. el-Akdü’l-Cevheri: İlm-i kelamda “kesb” konusunda Maturidi ile Eş’ari mezhebi arasındaki görüş ayrılıklarım belirten bir risaledir. İstanbul’da basılmıştır.
2. Rabıta Risalesi: Nakşbendiyye’de önemli bir yeri olan rabıta konusunu anlatan müstakil bir risaledir. Raşahat kenarında basılmıştır.
3. Şerh Makamat-ı Harirî
4. Şerh Hadis-i Cibril: Cibril hadisi diye bilinen meşhur hadisin akaid ve tasavvuf açısından yapılmış Farca bir şerhidir. Eser yazma olup bir nüshası Süleymaniye kütüphanesinde vardır.
5. Siyelkütî Haşiyesi
6. Akaid-i Adudiyye
7. Divan, Farsça, Arapça ve Kürtçe şiirlerden meydana gelen bu eser, Sadreddin Yüksel tarafından terceme edilmiştir.
Mevlana Halid’in hayatı ve menkıbeleri hakkında yazılmış Mecd-i Talid gibi müstakil eserler de vardır.
-rahmetullahi aleyh-
Orta boylu, yuvarlak yüzlü ve top sakallıydı. Alnı geniş, kaşları gür, iki kaşı arası açıktı. Gözleri iri ve siyahtı. Murakabesinin çokluğundan boyun kemiği dışarı doğru eğilmişti. Yüzü aydınlık ve nurlu, sözleri etkileyici, gözleri ve nazarı keskindi. Görenler yüzündeki mahabetle irkilir, kendisine güven ve saygınlık hissederlerdi.
Altın silsilenin 31. halkası Güneydoğu Anadolu’muzun Hakkari vilayetinden ve Abdülkadir Geylani soyundan. Adı Taha bin Molla Ahmed “Şihabüddin ve İmamüddin” lakaplarıyla ünlü.
İlk tahsiline babası Molla Ahmed’in yanında başladı. Küçük yaşlarda Kur’an’ı hıfzetti. Ardından devrin medreselerinin bulunduğu Bağdad, Süleymaniye, Kerkük ve Erbil şehirlerine giderek çağdaş alimlerden okudu. Dînî ilimlerden icazet aldı, edebiyat ve bazı fen bilimlerini öğrendi.
Tasavvuf Yoluna Girmesi
Taha’l-Hakkarî’nin tasavvuf yoluna girmesi amcası Abdullah Şemdinli vasıtasıyladır. Mevlana Halid Bağdadî’nin önce arkadaşı, sonra da müridi olan Abdullah Şemdinli şeyhine yeğeni Taha’l-Hakkarî’den bahsetmişti. Mevlana Halid de bir ziyaretine onu da getirmesini istemişti. Bu suretle başlayan alaka, daha sonra istiharede görülen işaretler sonucu intisaba dönüştü.Taha’l-Hakkarî’nin yüksek istidadı ve Mevlana Halid’in yüce himmet ve teveccühü sayesinde üç aya varmayan (80 gün) kısa bir zaman içinde seyr u sülûkünü tamamladı, şeyhi tarafından Hakkari’nin Berdesur kasabasına hilafetle görevlendirildi. Amcası Abdullah Şemdinli ise, Şemdinli’nin ” Nehrî” de denilen “Bağlar” kasabasında irşad hizmeti yapmaktaydı. Hatta bu yüzden bazıları, bu kadar yakın yerlere iki halifenin görevlendirilmesine mana verememişlerdi. Ancak kısa bir süre sonra Abdullah Şemdinli vefat edince işin hikmetini kavradılar. Amcasının vefatından sonra Şeyh Taha, Bağlar kasabasına yerleşti ve amcasının bıraktığı yerden irşad hizmetini yürütmeye başladı.
Taha’l-Hakkarî’nin Bağlar kasabasındaki hizmeti kırk yılı aşkın bir süre devam etti. Şöhreti de Kafkaslardan Irak, Suriye ve Mısır’a, İran’dan Anadolu ve Balkanlar’a kadar ulaştı. Hatta 1853 yılında Osmanlılarla Ruslar arasında çıkan savaşta Dağıstanlı büyük sûfi mücahid Şeyh Şamil ile Hakkarili Şeyh Tâha ve kardeşi Şeyh Salih, Rus ordularına karşı Hakkari ve Azerbaycan halkını harekete geçirmişlerdir.
Bugün eski haline göre harap bir durumda bulunan Bağlar, Tâha’1-Hariri, zamanında 16. 000 nüfusu, camileri, mescidleri, tekkeleri, imaretleri, dükkanları, han, hamam ve kervansaraylarıyla şirin bir Osmanlı kasabasıydı.
Şeyh Hakkârî’nin Günlük Yaşantısı
Tâha’1-Hakkârî hazretleri teheccüd namazını evinde kılar, sabah ezanına kadar evinde evrad ve ezkar ile meşgul olurdu. Ezanla birlikte tekkeye çıkar, sabah namazını cemaatle kıldıktan sonra kuşluk vaktine kadar tekkede bulunurdu. Her gün tekkesindeki dervişleri ve ilim tahsil eden talebeleri dolaşır, müşkillerini hallederdi. Tekke ve civarı, gelen ziyaretçilerle dolup taşardı. Bağlar halkı ekseriya tekkenin imaretinden yer içerdi.
İkindi namazından sonra büyük “hatm-i hacegan” yapılırdı. Hatm-i hacegandan sonra İmam-ı Rabbani’nin Mektûbât’ı okunurdu. Mektûbat genellikle halifelerden birisi tarafından okunur, Şeyh Taha gerek gördükçe lüzumlu açıklamalarda bulunurdu. Akşam yemeği genellikle “akşam üzeri” yenilirdi. Böylece akşamla yatsı arasında bir yemek telaşı olmazdı. Şeyh Taha, seyr ü sülûke giren dervişlerine bizzat teveccühte bulunur ve teveccüh saatlerini kendisi tayin ve tesbit ederdi.
Halka ve İdarecilere Karşı Tavrı
Halkın her sınıfından insanlara karşı iltifatlarını esirgemez, zaman zaman ziyaretlerine gider, sıkıntılarına koşardı. Devlet ricaliyle münasebetlerini şeyhinin nasihatlarına uyarak zaruret miktarından öteye geçirmezdi. Nitekim devrin İran hükümdarı Mehmed Şah gördüğü bir rüya üzerine ehl-i sünnet mezhebine girmişti. Şöhreti İran’a kadar ulaşmış bulunan Taha’l-Hakkarî’den kendisine bir muallim göndermesini istedi. O da Şah’a Abdurrahman isimli bir halifesini gönderdi. Şeyhin, talebini yerine getirmesinden ve gönderdiği halifenin hizmetinden memnun kalan Şah, İran hududundaki iki kasabayı bütün varlıklarıyla Şeyh Taha’ya bağışladı. Fakat Taha’1-Hakkarî bunu kabul etmedi. Bir mektupla Şah’a şunları yazdı: “Ben Osmanlı teb’asındanım. Devletimin sayesinde şahsımın ve ailemin geçimi yolundadır. Alakalarınıza teşekkür eder, hediyelerinizi kabul edemeyişimin mazur görülmesini istirham ederim.”
Hediyelerin kabul edilmeyişine üzülen Şah, Abdurrahim Efendi ile de istişare ederek tekrar elçi gönderdi. “Madem ki bu iki kasabayı kabul etmediler, bari buraya bağlı iki köyü kabul etsinler” diye yazdı. Ayrıca elçiyle şeyhe süslü bir asa ve kıymetli bir cübbe armağan etti. Şeyh köylere sahip çıkmadı, vakfetmekle yetindi. Asa ile cübbeye de el sürmedi. Durumdan bir vesileyle haberdar olan devrin Osmanlı sultanı Abdülmecid Han, bir name ile şeyhe bu davranışından dolayı iltifatlarda bulundu. Şeyh de hediyeleri padişaha sundu.
İrşad Üslûbu
Tasavvufta: “Arife işaret kafidir.” diye bir kaide vardır. Taha’l-Hakkarî hazretleri bu kaide gereği irşad ve eğitimde direkt metodu değil, endirekt yolu; işaret üslûbunu tercih etmiştir. Nitekim halifelerinden birisine şu tavsiyede bulunmuştur: “Halka önce işaretle muamele edin; bu fayda vermezse sözle uyarın. Bundan da nasib almayandan yüz çevirin…”
Taha’l-Hakkarî hazretleri; “Misvakla kılınan bir rekat namaz, misvaksız kılınan yetmiş rekattan hayırlıdır.” (İbni Hanbel, VI, 272) hadis-i şerifine şu anlamı verirdi: Hadiste geçen “sivak” kelimesi misvakla ovmak manasına geldiği gibi, “sivak” yani “senden başkası” anlamına da gelir. Bu duruma göre hadisin manası şöyle olur:
“Sensiz; yani kendini düşünmeden Rabbinle olduğun bir rekat, kendinle olduğun yetmiş rekattan daha değerlidir.”
Rivayete göre bir gece Şeyh Taha’nın kilerine bir hırsız girmiş ve un çuvalını sırtlayıp kaçmak istemişti. Fakat hırsız kaldırmaya güç yetiremeyince çuvalın ağzını açta ve içinden bir miktar un boşalttı. Tekrar kaldırmak için hamle ettiyse de başaramadı. Yine boşaltıp kaldırmaya çalıştığı bir sırada Taha’l-Hakkarî kilere girdi. Çuvalın arkasından tutup: “Evladım yardım edeyim, herhalde kaldıramıyorsun?” dedi. Şeyhin ayak sesinin ardından konuşmasını da işiten hırsız, iyice buz kesmişti. Durumu fark eden Şeyh Taha, konuşmasını şöyle sürdürdü: “Hadi ben yardımcı olayım da çuvalı sırtına yükleyelim, ama dikkat et, bizim adamlarımız görmesin. Belki seni üzerler. Bir daha da ihtiyacın olduğunda kilere değil, bize gel. Biz senin ihtiyacını görelim.”
Hırsız bu müsamaha ve alicenaplık karşısında çok etkilendi ve iyice mahcub oldu. Şeyhten afv dileyerek bendeleri arasına katıldı.
Vefatı
Taha’l-Hakkarî hazretleri şeyhi tarafından irşadla görevlendirilişinin kırk ikinci yılında (1269/1853) müridleriyle bir gezintiye çıkmıştı. Sohbet sırasında şeyhe Şam’dan gelen iki mektup sunuldu. Şeyh Taha, mektupları damadı Abdülahad Efendi’ye okuttu. Ardından:
“Şöhret afettir. Artık bizim ötelere seferimiz yakındır. Bize dünyadan nasib kalmamıştır.” dedi ve ihvanıyla dergaha döndü. Dergaha gelince fenalaştı. Hastalığının on ikinci günü etrafında bulunan akraba ve müridleriyle vedalaşıp helalleşti. İkindi vakti ruhu Hakk katına uçtu (1269/1853).
Kabri, Hakkari’nin Şemdinli ilcesine bağlı Bağlar köyündedir. Bağlar kadısı olan kayınpederi ile amcası Abdullah Şemdinli’nin kabirleri de aynı mezarlıktadır. Amcasının mezarında kubbe olduğu halde o, mezarına kubbe ve türbe istememiştir.
Taha’l-Hakkarî hazretleri pek çok halife yetiştirdi. Nakşîliğin Halidî kolu, Güneydoğu Anadolu, Irak ve Suriye’de adeta onun yetiştirdiği halifelerce temsil edilmiştir. Necip Fazıl’ın mürşidi Abdülhakîm Arvasî’nin şeyhi Seyyid Fehim Arvasî ile Taha’l-Harîri onun yetiştirdikleri arasındadır.
-rahmetullahi aleyh-
Altın silsilenin 32. halkası Irak’ın Musul vilayetine bağlı Erbil’in Harir nahiyesinden Şeyhi Taha’l-Hakkarî ile aynı adı taşıyor. Doğduğu Harir nahiyesine nispetle “Harirî” nisbesiyle ünlü Taha’l-Harîrî’nin hayatı ve hizmetleri hakkında M. Es’ad Efendi’nin Risale-i Es’adiyye’sinde kendi terceme-i halini kaleme aldığı bölümde verdiği bilgilerle, yine Es’ad Efendi’nin sohbetlerinde tutulan notlardan başka bir bilgiye sahip değiliz. M. Es’ad Efendi’nin: “Tarikat-i aliyyede seyr u sülüküm ne babamın, ne de dedemin irşad zamanlarına rastlamadığından o zamanın kutb-i irşadı bulunan Taha’l-Harîrî en-Nakşbendî el-Halidî hazretlerinin hizmetine girdim. 1292/1875 senesine; yani vefatına kadar beş sene müddetle hizmetlerinde bulundum ” şeklindeki ifadelerden Şeyh Taha’nın iyi bir tahsil görmüş, itibarlı ve saygın bir kişiliğe sahip olduğu anlaşılmaktadır.
Dini ilimleri devrin ulemasından okuduktan sonra Mevlana Halid el-Bağdadînin Erbil’de bulunan halifesi Hidayetullah Efendi’nin hizmet ve himayesine girdi. Hidayetullah Efendi, Taha’l-Harîrî’nin yerine irşad makamına geçecek olan M. Es’ad Erbili’in dedesidir.
Taha’l-Harîrî’nin, Mevlana Halid Bağdadî halifelerinden Osman Tavili ile de görüştüğü bilinmektedir. Hatta Osman Tevili’nin Şeyh Hariri hakkında”o, bizden büyüktür.” diye övgülerde bulunmuştur.
Gerek Hidayetullah Efendi ve gerekse Osman Tavili ile görüşüp kendilerinden feyz alan Taha’l-Harîrî, devrin ünlü şeyhi Taha’l-Hakkari ile önce alem-i menamda, ardından kendisini ziyaret ederek görüşmüş ve çok kısa bir süre içinde hilafete hak kazanmıştır.
Taha’l-Harîrî, ilk iki şeyhten gördüğü seyr u sülük, son şeyhten aldığı icazetten sonra fıtratındaki “üveysi” istidad sayesinde sık sık alem-i manada Allah Resülü’yle görüşmek şerefine nail olmuştur. Şeyh Taha, tarikat silsilelerinde “üveysi” yolla irşad gören şeyhlerin ilki değildi Nitekim Abdülhalik Gucdüvani ve Şah-ı Nakşbend hazretleri de üveysidirler. Üveysilik: Asr-ı saadette yaşayıp Hz. Peygamber’le cismani olarak görüşemeyen Üveys el-Karanî’ye nispetle kullanılan tasavvuf kavramıdır. Tarikat piri veya Hz. Peygamber’le rüya yoluyla görüşüp seyr u sülük gören tarik erbabı hakkında kullanılır.
Vefatı:
Taha’l-Harîrî. Erbil ve Musul bölgesinde yaklaşık kırk yıl süreyle halkı irşad ile meşgul oldu. 1292/1875 yılında vefat etti. Erbil’de medfundur.
Hariri ve Riyazat
Nakşbendiyye tarikatı, ruhu güçlendirip nefsi onun emrine vermek anlamına gelen “ruhanî usulü” uygulayan bir tarikattır. Bu yüzden bu tarikatta riyazata nefsanî tarikatlarda olduğu kadar önem verilmez. Hatta bazı şeyhler riyazat konusu üzerinde hemen hiç durmazlar Nitekim Taha’l-Harîrî de bunlardan biridir. Naklolunduğuna göre Es’ad Erbili hazretleri bir ramazan şey-hinin tekkesine gider. Ramazan boyunca orada riyazat yapmak ister Es’ad Efendi, iftarda çok çeşitli yemeklerin sofraya getirildiğini görünce vazifelilere bir daha böyle çok yemek getirmemelerini söyler. Ancak aldığı cevap ilginçtir:
“Şeyh Tahal’l-Hariri hazretlerinin emri var, getirmek zorundayız.” Durumu Şeyh Hariri’ye haber verildiğinde o, Es’ad Efendi’ye ertesi gün şu uyarıda bulunur’ “Bizim yolumuzda salik, Ma’ruf Kerhi gibi olmalıdır Hane sahibi önüne ne tür yemek koyarsa yemelidir. Ayrıca bizim yolumuzda temizlik önce kalpten başlar. Kalb tasfiye ile salah kesb edince cesed de ona uyarak salah bulur. Bu bakımdan uzun uzun riyazata hacet kalmaz.”
Keşf ehli olan İle olmayan
Taha’l-Harîrî der ki: “Keşf ehli olan salik ile keşfi olmayan salikin hali, gözü gören ile gözü görmeyenin Hicaz yolculuğuna benzer. Her ikisi de yol boyunca daima gayelerine yaklaşmaktadır. Fakat gözü görmeyenin sevabı daha çoktur Seyr u sülükte de keşfi olmayan salik, görünmüyorsa da terakki halinde olduğu için keşfi olandan İyidir.”
Taha’l-Harîrî’nin vefatına yakın halifesi M. Es’ad Efendi, kendi yerine oğlunun postnişin olması istirhamında bulundu ise de Şeyh Taha: “Oğlum ben varken vardır. Benden sonra yoktur Büyük babanız Hidayetullah Efendi’nin bende çok hakkı vardır. O hakkı ödemek İçin bu emaneti ben size terk ediyorum” dedi Vefatından altı ay sonra da Şeyh Taha’nın oğlu vefat etti. Taha’l-Harîrî’nin yerine M. Es’ad Erbili postnişin oldu.
Şeyh Taha’l-Harîrî hazretleri ” Muhammedî-meşreb” olduklarından irşadları da Muhammedi üslupta idi. Hz. Peygamber (s a) Rasülü’s-sakaleyn (=iki ağırlığın, insan ve cinnin elçisi) olduğu gibi, Şeyh Taha hazretleri de “mürşidü’s-sakaleyn” yani hem insanların. hem de cinlerin mürşidi idi. Hatta cinnilerden “Cuddüh” adında bir halifesinin ve pek çok müridinin bulunduğu rivayet edilmektedir.
ŞEMAİLİ
Es’ad Efendi uzuna yakın boylu, beyaz sakallı, süzme gözlü, esmer tenli, şişmana yakın cüsseli, güler yüzlü, tatlı sözlü, vakur bir zat idi. Çok kuvvetli bir hafızaya sahipti. Senelerce evvel görüştüğü zatı hemen tanır, konuştukları mevzuyu derhal hatırlardı.
Altın silsilenin otuz üçüncü halkası yine Irak’tan, Musul’un Erbil kasabasından 1264/1847 yılında Erbil’de doğdu. Baba ve anne tarafından seyyiddir. Babası Erbil’ de bulunan Halidî tekkesi şeyhi M Saîd Efendidir. Babası tarafından dedesi Hidayetullah Efendi ise Mevlana Halıd el-Bağdadi’ nin Erbil’de yaptırdığı tekkeye tayın ettiği halifesidir.
Es’ad Efendi ilk tahsilini Erbil ve Deyr’de ikmal ettikten sonra yirmi üç yaşında iken 1287/1870 yılında manevi bir işaretle Nakşı-Halidi şeyhi Taha’l-Hariri’ye (o 1294/1875) intısab etti. Beş yılda seyru sulükunu ikmal île hilafet aldı 1292/1875 yılında Hicaz’a gitti.
İstanbul’a Gelişi
Hac dönüşü, şeyhi de vefat etmiş bulunduğundan İstanbul’a geldi. İstanbul’ da önceleri Salkımsöğüt’te Beşirağa dergahında misafir olarak kaldı. Muhib ve ziyaretçilerinin sayısı artınca buradan ayrılarak Bayezid-Parmakkapı’ da Makasçılar içinde bulunan camiinin müezzin odasına yerleşti. Fatih Cami’inde Hafız Divan’ı ile Mevlana Camii’nin Luccetu’l-esrar adlı eserini okuttu. Onun bu derslerine ilim ve irfan ehlinden pek çok kimse devam etti. Bayezid dersiamlarından Hoca Yekta Efendi ve benzeri alimler onu bu derslerinden tanıyarak intisab ettiler.
Kelamî Dergahı Şeyhliği
Kısa zamanda şöhreti İstanbul’u tuttu ve Sultanın damadı olan Derviş-paşa-zade Halid Paşa kendisini saraya davet ederek ondan bir buçuk sene kadar arapça ve dini ilimler tahsil etti. Sultan ikinci Abdülhamit Han tarafından da Meclis-i Meşayıh azalığına tayin olundu. Toplantı günleri meclise, ders günleri Fatih camiine, ara sıra da Saray’a giderdi.
Bu arada evini Bayezid Camii imaretinin kapısı üstündeki odalardan meydana nazır olan kısma nakletti. Ayrıca kendisine bir tekke tevcih olunması için Meşihat’ a müracaat etti. Fındık zade Macuncu civarında Şehremini Odabaşı semtindeki Kelamî Dergahı şeyhliği münhal bulunuyordu. Burası Kadirî tekkesi olduğundan tayın için Kadirî icazetname gerekiyordu. Esad Efendi 1303/1883 tarihinde Abdülkadir Geylanî ahfadından Abdulhamid er-Rifkanî’den aldığı Kadiri icazetnameyi ibraz île bu tekkeye tayin olundu. Burada muntesiblerine önce oturarak ve Kadiri evradı okuyarak Kadiri ayini, sonra da Nakşî usulünce “hatm-hacegan” yaptırırdı. Ancak Nakşî tarîkatında sohbet esas olduğundan cuma günleri de zikirden evvel “esrar-ı aşk ve muhabbete dair” sohbet ederdi Es’ad Efendi bir ara Halıcılar’ da bulunan Feyzullah Efendi dergahına da devam etti.
Tekrar Erbil’e
İstanbul’a ilk geldiği bu devrede ibadet ve ahlak gibi çeşitli konulardaki hadislerden derlediği “Kenzu’l-İrfan” adlı eserini neşretti. Onun bu esen büyük hüsn-i kabüle mazhar oldu. 1316/1900 yılında Abdulhamid Han tarafından bilinmeyen bir sebeple memleketi Erbil’de ikamete me’mür edildi
Erbil’ de saliha bir kadın tarafından kendisi için inşa ettirilen tekkede Meşrutiyetin ilanına kadar irşad hizmetiyle meşgul oldu Mektubat adlı eserindeki mektuplarının ekserisini bu esnada Erbil’de muhib ve müridhanıyla muhabereleri teşkil eder.
İstanbul’ a İkinci Gelişi
Esad Efendi, Meşrutiyeti müteakip sevenlerinin daveti üzerine 1324/1908′ de tekrar İstanbul’a döndü. Kelamî dergahını zemin kat üzerine genişleterek yeniden inşa ettirdi. Üsküdar’daki Selimiye Dergahı şeyhliği boşalınca oranın şeyhliği de Es’ad Efendi’ye tevcih olundu. Buraya niyabeten oğlu Mehmed Alı Efendi’yi tayın etti. Kendisi de arasıra gelip irşad hizmetini oğluyla birlikte yürüttü. Milli mücadelenin başlaması üzerine Ankara’ ya gidecek olan Fevzi (Çakmak) Paşa’nın bu dergahta Es’ad efendiyle birkaç defa görüştüğü bilinmektedir.
Meclis-i Meşayıh Reisliği
Es’ad Efendi 1330/1914 yılında önce Meclis-i Meşayıh azası sonra da reisi oldu Meclıs-i Meşayıh reisliği zamanında tekkelerin ıslahı ve şeyhliklerine ehliyetli kimselerin tayini ile şeyh evladının en iyi şekilde yetiştirilmelerini temin istikametinde çalışmalar yaptı. Padişah Sultan Reşad’ ın sevgisini kazanan Es’ad Efendi, aynı yıl “sürre emînî” olarak hacca gönderildi. 1331/1915 yılında meclis-i Meşayıh reisliğinden istifa etti.
Es’ad Efendi pek çok halife yetiştirdiğinden İstanbul, Anadolu, Yugoslavya ve Bulgaristan’da binlerce müntesibi vardı. Cumhuriyetin ilk yıllarında (1925) tekkelerin kapatılmasından önce İstanbul’a gelen ve Kelami Dergahı’nda onbeş gün misafir kalan Danimarkalı araştırıcı Carl Vett’ in anlattıklarından onun dergahına ilim ve devlet adamlarından pekçok itibarlı kişinin o şartlarda bile devam ettiği anlaşılmaktadır. (bk. Kelamî Dergahından Hatıralar)
Tekkelerin Kapatılmasından Sonra
Tekkelerin kapatılmasından sonra hiç sokağa çıkmamağa karar vererek Erenköy-Kazasker’ de satın aldığı köşkünde inzivayı ihtiyar etmesine rağmen dikkatler üzerinden eksik olmamıştır. 23 Aralık 1930 yılında meydana gelen Menemen vak’asıyla ilgisi bulunduğu iddiasıyla tutuklanarak Menemen’e sevk edildi. İdam talebiyle yargılandı, ilerlemiş yaşı sebebiyle idam cezası müebbed hapse çevrildi. Oğlu M. Ali Efendi ise idam edildi.
Es’ad Efendi Menemen’deki askeri hastanede üremiden tedavi gördüğü sırada 84 yaşında iken 3-4 Mart (1931) gecesi vefat etti. Vefatıyla birlikte zehirlendiği ile ilgili tartışmalar da gündeme geldi.
Edebî Şahsiyeti
Ana dili Türkçe olmakla beraber aynı kuvvetle Arapça, Farsça ve Kürtçe de bilirdi. Divanı ve diğer eserleri buna delildir. Türkçeyi kullanmaktaki mahareti Hüseyin Vassaf Bey’ in ifadesiyle “selîka-i kalemiyyesi ve tarz-ı ma’nadaki tevcihi kendisin sahife-i edebiyatta sername-i mübahat eyliyecek derecededir.”
Es’ad Efendi kendisi tekkeden yetişmiş bir şair olmasına rağmen tasavvufi halk edebiyatından ziyade divan edebiyatını benimsemiş ve aruzu büyük bir ustalıkla kullanmayı başarmıştır. O’nun Türkçeyi kullanmaktaki liyakati ve şiirlerindeki başarısını Necip Fazıl şöyle ifade etmektedir: “Esad Efendinin Kenzü’l-İrfan isimli eserinde asli metne ve Osmanlıca’ ya büyük bir sadakat ve hakimiyet müşahede ettiğimizi belirtmek borcundayız…” “Şiirlerine gelince bunlar, Şeyh Es’ad Efendi’nin bir hassasiyet ve şiir kabi-liyyetine malik bulunduklarına işarettir…” (Son Devrin Din Mazlumları, s. 169-170)
Eserleri:
1-Kenzü’l-İrfan: Ahlak, ibadet ve takva gibi muhtelif konularda derlenmiş binbir hadis-i şerîfin tercüme ve izahından ibarettir. Eser eski harflerle iki defa neşredildi. (İstanbul, 1317, 1327) Yeni harflerle de pekçok defa basılan bu eser.son olarak Erkam yayınlarınca aslî şekline uygun bir biçimde yeniden yayınlandı. (İstanbul, 1989)
2-Mektubat: Bilhassa Erbil’ de bulunduğu sırada muhib ve müridlerine yazdığı tasavvufi mahiyette yüzelli dört mektubtan müteşekkildir. Tamamına yakını Türkçe olmakla beraber birkaç arapça ve farsça mektup da vardır. Mektübat’ın baş tarafındaki ilk altı mektupla 36. mektup Tasavvuf mecmuasında makale olarak yayınlanmıştır. (İstanbul, Tasavvuf mecmuası, sene:1307) Mektubat eski harflerle iki defa yayınlanmıştır. (1338,1341) Mektubat, H. Kamil YILMAZ ve İrfan GÜNDÜZ tarafından ilmi esaslara uygun olarak neşredilmiştir. (İstanbul, 1983) Bu son neşrinde ilk neşirlerde bulunmayan iki mektuba da yer verilmiştir.
3-Dîvan: Türkçe ve Farsça şiirlerinin toplandığı eseridir. Aruz veznini büyük bir ustalıkla kullanan Es’ad Efendi, zaman zaman tasavvuf halk edebiyatı şairleri gibi şiirler ve onlara tahmisler de yazmıştır. Dîvan’ da yer yer Arapça manzumelere ve bir kürtçe gazele rastlanmaktadır. Farsça şiirler Ali Nihat Tarlan tarafından tercüme edilerek.Dîvan yeni harflerle Cemal Bayak tarafından yayınlanmıştır.(İstanbul,1991) Dîvan’daki farsça “Mev-lid-i Fatıma” manzümesi, Şeyhin oğlu tarafından nazmen türkçeye çevrilmişir.
4- Risale-i Es’adiyye: Tasavvuf ve tarikatın lüzumu ve faziletiyle seyr u sülukün şekil ve adabından bahseden küçük bir risaledir. Müellif bu eserinde otobiyografisini de müridlerinin talebi üzerine kaleme almıştır. Eski harflerle bir defa basılan bu küçük eser yeni harflerle de yayınlanmıştır. (İstanbul, 1986)
5- Tevhîd Risalesi Tercümesi:
Muhyiddin İbn Arabi’ye izafe edilen bir risalesinin Türkçe tercüme ve şerhidir. Bu risale İbn Arabi’ ye değil Evhadid-din Balyani’ye aiddir. Eser, Ali Kadri tarafından yayınlanmıştır, (İstanbul 1337,103s.)
6- Fatiha-i Şerife Tercümesi:
Fatiha süresinin tefsiri bir tercemesidir. Eski harflerle müstakil olarak, yeni harflerle Risale-i Es’adiyye ile birlikte yayınlandı. (İstanbul 1986).
Bunlardan başka Urfalı Şeyh Safvet Efendi’ nin çıkardığı, Tasavvuf ile Beyanü’1-hak ve benzeri mecmualarda neşredilmiş yazıları vardır.
Muhammed Es’ad Erbili,meşayıhın ulemasından olması sebebiyle daha sağlığında büyük bir şöhrete ve halk tarafından hüsn-i kabule mazhar olmuştur. Nitekim onun yakınlarından bir meczûb derviş, daha Erbil’de iken şöyle bir rüya görür: “Es’ad Efendi’nin iki kolu, İstanbul merkez olmak üzre, Erbil’den Balkanlara kadar olan geniş bölgeyi ihata etmektedir. Önce bir rüyadan ibaret olan bu hal, elli sene sonra hakikat olmuş ve Es ad Efendi’nin Anadolu’dan Arnavutluk, Bulgaristan ve Sırbistan’a kadar uzanan alanda pek çok müridi bulunmuştur.
Esad Efendi, Muhammedi meşrebde ve îsar ve infak doygunluğunda bir gönül sultanıydı. Nitekim vefatına yakın şunları söylemişti: İntisabımın ilk yıllarında gönlüme: Ya Rabbi, huzur-i ilahiyyene çıplak olarak geleyim. Şayan-ı kabul amelim varsa onları günahkar kullarına bağışlayayım şeklinde bir duygu gelmişti. Şimdi aynı duygularla doluyum.
Es’ad Efendi diyor ki iki mes’ele hakkında şüphem vardı. İmam Rabbanî hazretlerinin mektûbatını okuyunca bu şüphelerim zail oldu:
a) Tarikatte asıl olan tam anlamıyla sünnete bağlanmak olduğuna göre, bazı tarikatlarda riyazat yapmadan manevî yükseliş nasıl olabilir?
Bu sorunun cevabını İmâm-ı Rabbanî’nin Mektûbat’ında buldum.”Karnın, temiz ve helal yiyecekle doyarsa fikirde havatır olmaz. Zikir, fikir, rahat ve huzurlu olur. Fakat nefsin hakkı verilmezse huzûra mani olabilir”.
b) “Fena-yı kalbden sonra kalbe havatır nasıl gelebilir?
Bunun cevabını da “Kalb fena bulduktan sonra kalbe gelen havatır kalbe zarar vermez, aksine kalb vazifesini yapmaya devam eder.” Hükmünde buldum.
Rivayete göre bir Japon generali müslüman olup İstanbul’a gelir, İstanbul da Es’ad Efendi nin Kelamî dergahında bir müddet misafir olur ve zikir meclislerine katılır. Daha sonra bazı dergahlarda da zikir meclislerine katılan bu Japon general “Allah Allah” diye zikretmede gök kuvvet var. Padişahlar da böyle “Allah Allah” deseler, top tüfek kuvvetinin hükmü olmaz” der.
Es’ad Efendiye bir gün İttihad ve Terakki taraftarlarından biri gelip der ki Allah,”Dua ediniz, sizin dualarınızı kabul edeyim” (Gafir, 40/60) buyuruyor. Halbuki biz dua ediyoruz, bize bir şey vermiyor ve duamızı kabul etmiyor. Acaba bu ayete yanlış mana mı veriliyor?” Es’ad Efendi şu cevabı verir:
-“Duanın kabulü için birtakım şartlar vardır. Şart yerine gelmeyince şarta bağlı hüküm de gerçekleşmez. Duanın kabul olunmayışında ayrı bir takım hikmetler vardır. Bazen duanın beklenen ve istenen şekilde kabul edilmeyişi kul için daha büyük bir hayır olabilir. (bk el-Bakara, 2/216) Mesela sıtma hastasının canı bal isterse hemen verilmez. Çünkü bal, sıtma için zehir gibidir. Ayrıca bu ayet bir başka manaya göre “Beni davet edin, ben de meclisinize geleyim” anlamınadır.
Bir başka seferinde yine inançsız birisi Es’ad Efendi’nin tekkesine gelerek müslümanları tezyif etmeye başladı. “Her kötülük müslümanlarda, yalan, hırsızlık gibi fenalıklar hep onlarda Bu nasıl din böyle?”
Es’ad Efendi dedi ki:
– Bu senin söylediklerin bile dinimizin büyüklüğüne delildir. Başka dinler batıl olduğu için şeytan onlarla pek fazla uğraşmıyor. Çünkü boş eve hırsız girmez.
Es’ad Efendi’nin nazarı keskin, sohbeti etkileyici idi. İhvan ve halifelerinden de teveccüh ve nazarı keskin insanlar vardı. Nitekim Es’ad Efendi’nin Erbil’de ziyaret maksadıyla bulunduğu sırada çevre köy ve kasabalardan ihvan akın akın geldiler. Gelenler arasındaki bir genç Es’ad Efendi’nin yanına kadar sokuldu. Efendi hazretleri ona “Okuma yazma bilip bilmediğini, tarikata girip girmediğini” sordu. O da şöyle konuştu:
– “Okumam yok. Henüz tarik da almadım. Köyümüzden bir kızı sevmiştim. Babasından istettim, vermediler. Muhtar beni askere gönderdi. Ben askerde iken o kızı oğluna almış. Şimdi ben onlardan birini öldürüp intikamımı almadıkça tarikata girmeyeceğim.
Es’ad Efendi, gencin söylediklerine hayretle “ya öyle mi?” diye mukabele etti. Bu arada halifelerinden Şemseddin Efendiye bu gençle meşgul olmasını işaret etti ve abdest tazelemek için dışarı çıktı. Dönüşünde bu genci değneğini at yapmış koşarken gördü, o haliyle biraz koşuştuktan sonra kalabalığı yararak geldi. Şemseddin Efendi’nin teveccühüyle önce meczûb bir tavır sergileyen bu delikanlı daha sonra Es’ad Efendi’ye gelip: “Bana tarik ver” dedi. Es’ad Efendi:
“Hani sen adam öldürecektin” dedi. Genç, “o hal geçti” karşılığını verdi. Tekrar tarik isteyince Es’ad Efendi “Senin Şeyhin Şemseddin Efendidir” dedi. Fakat o genç “Hayır, hayır o değil, ben biliyorum sensin” karşılığını verdi. Es’ad Efendi, bununla birlikte meczûb tabiatlı olmaktan çok, temkin ehli olmayı tavsiye eder. “Bize serinkanlı insan lazım” derdi.
Esad Efendi, “Ümmetimin şereflileri Kur’an hamilleridir.” hadisini ”Kuran tilavetine müdavim, ahkamıyla amil, teheccüt namazı ve zikirle geceleri ihya edenlerdir” diye yorumlardı. Yoksa bazılarının dediği gibi sadece Kur’an hafızları demek değildir. Kuran ahkamına itaatkar olmayan ve namaz bile kılmayan hafızlar neye yarar? Nitekim Kuranda öyleleri hakkında: “Kendilerine Tevrat yükletilip de onu taşımayan; emirlerini tutmayanların durumu kitaplar taşıyan eşeğin durumu gibidir” (el-Cumua, 62/5) buyurulmuştur. Sırtında kitap taşıyan merkebe taşıdığının ne faydası vardır?
Es’ad Erbili hazretleri, “Sizden insanları hayra çağıran, iyiliği emreden, kötülüklerden sakındıran bir topluluk bulunsun. Onlar gerçek felaha erenlerdir.” (Ali İmran, 3/104) ayet-i kerîmesini şöyle tefsir eder:
“Ey İslam cemaati! Sizlerden bir taife, dinî ilimleri öğrenip tahsil ettikten sonra avam-ı nası gerçek tevhide ve islamî hayata çağırsın. Şeriatın ve aklın meşru kabul ettiği şeyleri kendisi yerine getirdikten sonra diğer insanlara da emretsin. Yine şeriat ve akıl ölçülerine göre çirkin olan davranışları kendisi terkettikten sonra başkalarını da o kötülükten sakındırsın. İşte bunlar hakîkaten gerçek kurtuluşa erenlerdir. Şayet bu kimseler Cenab-ı Hakk’ın emir ve nehiylerine itina göstermez; ilimleriyle amel etmezlerse ahkam-ı ilahiyi insanlara tebliğ etmeye layık değillerdir. Bu gibilerin tebliğlerinin te’siri de olmaz, sözün kısası, şüphesiz Hak Teala Hazretleri avam-ı nâsın cehalet ve günahtan kurtulması ve marifet nurundan istifade edebilmesi için hususî bir topluluğun ilim ve amel cihetinden yetiştirilmesini emr ile bu vazifeyi farz-ı kifaye olarak müslümanlara yüklemektedir. Bu mukaddes vazifenin medar-ı iftihar olan yükü de şüphesiz, zahiren batınen alim olma sıfatını kazanmış meşayih-i kiramın uhdelerine tevdî buyurulmuştur.”
Es’ad Efendi, İbn Arabi’yi çok sevdiği ve vahdet-i vücut fikrine kail olduğu halde bu düşüncenin “ittihad ve hulul” şeklinde anlaşılmasından son derece tedirgin olmaktadır. Nitekim: “Her nerede olursanız olun, Allah sizinle beraberdir” (el-Hadîd, 4) ayetinin tefsirinde der ki: “Ayet-i kerimedeki bu beraberlik zata ve zamana müteallik bir beraberlik olmadığı gibi hulûl ve İttihad yoluyla da değildir. Aksine bütün zuhur mahallerinden şimşek ziyası gibi, sadece zuhur ve huzur suretiyledir. Yani Hazreti Allah bütün işlerimizi ve her halimizi bilmekte, görmekte ve vakıf bulunmaktadır. Göklerde ve yerde mevcud bulunan herşey, O’nun kendi mülküdür. Herkese iyi veya kötü ameline göre karşılık vermek onun hakkıdır. Bu ayet-i celîleyi bildikten sonra halktan birinin yanında çirkin bir fiili yapmaya cesaret edemeyenlerin Yüce Mevla’nın huzurunda ne cesaretle o çirkin hareketi yapmaya teşebbüs edebilecekleri hayret verici bir husustur. Acaba bu gibilere akıllı denilebilir mi?”
Yine o: “Size ne oluyor ki Allah yolunda infakta bulunmuyorsunuz? (el-Hadid, 10) Ayet-i kerimesini tefsir ederken şu mühim konulara işaret etmektedir:
1) Kiralık evlerde oturmakta olan kiracıların bir evden diğer bir eve taşınırken bütün eşyasını beraberinde götürüp, sevdiği mallarından hiçbir şeyi bırakmayacağı herkesçe bilindiği halde, herşeye muhtaç olan kabir evine gidenlerin sevgili eşyalarından kısmen olsun birşeyi beraberinde görülmemeleri gerçekten hayret ve dehşet verici bir durumdur.
2) Cenab-ı Hakk’ın kullarına emaneten ihsan buyurduğu mallarından kulun ayrılacağı şüpheye mahal olmayan bir gerçektir. Şu kadar var ki, fakirleri doyurmak, düşkünleri giydirmek, camî ve mescid yaptırmak, İslam’ın zaferi ve ehl-i İmanın kuvvet bulması için gerekli olan harp aletlerine ve nakliye vasıtalarına sarfedecek malı elden avuçtan çıkarmak hemen veya ileride medh ve sevabı celbedecektir. Aksine sadece “pintilik duygusu” denilen adi tabiat yüzünden veya Kur’an ayetlerine ve Peygamberimiz (s.a.)’in hadislerine tam bir îmanla itimat edememek yüzünden cimrilik hastalığını, cömertlik şerefine tercih edenlerin; yani malının fazlasını kısmen de olsa yukarıda bahsedilen yollardan herhangi birine sarfetmeyerek ölüm ile bu mallarından ayrılmak zorunda kalanların ilahî azab ve itaba müstehak olmaktan korkup çekinmemeleri gerçekten üzücü bir haldir.
Es’ad Erbili hazretleri iyi bir alim olduğu kadar usta bir şairdi. Nitekim onun divanından sunacağımız çerçeve içindeki şiir onun duygu ve aşk yüklü dünyasının mahir san’atıyla terennümüdür. Aynı zamanda şiirdeki:
“Ne mümkün bunca ateşle şehid-i aşkı gasleylemek” mısraı da kendisinin şehid olacağını sezip önceden haber vermesi şeklinde bir keramet olarak değerlendirilmektedir.
ES’AD ERBÎLÎ HAZRETLERİNDEN BİR ŞİİR
Tecellâ-yı cemâlinden habîbim nev-bahâr âteş Gül âteş bülbül âteş sünbül âteş hak ü hâr âteş
Şua’ı âfitâbındır yakan bi’l cümle uşşâkı Dil âteş sîne âteş hem dü çeşm-i eşk-bâr âteş
Hayal-i şem’-i rûyinle aceb mi yansa cân u dil Nigârım gel de gör kalbimde âteş âh u zâr âteş
Ne mümkün bunca âteşle şehîd-i ışkı gasletmek Cesed âteş kefen âteş hem ab-ı-hoş-güvâr âteş
Ben el çektim safa-yı hatır u aram-ı canımdan Safa âteş cefa âteş firar âteş karar âteş
Ne yapsam bu dil-i mahzûnu mesrur eylemem şahım Gam âteş gam-güsar âteş temenna-yı mesar âteş
Ümid-i afiyet besler mi Es’ad yardan haşa Saçar oldukça gözden ol nigâr-ı gül-i zâr âteş
Bir asra yaklaşan ömrünü istikamet, takvâ ve verâ ölçülen içinde, kullarını Allah’ın yoluna irşâdla ikmal eden Sâmi Efendi Hazretlerini nebiler nebisinin âğûşunda sevgilisi Allah’a uğurlayışımızın ardından 10 yıl geçti O’nu, vefâtının sene-i devriyesinde söz kalıpları içine sokmak ve lâfızlarla anlatmak bizim kârımız değil. Lâkin “Sâlihlerden bahsetmenin rahmet nüzûlüne medâr” olacağı düşüncesiyle kısa çizgilerle merhûmu anlatmaya çalışacağız.
Mahmûd Sâmi Ramazanoğlu, nüfus kayıtlarına göre 1892 yılında Adana’da dünyaya geldi. Babası tarihte Ramazanoğulları diye bilinen âileden Müctebâ Bey, annesi ise Ümmügülsüm Hanım’dır. Sâmi Efendi’nin büyük ceddi Abdülhâdi Bey’in tesbit ettiği âile şeceresine göre, Ramazanoğullarının aslen Türklerin Oğuz boyunun Üçoklar kabilesinden olduğu ve Hz. Halid b. Velid (r. A.) nesliyle münâsebettar bulunduğu anlaşılmaktadır.
İlk, orta ve lise tahsilini Adana’da tamamlayan Sâmi Efendi, yüksek tahsil için İstanbul’a geldi Darûl-fünun Hukuk Mektebine girdi. Hukuk Fakültesini birincilikle bitirdikten sonra askerlik hizmetini zâbit vekili (yedek subay) olarak yine İstanbul’da yaptı.
Zâhir ilimlerini devrin ulemâ ve müderrislerinden tamamlayan Sâmi Efendi için sıra manevi ilimlere ve bâtın imârına gelmişti. Fıtrat-ı necîbesinin şiddet-i meyli sebebiyle tasavvuf yoluna sülûk etti. Devrin meşhur Nakşi tekkesi Gümüşhâneli dergâhında bir müddet erbaîn ve riyâzatla meşgul olduktan sonra arkadaşı eski Beşiktaş Müftüsü Fuad Efendi’nin babası Rüşdü Efendi’nin delâletiyle Kelâmî dergâhı şeyhi ve meclis-i meşayıh reisi Erbilli Es’ad Efendi’ye intisab etti. Kısa zamanda kesb-i kemâlât eyleyip seyr u sülûkunu ikmalden sonra hilâfetle irşâda mezun oldu. Bir müddet daha mürşidinin yanında kaldı ve bilâhere memleketi Adana’ya irşâda muvazzaf olarak gönderildi.
Mahmûd Sâmi Efendi Hazretleri tekkelerin kapatılmasından sonra memleketi Adana’da bir yandan Câmi-i Kebir’de vaaz ve husûsi sohbetleriyle irşâd hizmetini yürütürken, bir yandan da maişetini temin için bir kereste ticârethanesinin muhasebesini tutuyordu. O, babasından ve âilesinden kendisine intikal eden büyük serveti almamış ve “Hiçbir kimse kendi kazancından daha hayırlı bir yiyecek asla yememiştir” (Buharî) hadîsi şerîfi gereğince kendi el emeğiyle geçinmeyi tercih etmiştir. Sûfiler içinde baba mîrasını almayanlar içinde ilk olarak Hâris Muhâsibi’yi görüyoruz. O da Kaderiye mezhebine bağlı bulunan babasının mirasını almamıştı.
Adana’da uzun yıllar müştâk gönüllere aşk-ı ilâhî şerbeti sunarak hizmet etti. Yazları Adana’nın Namrun ve Kızıldağ yaylası ile bazan da Kayseri’nin Talas’ında geçirirdi. Hac yolunun açıldığı 1946 yılında ilk defa hacca gitti.
1951 yılında İstanbul’a geldi. İki yıl kadar İstanbul’da kaldıktan sonra 1953 yılında hac mevsiminde önce hacca, dönüşte de arkadaşı Konyalı Saraç Mehmed Efendi’yle Şam’a geldi ve oraya yerleşti. Bilâhere âilesi, damadı ile birlikte yanına gitti. Ancak bu Şam hicreti dokuz ay kadar sürdü. Dokuz ay sonra tekrar İstanbul’a geldi. İstanbul’a bu gelişlerinde önce Bayezid-Lâleli’ye, sonra da Erenköy’üne yerleşti. Şamdan İstanbul’a bu gelişlerinde zevceleri Valide Hanım’a “İstanbul’a tekrar geldik. Gönlümüz Medine’de atıyor. Ahîr ömrümüzde oraya hicret etmeyi arzu ederiz,” buyurmuşlar
İstanbul’da bulunduğu yıllarda da Adana’daki gibi bir yandan Erenköy Zihnipaşa Camiindeki vaazları ve husûsi sohbetleriyle irşâd hizmetini yürütürken diğer yandan da Tahtakale’de bir ticârethanenin muhasebesini tedvirle maîşetini temin etmekteydi. O’ nun bu vaaz, irşâd ve sohbetlerinden cemiyetin her sınıfından, fakir, zengin, okumuş, okumamış, esnâf, işçi, memûr, tüccâr ve fabrikatör binlerce insan istifâde ederek feyz almış, istikamet bulmuş ve böylece etrafında yepyeni bir nesil teşekkül etmiştir. İhvanını mânevi himâye kanatları altında toplayarak onları cemiyetin her türlü kötü cereyanından korumaya çalışmıştır.
Ömrünün son yıllarında şöhretinin artması ve dışarıda kendisine iltifatın nazar-ı dikkati celbedecek seviyeye ulaşması sebebiyle kûşe-i uzlete çekildi. İhvanı ile gerek devlethanesinde ve gerekse Ramazan’da hatimle kılınan teravih namazlarında görüşüyordu. Bu vesile ile onlara İslâmî düsturları Muhammedi hakikatları ve Nebevî ahlâkı anlatarak hâliyle, kaliyle irşâd ediyordu.
1979 yılında gönlündeki muhabbeti-i Resûlullah ateşi onu Belde-i Tâhire’ye hicrete mecbûr etti. Çünkü onun son arzusu Peygamber şehrinde Hakk’a varmaktı. Nitekim 1957 senesinde yakınları kendilerine Eyüp Sultan’dan kabir yeri almayı teklif ettiklerinde:
– Herkesi arzusuna bıraksalar biz Cennetü’l-Baki’yi arzu ederiz, buyurmuşlardır. Cenab-ı Hak sevdiği kulunun arzusunu kabul buyurdu. Nitekim İstanbul’da bulunduğu yıllarda mübtelâ oldukları amansız hastalık, orada da yakasını bırakmadı. Fakat en acılı, ağrılı zamanlarında bile o, hiçbir şikayette bulunmamış, yüzünden tebessümü eksik olmamıştır. Vefatı 10 Cemaziyelevvel 1404 /12 Şubat 1984 Pazar günü saat: 4.30’da vâkî olmuş ve Cennetü’l-Baki’ye defnolunmuştur. Rahmetullahi aleyh.
Vefatına şu ifadelerle tarih düşüldü. Kutb-i vâsılîn ü gavs-ı şuyûh-ı ızâmı Nûr-i hüdâ mürşid-i merdüm-ı ihtirâmi Belde-i Tahire’de tevhidle deyüp Allah Vasl-ı cinan eyledi Şeyh Mahmûd Sâmi (1404 H.)
Şemail ve Ahlâkı
Merhum Ramazanoğlu Sâmi Efendi, uzuna yakın orta boylu, nahif bedenli, buğday tenli, seyrek sakallı, kıvırcık saçlı, ela gözlü mücessem bir nûr heykeliydi. Mehabetinden yüzüne bakmak, hele göz göze gelmek kâbil olmazdı. Etrafa ziyâlar saçan gözlerinin isabet ettiği vücûd, tir tir titrerdi. Hatta O’ nun nazarlarından müteessir olup cezbeyle düşüp bayılanlar bile olurdu. Temiz ve düzgün giyinirdi. Sakalı bir tutamı geçmezdi. Saçlarını ya tamamen kestirir veya kulak memesine kadar uzatırdı. Bütün bunlar sünnet-i seniyyeye imtisâllerindendi.
Sâmi Efendi, çok az yer, içerdi. Sohbetlerinde sıkça az yemenin faziletinden çok yemenin zararlarından bahseder bunu âyet, hadis ve hikmetli sözlerle anlatırdı. Kendisi sünnet üzere günde iki öğünden fazla yemezdi. Yediği zaman da yarım dilim ekmek ve bir kaç lokma katıkla kifâf-ı nefs ederdi. İhvanla birlikte yenildiğinde “ihvanla yenilende bereket vardır ve bundan suâl olunmayacaktır” buyurarak fazlaca yenilmesine müsâade, hatta teşvik ederlerdi.
Az uyurlardı Seher vaktini ihyâ etmek en büyük zevkleriydi. Evinde misafir kalanlar veya kendileriyle bir yolculuğa çıkanlar, gecenin hangi saatinde kalksalar onu ayakta bulurlardı. Hatta onun anlayışına göre yatıp uyumanın adı bile istirahattı. Nitekim bir defasında bağlılarından birinin evinde misafir bulunduklarında gecenin ilerleyen saatlerinde hâne sahibi kendilerine:
-Efendim artık yatarsanız yatak hazırlayalım, der. O:
-Yatmanın adı istirahattır, buyururlar. Bir müddet sonra ev sâhibi tekrar:
-Yatar mısınız? deyince O yine:
-Yatmanın adı istirahattır. Fakir istirahat edeyim, sizi de eksik kalan dersinizi tamamlayın, buyurur. Hâdiseyi anlatan zât diyor ki, “gerçekten o sabah dersim yarıda kalmış ve akşama kadar da tamamlamaya fırsat bulamamıştım.”
Az konuşurlardı. Konuştukları zaman ya hikmet söylerler veya nasihat ederlerdi. Değilse sukûtu ihtiyar ederlerdi. Nitekim Merhûm Ali Yektâ Efendi şöyle diyor: “Evliyâullah’ın tasarrufları ya kavlen ya da hal ile olur. Sâmi Efendi’nin tarassufu hal iledir. Kelâmi dergâhının en feyizli günlerinde oraya devam eden pek çok ulemâ ve fuzalâ vardı. Fakat Sâmi Efendi o zaman pek genç olmasına rağmen bugünkü gibi kâmil ve hâl sâhibi idi.”
Ali Yektâ Efendi, müftülüğünün yanısıra Kelâmî dergâhında seyr u sülûkunu Es’ad Efendi’den tamamlayarak hilâfet icâzetnâmesi almış bir zattır. O, bu icâzetnâmesini ömrü boyunca saklamış ve bir gün tesâdüfen o icâzetnâmeye muttali olan yakınlarına “Onu sakın kimseye söylemeyin. O vazifenin ehli ve salâhiyetlisi Sâmi Efendi’dir.” Demişti.
Edeb
Sâmi Efendi’nin bütün hayatı edeb çizgisi içinde geçmiş, her an hadis-i şerifde ifade buyrulan “Allah’ı görüyormuşçasına ibadet etmek ve O’ nun muşâhedesi altında bulunduğu duygusuna sâhib olmak” (Buhârı, Tefsir Sûre, 31) mânâsına gelen ihsan duygusu içinde yaşamıştır. En ciddi insanların, en otoriter simaların bile bir zaaf ve hafiflikleri bulunabilir. Fakat onun hayatında böyle bir zaaf ve hafiflik hiçbir zaman görülmemiştir. İstikamet ve edebi her yerde ve her an muhafaza edebilmek keskin kılıcın üzerinde yürümeye benzer. Bu ancak kemâl ehli, tevfik-ı ilâhiye mazhar kimselerin kârıdır. Allah Rasûlü (s.a.) Efendimiz’in “Emrolunduğun gibi istikamet üzre ol!” (Hûd, 112) ayeti beni ihtiyarlattı”
buyurması, bu işin güçlüğüne en güzel delildir.
O’ nun sohbetlerine devam edenler bilirler ki, O hiçbir zaman ayak ayak üstüne atarak, ayak uzatarak veya bağdaş kurarak oturmamıştır. Daima dizüstü oturmayı tercih etmiştir. Sohbetlerinde sık sık:
Edeb bir tâc imiş nûr-i Hudâ’dan Giy o tâcı emîn ol her belâdan
beytini okuyarak edebden bahsederlerdi. Sohbetlerde Kur’ân tilaveti esnasında kendileri koltuk kanepede bile olsa hemen dizüstü oturur Kur’ân okuyacak kimse yerde ise hemen koltuk ve sandalyeye oturtulurdu.
Bir gün Halep meşâyıhından Muhammed en-Nebhânî İstanbul’a gelir. Sâmi Efendi Hazretleri bazı ihvânıyla kendilerini ziyarete giderler. Nebhânî ve arkadaşları gayet rahat ve serbest otururken Sâmi Efendi ve ihvanı dizüstü otururlar. Onların bu halini gören Muhammed Nebhanî:
Rahat oturun, der Efendi Hazretleri ve ihvânı oturuşlarını değiştirmeden:
Biz böyle daha rahatız, derler, Nebhânî de bu edeb karşısında:
Edeb, Türklerde dir, demekten kendini alamaz.
Kalb-i Selîm
Sohbetlerinde sık sık “O gün kalb-i selîm’den başka ne evlâd, ne mal; hiçbir şey fayda vermez.” (Şuarâ Süresi: 88-89) ayetini okuyarak kalb-i selîmi îzah ederlerdi. O’nun tefsirine göre kalb-i selîm, ne incinen, ne de inciten kalbdi. “İncinmemek incitmemekten daha zordur. Çünkü incitmemek eldedir amma incinmemek elde değildir,” derlerdi. Ve ilâve ederlerdi: Fakir hiç kimseden incinmem ve kimseyi incitmemeye çalışırım.” Gerçekten de bir asra yaklaşan ömrü boyunca O’nun hiç kimseyi incittiği görülmemiştir.
Kapısına gelen herkesi kabul edip onlarla görüşmek onlara iltifat ve ikramlarda bulunmak adetleriydi. Bir defasında ziyaretine gelenlere bir yakîninin: “Efendi’nin istirahata ihtiyacı var” diye geri çevirmesine muttali olunca:
– Burası Hak kapısıdır. Kimse geri çevrilmez. Hem de ihvanın kötüsü olmaz, buyururlar. Bu tavır, onun insana ve müslümana verdiği değerin en güzel ifadesidir. Torunu yaşındakilere bile hitab ederken isimlerinin sonuna Efendi, Bey sıfatlarını ekleyerek konuşması aynı anlayıştan kaynaklanmaktadır. H. Sâmi Efendi, kendini Allah’a ve Allah’ın kullarına hizmete adamış bir Hakk dostu idi. Daha sülûkünün ilk yıllarında “Yaratılanı Yaratan’ından ötürü sevmek” esasına bağlı kalarak, hizmeti sohbete, gayreti de himmete vesile bilerek şevkle çalışırdı.
Nitekim Kelâmî dergâhı bağlılarından Cide müftüsü H. Hüseyin Efendi’ye yaptığı hizmetler her türlü takdirin fevkindedir. Kelamî dergahında bulunan H. Hüseyin Efendi son zamanlarında hastalanır. Hastalığının şiddeti her geçen gün artar. Ve nihayet Müftü Efendi yatağından kalkamaz olur. Müridân birer hafta nöbetleşe bakmaya başlarlar. Hastalığın şiddeti daha da artırınca acele ailesine bir telgraf çekilmesi kararlaştırılır. Bu haberi duyan o zamanlar dergahın en genç müridi bulunan Sami Efendi mürşidi Es’ad Efendi’ye:
– Efendim, müsaade buyurursanız da Müftü Efendi’ye ben baksam ve âilesine telgraf çekilmese, der. Es’ad Efendi de bu teklifi memnûniyetle kabûl eder. H. Sami Efendi bundan sonra tam on sekiz ay Müftü Efendi’ye en güzel şekilde hizmet ederler. Görenler onun bu hizmetine imrenirler. Müftü Efendi de yaşlı gözlerle:
– Allah’ım! Bana ne ihsanda bulunmuşsan hepsini Sami Efendi’ye bağışlıyorum, diye münacâtta bulunur. Ve Es’ad Efendi ile görüştüklerinde de:
Sami Efendi evladımız, bize hizmette inşallah Hakk’ın rızasına erdi, diye tebşiratta bulunur.
Aslında hayli zamandan beri dergahtaki hizmetlerin ekserisi bu genç ilmiyeli derviş tarafından görülmekte imiş meğer. Gece herkes yatağına yattığında o, gizlice kalkar, yapılacak hizmetleri ifâ eder, her tarafı temizler, suları ısıtır ve öyle yatağına yatarmış. Nitekim Cide müftüsü Hüseyin Efendi, sağlıklı zamanlarında erken kalkmaya çalışıp bu hizmetlerin kimin tarafından yapıldığını öğrenmek istermiş. Fakat ne mümkün. Bir sefer akşamdan yatmamağa karar vererek bir kenara gizlenmiş. Yatağından kalkıp bu hizmetleri gören Sami Efendi tam çöp tenekesini alacağı sırada Hüseyin Efendi tenekeyi kapar ve:
– Evladım bu hizmeti de fakîre müsaade buyur, der.
Sami Efendi nezaketle almak isterse de Hüseyin Efendi:
– Allah aşkına bırak deyince Sami Efendi de bu hizmeti ona bırakır.
İrşad vazifesiyle memleketi Adana’ya gönderildiğinde oradan İstanbul’a mürşidine hediyeler göndermek adetiydi. Fakat o, hediyelerinin bizzat kendi elinin emeği olmasına büyük itina gösterirdi. Rivayete göre ekinler biçildikten hasad toplandıktan sonra tarlalara gider, yerlere dökülen başakları toplar, onları güzelce bulgur yapar ve İstanbul’a gönderirdi. O’nun bu hâline muttali olan babası:
– Oğlum, benim ambarlarım buğday oldu. Niçin Efendi’ne onlardan göndermiyorsun? dedi. O da:
– O kapıya lâyık olan el emeği, göz nurudur, buyururlar.
H. Sami Efendi Hazretleri kendisini sevenleri ve bağlılarını eski kültürümüze ve bâ-husûs eski harflerle okuyup yazmayı öğrenmeye sevk ederlerdi. Hatta bu yüzden son yıllara kadar eserlerini yeni harflerle neşre müsaade etmemişti.
Ayrıca kendileri iyi derecede Fransızca bildikleri halde Batı kökenli kelimelerin Türkçe’de kullanılmasından hoşlanmazlar, böyle Fransızca veya Latince asıllı kelimeleri asla kullanmazlardı. Mesela ilaçların isimlerini bile Latince adıyla değil, kendilerinin ona taktıkları bir ad veya sıfatla zikrederlerdi. Kırmızı hap, pembe şurup gibi. Bu davranış lisanda özenti merakıyla Batı kökenli veya uydurma kelime kullanmayı itiyad edinenlere bir ibrettir.
Sohbetlerinde bir ara Rûhûl-beyan Tefsirinden naklen köpeğin on hasletinden ısrarla bahsetmişlerdi de (bk Musahabe VI) hal sahibi bir ihvan “Biz henüz köpeğin mertebesine gelemedik” demekten kendini alamamıştı. Sohbetlerinde nefs düşmanının insana kurduğu tuzaklardan bahseden ve ihsana nefislerinin tehlikesinden korunabilmek için şunları tavsiye buyururlardı:
1-Açlık ve az yemek, oruca devam,
2-Az uyumak ve teheccüde devam,
3-Huşû ile ibadet, mânâsını düşünerek Kur’an okumak,
4-Zikr-i daim içinde bulunmak,
5-Salih ve sadıklarla beraber olmak.
Sâmi Efendi, daima huzûr-i ilahîde bulunduğu ve her nefesinin son nefesi olabileceği düşüncesiyle daima abdestli bulunmaya ve abdest üstüne abdest almaya büyük itina gösterirdi. Nitekim onun muhasebesini tuttuğu bir zatın tesbitine göre Efendi defterleri abdestli yazardı. Yazma işi bitince defterleri kaldırır, abdest alır, biraz Kur’ân okurdu. Az sonra ezan okununca bu sefer namaz için tekrar abdest alırlardı.
Onun irşaddaki usûlü Nebevî üslûpta idi. insanların kusurlarını yüzlerine vurmaz, hatalarından dolayı onları azarlamaz ve hele nefsi için hiç kızmazdı. Onlara örnek olmak sûretiyle irşad etmeyi tercih ederdi. İrşadda en geçerli yol da budur. Çünkü irşad halkaları merkezden muhite doğru yayılır. “Önce nefsinden başlamak’ esastır. Hiç kimseye açıkça “şunu yap, şunu yapma” demez, dolayısıyla bunu ihsas ettirmeye çalışırdı. Hiç kimseye “Bizden ders al, bizim sohbetimize katıl gibi emirler vermezdi. Hatta kendileri dikkat çekecek, fitne uyandıracak ve riyâya dâvetiye çıkaracak şekle müteallik şeylerden husûsiyle sakınırdı.
Ancak yakınlarını helal kazanca, faize bulaşmamaya teşvik ederler, bazan bunu samimi bulduklarına açıkça söylerlerdi. Değilse dolaylı olarak ifade buyururlardı.
Şöhretten ve aşırı hürmetten çok rahatsız olurlardı. Nitekim İstanbul Tahtakale’de çalıştığı yıllarda önceleri öğle ve ikindi namazlarında Rüstempaşa ve Marpuççular camilerine cemaata devam ederlerdi. Camide kendisini tanıyanların aşırı tâzim ve hürmeti onu rahatsız etmiş, bilâhare bu namazları yazıhanede kılmaya başlamışlardır. Yalnız, ihvâna;
– Siz cemaata devam edin, o şeref ve faziletten mahrum kalmayın, buyurmuşlardır.
Reisü’l-kurra ve hâdimu’l-Kur’ân Gönenli Mehmed Efendi onun hakkında “Sâmi Efendi bu ümmetin en büyüğü idi. Başka ne söylense boştur ” demişti.
Ali Yakub Hoca Efendi de:”Takva bâbında bütün evsâfıyla selef-i salihin zâhid ve âbidlerini andıran bu zatın kemâlât-ı mâneviyesi hakkında söz söylemek bizim gibi naçîz bir abdı acizin kârı değildir.” der.
Mâhir İz Hoca Efendi, gördüğü bir rüya üzerine muhıbb ve bağlıları arasına katıldığı H. Sâmi Efendi Hazretleri hakkında “O Hazreti Sami’dir. Biz devri pâdışâhîden beri neler gördük, fakat böylesine tesadüf etmedik” diyordu.
Bekir Haki Efendi de Sâmi Efendi’yi sevip takdir edenlerdendi ve Sâmi Efendinin bir sohbetinden dönerken şunları söylüyordu.
“Bu zenginleri saatlerce diz üstü sessizce oturtmak. Boğazdan gelen bir gemiyi Sarayburnu’nda bağlamaktan daha zordur. Bizler bu işi yapamayız. Bunu ancak Sâmi Efendi yapabilir.”
Bekir Haki Efendi belki bunları söylerken Es’ad Efendi’nin Sâmi Efendi’ye verdiği icazetnamede çizdiği irşad stratejisinden habersizdi. Es’ad Efendi şöyle diyordu:
İcazetnamede “Ne ticaret, ne de alışverişin Allah’ın zikrinden alıkoyamadığı kimseler vardır.” (Nur, 37) ayeti celîlesinin ilan hükümlerine vakıf olan muhterem ihvanımıza arz edebilirim ki, bâtınını tasfiye ve nefsim tezkiyeye talib olanların… Sâmi Efendi’nin sohbetlerine devam ve açıklayacağı usûl ve adaba gösterecekleri gayret ve ihtimam sayesinde bu isteklerine kavuşacaklarda şüphe yoktur. ” (Mektubat, 134 Mektup sh. 361)
HATIRALAR
TEBLİĞDE EŞSİZ NEZÂKET
1963’ün Temmuzunda Üsküdar da bir dostumuzun evinde nişan cemiyetindeydik. Merhum Üstadımız Sâmi Efendi (k.s.) Hazretleri de teşrif etmişlerdi.
Aşr-i şerif ve sohbetten sonra sıra nişan yüzüğünün takılmasına gelmişti. Nadide bir tepsi üzerinde altın bir yüzük getirildi. Kendilerine yüzüğü takmak hususunda istirham da bulunuldu ise de o anda konu ile ilgili hiçbir şey söylemeyerek yüzüğün bir başkası tarafından takılmasını uygun gördüler.
İkindi namazı yaklaşmıştı. Abdestleri olduğu halde her zamanki adetleri üzere abdest üzerine abdest aldılar ve abdestten sonra, damadı özel olarak yanlarına çağırdılar. Tatlı ve anlamlı bir tebessümle ve yumuşak bir edâ ile:
– Evlat! Biz, bu altın yüzüklerimizi hanımlarımıza hediye ettik. Siz de bunu hanımınıza hediye edersiniz, inşaallah buyurdular ve manen eşsiz değerdeki gümüş yüzüğünü mübarek parmağından çıkararak,
– “Bunu da size nişan yüzüğünüz olarak hediye ediyorum.” buyurdular. Kendisine uzatılan parmaktaki altın yüzüğün yerine büyük bir nezaketle kendi yüzüklerini taktılar. Hayır duada bulundular.
Muhterem Üstaz Hazretlerinin irşad ve tebliğdeki bu incelik, nezaket ve hassasiyetten ne kadar ibret vericidir.
Muhterem Mûsâ Efendi, Osmanlı Cihan Devleti’nin son dönemlerine rastlayan 1917 (h. 1333) senesinde Konya’nın Kadınhanı ilçesinde dünyaya geldi. Muhterem pederleri, Ahmed Hamdi Topbaş Efendi; vâlideleri ise Âdile Hanımefendi’dir. Ahmed Hamdi Efendi’nin dedesi Ahmed Kudsî Efendi (v. 1887), hem büyük muhaddislerden âlim bir zât, hem de Hâlid-i Bağdâdî Hazretlerinin halîfesi Muhammed Kudsî Bozkırî’den hilâfet almış bir Hak dostudur.
Topbaşzâde Ahmed Hamdi Efendi, ümmetin meseleleriyle ilgilenen, takvâ sahibi ve fedâkâr bir gönül insanıdır. Mûsâ Efendi’nin doğumundan altı ay kadar sonra İstanbul’a hicret eder.
Mûsâ Efendi’nin çocukluğu ve gençliği, İstanbul’un Erenköy semtinde geçer. İlk, orta ve iki yıllık lise tahsili, Cumhuriyet’in ilk yıllarına rastlar. Dîne ve tarihe karşı redd-i mîras edilen bir dönemde, yanlış fikirlerle gönlü kirlenmesin diye muhterem pederleri onu ticarete istikâmetlendirir. İlimle iştigâl etmeyi çok arzulayan Mûsâ Efendi, maddî ve mânevî tahsilini, devrin önde gelen âlimlerinden husûsî dersler alarak ikmâl eder. Son dönemin en güçlü müfessiri olan Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, yine zamanın meşhur muhaddislerinden Babanzâde Ahmed Naîm Efendi, edebiyatçı ve Mesnevîhan Tâhiru’l-Mevlevî gibi pek çok muhterem zâtın rahle-i tedrîsinde bulunur. Ömer Nasûhi Bilmen, Bekir Hâki Efendi, Mustafa Âsım Yörük ve Hacı Cemal Öğüt gibi kıymetli âlimlerin ilim meclislerine devam eder. Tasavvufa ilgi duymaya başladıktan sonra, Sarıyerli Nûri Efendi, Abdülhay Efendi, Seyyid Şefik Arvasî, Ali Haydar Efendi, Süleyman Hilmi Tunahan ve Said Nursî gibi dönemin önde gelen mâneviyat ricâline sık sık ziyaretlerde bulunur, bir kısmının da hizmetlerini görüp duâlarını alır.
Fakat Mûsâ Efendi’nin hayatında en büyük tesir icrâ eden âlim ve ârif zât, hiç şüphesiz ki Mahmud Sâmi Ramazanoğlu Hazretleridir. Bu büyük zâtı tanıdıktan sonra Mûsâ Efendi’nin önünde sonsuz mânevî ufuklar açılmıştır. Artık bambaşka biri olmuş, rûhunda o zamana kadar hissetmediği mânevî hâller ve ihtilâçlar zuhûr etmiş, içine bir ateş düşmüştür.
Mûsâ Efendi, Üstâd’ına öyle bir muhabbetle bağlanmıştı ki târifi mümkün değildir. Onun şu ifâdeleri, bu muhabbetin şâhidlerinden biridir:
“Sâmi Efendi Hazretleri’ne intisâbımdan sonra dünyaya bakışım ve görüşüm değişti. Eski sevdiklerimi sevemez hâle geldim. Her gün beraber yiyip içtiğim arkadaşlar vardı; bir anda silindi. Ne onlar fakiri aradı, ne de ben onları aradım…
Muhterem Üstâdım Mahmud Sâmi Hazretlerinin huzûr-i âlîlerine girdiğimizde, tasavvufa dâir hiçbir mâlûmâtım yoktu. Bize evrâd verecekler, yapacağız, o kadar zannediyordum. Mânevî değişiklik gibi şeylerden haberimiz yoktu… Ancak o zaman anladım ki kalbe kuvvetli bir aşk aşısı vuruyorlar. Sâlik, hakîkaten zeki ve anlayışlı ise onun kıymetini biliyor, o hâlini muhâfaza ediyor. Biraz noksanlığı olan ise, istifâde etse bile nâkıs kalıyor.”[1]
Mûsâ Efendi Hazretlerini yakından tanıyanlar, onun, Sâmi Efendi Hazretlerine olan hayranlığını, engin muhabbetini, teslîmiyetini, tâzîmini ve hizmetini dâimâ gıptayla seyretmişlerdir. O, Üstâdının vefâtından sonra bile âdeta onunla yaşamıştır.
MUSA TOPBAŞ EFENDİ’NİN HAYATI
MUSA EFENDİ’NİN MANEVİ TERBİYE HİZMETİ
1956 yılında başlayan bu mânevî yolculuk, 1976 yılında irşâd icâzeti ile taçlanmış ve Üstâdının 12 Şubat 1984’te Hakk’a yürümesinden sonra, yine onun işaret ve arzusu istikâmetinde bir mürşid-i kâmil olarak, Hak yolcularının mânevî terbiye hizmetini îfâ etmişlerdir.
MUSA TOPBAŞ EFENDİ’NİN İCAZETNÂMESİ
Sultânü’l-Ârifîn Mahmud Sâmi Ramazanoğlu Hazretlerinin, Mûsâ Efendi Hazretlerine takdim ettiği irşad vesîkası:
“Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm
El-hamdü lillâhi Rabbi’l-âlemîn, ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ Seyyidinâ Muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn. Emmâ ba‘d:
İhvân-ı kirâm ve ehl-i yakîne arz edebilirim ki, Tarîkat-i Aliyye-i Nakşibendiyye’ye hizmet, gayret ve samimiyetinden dolayı siz evlâd-ı mâneviyyemiz Mûsâ Efendi’yi tebrik eder ve tâlib-i rüşd ü reşâd olan ibâd-ı sâlihîne tâlîm-i tarîkat ve ilkā-i nisbet-i feyz ü bereket için, Azîzim Efendim’den hâiz olduğum ruhsat îcâbınca, zâtınızı me’zûn eylerim. Cenâb-ı Hak ve Feyyâz-ı Mutlak Hazretleri, kalbinizi menba-ı îman ve lisânınızı mecrâ-yı irfân eylesin! Zât-ı âlînizle sohbet eden ihvân-ı dîni, şeref-i sohbetinizden müstefîd buyursun! Âmîn!
Ve sallâllâhu alâ seyyidinâ ve hâdînâ Muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn. Ve âhiru da‘vânâ eni’l-hamdü lillâhi Rabbi’l-âlemîn.
Erenler Köyü Hicrî Tarih:
Nakşibendî ve Kâdirî Meşâyıhından 12 Ramazan 1396 (7 Eylül 1976)
Şeyh Mahmud Sâmi Ramazanoğlu Rûmî Tarih:
İmzâ 1392”
İcâzetnâmeyi şöyle sâdeleştirebiliriz:
“Rahmân ve Rahîm olan Allâh’ın adıyla! Hamd, Âlemlerin Rabbi olan Allâh’a mahsustur. Salât ve selâm, Efendimiz Hazret-i Muhammed’e, O’nun bütün ehl-i beytine ve ashâbına olsun!
Bundan sonra:
Kıymetli kardeşlerimize ve yakîn ehline şu hususu açıkça bildirmek isterim ki;
Yüce Nakşibendiyye yoluna hizmet, gayret ve samimiyetinden dolayı siz mânevî evlâdımız Mûsâ Efendi’yi tebrik eder, irşad yoluna girerek kemâle ermeyi arzu eden, Allâh’ın sâlih kullarına tarîkatin esaslarını tâlim etmeniz ve onlara yüce tarîkatin nisbet, feyz ve bereketini ulaştırmanız için, pek kıymetli Efendim’den aldığım ruhsat gereğince sizi mezun eylerim (izin ve icâzet veririm). Bütün feyizlerin yegâne kaynağı olan Cenâb-ı Hak Hazretleri, kalbinizi îman kaynağı, dilinizi irfan ırmağı eylesin! Sizinle sohbet eden din kardeşlerimizi sohbetinizin şerefinden istifâde ettirsin! Âmîn!
Salât ü selâm, Efendimiz ve hidâyet rehberimiz olan Hazret-i Muhammed’e, O’nun bütün ehl-i beytine ve ashâbına olsun! Son duâmız: «Hamd, Âlemlerin Rabbi olan Allâh’a mahsustur.» demekten ibârettir.”
MUSA EFENDİ’NİN GÜZEL AHLÂKI
Dr. Adem Ergül’ün kaleme aldığı Hace Musa Topbaş (k.s.) kitabı, ona dair yazılanları ve kendisiyle yapılan röportajları bir kuyumcu hassasiyetiyle anlatıyor.
Mûsâ Efendi Hazretlerinin duruşunda vakar ve heybet sezilirdi. Görenlerin gönüllerine, hem muhabbeti, hem de heybeti birlikte nüfûz ederdi. Cemâlinde celâl, celâlinde cemâl saklıydı. Mübârek yüzünü görenler Allâh’ı hatırlar, kulluğun şerefini ve güzelliğini hissederlerdi.
Gönüllerindeki engin muhabbet âdeta yüzüne akseder, baktıkları her şeye muhabbetle nazar ederdi. Sözlerinde ayrı bir lezzet vardı. Sesi ipek gibi lâtîf ve sözleri kelime kelime hikmetti. Az ve öz konuşur, sözü gereksiz yere uzatmaz, yalnızca söylenmesi gerekeni söylerdi. Sözleri, âdeta bir goncadan süzülen şebnemler gibi, dinleyenlerin gönül toprağına düşer, ilâhî hikmet ve hakîkatlere susamış gönüller, bu feyz damlalarını bir âb-ı hayat gibi içerdi.
Her hâlinde edep, nezâket ve zarâfet sezilirdi. Efendilik ona sanki doğuştan verilmişti. Duruşunda, oturuşunda, yürüyüşünde hep asâlet vardı.
Çok temiz, çok güzel, sâde ve mütenâsip giyinirdi. Dağınıklıktan hoşlanmaz, hemen zarif bakışları değişirdi. Başındaki bereden ayaklarındaki ayakkabıya, boyun bağından üzerindeki paltoya kadar her şeyinde bir incelik, tenâsüp ve güzellik vardı. Hele bir de Harameyn’de bulunduğu zamanlarda beyazlara bürünmüş hâli vardı ki, âdeta seyrine doyulmayan eşsiz bir manzaraydı.
Namazlarındaki tâzim, huşû ve sükûneti; hediye, ikram ve infaklarındaki nezâket ve letâfeti; yemek yiyişindeki tertip, düzen ve huzur hâli; bir bardağı tutuşundaki zarâfeti; bir çocuğun başını sevgiyle okşayışı, gönüllerde kalan en tatlı hâtıralarındandır.
Hitaplarındaki beyefendiliği, alâkalarındaki samimiyeti, yüreğinden taşan şefkat ve merhameti, sükûtunun derinliği ve deryâlar gibi engin sehâveti/cömertliği, târif edilemez güzellikteydi. Hâfızası gâyet güçlü idi. Bir kez tanıştığı kişiyi kolay kolay unutmazdı.
MUSA EFENDİ’NİN VEFAKÂRLIĞI
Vefâkârlığı ise dillere destân idi. Cenâb-ı Hakk’a ve O’nun Habîb-i Ekrem’ine, muhterem üstâdına, mübârek ecdâdına ve sevenlerine karşı hep vefâlıydı. Bu sebeple sevenlerinin dilinde, dâimâ “Sâhibü’l-Vefâ” diye anılırdı.
Hulâsâ o, hem sûretiyle hem de sîretiyle, ne güzel bir kuldu! O, ömrü boyunca Hakk’a kulluğu, hayatının bütün safhalarına teşmîl etmiş, bütün hâl ve davranışlarında âdeta bir şi‘r-i tabiî hâlinde tecellî ettirmişti. Gerçekten de o:
İbadette ne güzel bir kuldu!
Muâmelâtta ne güzel bir kuldu!
Hakkın tevzîinde ne güzel bir kuldu!
Yaratan’dan ötürü yaratılanlara muhabbet ve şefkatte ne güzel bir kuldu!
Çile ve ıztıraplara merhametiyle şifâ olmaya çalışan ne güzel bir kuldu!
Kâinattaki ilâhî kudret ve azamet tecellîlerini hayran hayran seyreden ne güzel bir kuldu!
Nezâket, zarâfet ve rikkat-i kalbiyyesi ile bu gök kubbede hoş bir sadâ bırakan ne güzel bir kuldu!
MÂNEVÎ TERBİYEYE ÇOK EHEMMİYET VERİRDİ
Mûsâ Efendi, mânevî terbiyenin zarurî olduğuna inanır ve her fırsatta din kardeşlerine bu hakîkati hatırlatırdı. Şöyle buyururdu:
“İnsan ne kadar ibadet ederse etsin, bütün ömrü secde ile ve oruçlu geçsin, ancak sevap kazanır. Mânen terakkî edebilmek, ancak seyr u sülûk yoluyladır. Seyr u sülûk yoluyla insan nefsini tanır. (Acziyetinin farkına varır.) Nefsini bilince de Allah Teâlâ’yı tanımaya başlar. Zira Cenâb-ı Hakk’ı ancak nefsini bilenler tanıyabilirler. Nefsini bilmeyen, istediği kadar zâhid olsun, âbid olsun, bilgi sahibi olsun, bütün bunlar onun kemâle ermesi için kâfî değildir.
Bir mü’min nefsini bildiğinde her şeyin mânâsı değişir. O zaman her şeyi Cenâb-ı Hakk’a ircâ etmeye başlar. Her ne zuhûr ederse etsin, o «Cenâb-ı Hakk’ın ihsânıdır.» der ve öyle kabûllenir. Görüşü değiştiği için de her hareketi ibadet olur. Cenâb-ı Hakk’ı tanımaya başlayan bu kul, meselâ mal-mülk kazanmak arzu ederse, gâye değişir. Evvelce; «Ben mal-mülk sahibi olayım, yiyip içeyim, ev-bark sahibi olayım, herkes beni alkışlasın!» şeklinde nefsânî düşüncelerle uğraşırken, tekâmül ettikçe; «Cenâb-ı Hakk’ın verdiği mal ve mülkle hem helâlinden âilemin nafakasını temin eder, hem de cemiyet-i İslâmiyeye hizmet ederim!» demeye başlar. Ve niyetteki mânâ değiştiği için dünyevî çalışmaları da ibadet olur. İnsanın düşüncesi dâimâ Cenâb-ı Hak olduğunda, her şeyi ibadet sayılır. Yemesi, uyuması, âilevî münâsebetleri hep ibadet olur…”[2]
“İnsan mâneviyat yoluna girdikçe şevki, aşkı artar. Ona hiçbir şey ağır gelmez. İbadet etmek, haramlardan kaçmak, hepsi zevk hâline gelir. Musîbetlere tahammül, kaza-kader bahsine icâbet kolay hâle gelir. İsteklisine ve gayretli olana mâneviyat yolunu engelleyecek hiçbir şey yoktur.”[3]
“Hak Teâlâ, çok sevdiği, velîliğe istîdatlı olan kullarına bu yolu nasîb eder. Bu yola giren sâlik; ihlâs, sebat ve gayreti sâyesinde büyük velîler derecesine çıkabileceğini kat’î olarak bilmelidir. Çünkü yolumuz büyük velîler yoludur. Büyük velîler yolu olduğuna göre biz de kendimizi ona göre hazırlamalıyız! Mâdem ki Cenâb-ı Hak bizlere Bahâüddîn Nakşibend, Abdülkâdir Geylânî, Mahmud Sâmi Ramazanoğlu Hazretleri gibi velîlerini nasîb eylemiş, bizler de onların yolunda olduğumuza göre, âdâba ihlâsla riâyet edersek, o güzel lûtuflardan bizlere de birer nebze nasîb eder inşâallah. Biz mâdem onları seviyoruz, onların yolundayız; gayret edildiği takdirde Cenâb-ı Hak aynı neşeyi bize de verir. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın hazinesi geniştir. Bu işi ciddî olarak, seve seve yapalım ki terakkî edelim.”[4]
“Bütün iş, insanın enâniyetten vazgeçmesine bağlıdır. İnsan, benliği bertaraf ederse, işte o zaman kemâl yolunda mesâfeler kateder. Zâhiren ne kadar kolay hâlbuki, ama bir o kadar da zor benlikten geçmek. Benlikten geçince her şey huzur bahşeder; herkes dost oluverir! Böyle biri herkese, bilhassa müslümanlara karşı gönlünde dâimâ muhabbet ve hüsn-i zan beslemeye başlar.”[5]
“Bir kişi Cenâb-ı Hakk’a vâsıl olursa, her şeye vâsıl olmuş demektir. Cenâb-ı Hakk’a vâsıl olamazsa, dünya kadar şöhreti olsun, bütün dünya onu alkışlasın, hiç kıymeti yoktur!”[6]
MÂNEVÎ TERBİYEDE DİKKAT ETTİĞİ HUSUSLAR
Mûsâ Efendi şöyle buyurur: “Mânevî yola tâlip olanlarda evvelâ; cömertlik, dürüstlük, tevâzû, engin gönül, mülâyemet, herkesle geçimlilik, ihlâs ve istikâmet aranır. İkinci olarak da; gayret, samimiyet, fedâkârlık aranır…
Seyr u sülûk için mürâcaat edildiğinde, şeyh efendi her mürâcaat edeni hemen kabûl etmez. Sîretine ve sûretine bakar. Niyetini hâlis, mâneviyâta kâbiliyetli görürse istihâre verir, lâyık görmezse tehir eder. Onların gâyesi, gelişigüzel insan toplamak değil, lâyıkı vechile gönül ehillerini teşhis edip onları kemâle erdirmektir.”[7]
“Şüphesiz bu ulvî yolda ana muvaffakıyet, ihlâs, tevâzû ve sa‘y ü gayrettir. Bu husûsu benimseyenler, dikkatli olup Allâh’ın rızâsını taleb edenler, Rabbimiz Teâlâ Hazretleri’nin rızâsını kazanırlar. Bu âlî yoldan istifâde etmek isteyenler, Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine bahşettiği irâde-i cüz’iyyelerini güzel kullanarak, yüksek bir azim ve irfanla hareket ettiklerinde, Cenâb-ı Hakk’ın lûtfettiği hakîkat râyihaları kendilerinde hissedilmeye başlar. Bunun için de:
1) Kulluktaki gâye, ivazsız garazsız, sırf Allâh’ın rızâsını tahsil olmalı.
2) Kur’ân-ı Kerîm’in ve Allah Resûlü’nün emrettiklerini yapmalı ve yasakladıklarından da ciddî olarak kaçınmalı.
3) Bilhassa rızkını helâl yollardan temin etmeli. Bugün nice insanların müttakî dedikleri kimseler vardır ki, ittikā ile hiçbir alâkaları yoktur. Çünkü kazançları şüphelidir.
4) Hakîkî, yani temkin ehli bir mürşid-i kâmile tam teslim olmalı. Hakîkatte teslîmiyet Cenâb-ı Hakk’adır. Kişi ibadetinden ziyâde teslîmiyetinden istifâde eder. Teslîmiyeti zayıf olan sâlik, lâyıkıyla terakkî edemez.
5) Evradlarını büyük bir îtinâ ile, gönlü Hakk’a vererek, mürşidinin gösterdiği âdâb üzere yapmalı.
6) Mürşid yahut ihvan sohbetlerine devam etmeli.
7) Hâlini muhâfazaya çalışıp, dünya sevgisini nefye (yok etmeye), nefsin arzularına karşı muhâlefete, ahlâkî durumunun inkişâfına ve güzelleşmesine dikkatli olmalı.
8) Sıdk ile hizmet yoluna girmeli. Zamanın îcâbına göre herkes kâbiliyet ve liyâkati ölçüsünde mü’minlere, hattâ bütün mahlûkâta hizmet etmelidir.”[8]
“Çok kimseler zannederler ki mânen terakkî etmek, yalnız fazla ibadetledir. Hayır, hakîkî terakkî, Cenâb-ı Hakk’ın huzûr-i ilâhîsinde olduğunu bilerek, Sünnet-i Seniyye istikâmetinde, ne yapılması îcâb ederse onu yapmakla olur. Çok kimseler vardır ki, bunların nâfile ibadetleri çoktur; fakat helâle harama dikkat etmeyip, İslâmî ahlâk ile ahlâklanmaya gayret etmezler. Boş zamanlarını dedikodu, gıybet ile geçirirler. Ellerine ne geçerse nefsânî arzularına göre kullanırlar. Hâlbuki bunlar, keşke nâfile ibadetlerini azaltsalar da ahlâklanma hususunda gayret edip hak-hukuk mevzuunda uyanık olsalar!”[9]
Muhterem Üstâd’ın sevenlerine hatırlattığı diğer bir mühim husus da şudur:
“Şunu iyice bilmelidir ki, kulluğun nihâyeti olmadığı gibi, seyr u sülûkün de sonu yoktur. «Benim işim tamam oldu.» diyenler yarı yolda kalmışlar, kendi noksanlarını görenler ise yol almışlardır. Sâlik; «Efendim ben “muhabbet”e geldim, mânevî tahsilim tamamlandı.» diyerek kendini kâfî görürse, hatâ etmiş olur.”[10]
Yani mü’min, ulaştığı mânevî seviye ne olursa olsun, orada takılıp kalmamalı, daha ileri gitmek için dâimî bir gayret içinde olmalıdır.
Muhterem Üstad, bütün bu ölçülerin hulâsası olarak da şöyle buyururdu:
“Netice olarak şu hususu iyice bilmeliyiz ki: Bizim kurtuluşumuz, selâmet ve saâdetimiz, her hâlükârda, yani her nefeste, her adımda, her türlü hâl ve hareketimizde Rasûl-i Ekrem r Efendimiz Hazretleri’ne tam olarak uymak, O’nun boyasına boyanmak, O’nun ahlâkı ile ahlâklanmak, O’nun Sünnet-i Muhammediyye’sinden kat’iyyen ayrılmamaya çalışmakla mümkündür.”[11]
MUSA EFENDİ’NİN İRŞAD ÜSLÛBU
Mûsâ Efendi g, öncelikle kendi şahsında örnek bir kulluk hayatı sergilerdi. O, her şeyden önce Cenâb-ı Hakk’a samimî bir kul olmanın derdindeydi. Hattâ zaman zaman buyururdu ki:
“İnsan şöyle düşünmeli; şu âlemde bir Rabbim var, bir de kul olarak ben varım. Kulluğumu ona göre yapmalıyım!”
Muhterem Üstâdımızın bu hissiyâtı, sevenlerine “kul olma şevki ve zevki” aşılardı.
Yine Mûsâ Efendi g, mânevî terbiyenin temeline Kur’ân ve Sünnet’i yerleştirmişti. Zira ona göre bu iki kaynağa dayanmayan terbiye sistemleri, insanı ıslah değil, ifsâd eder. Hattâ mânevî yolun varlık sebebi de, insanı bu iki kaynakla kâmil mânâda buluşturmaktan ibârettir. Nitekim bunu şöyle ifâde buyurmuşlardır:
“Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri’nin emir ve yasaklarına, yani Kur’ân ahkâmına uymayan her hareket, bâtıl ve dalâlettir… Başta Kur’ân-ı Kerîm ahkâmı gelir. O köktür, değişmez. Çünkü bir insanın şerîati olmazsa hiçbir şeyi olmaz… Bizim yapacağımız, Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine cân u gönülden dikkatli olmaktır. Cenâb-ı Hak neyi emretti, neyi yasak etti ise bunun üzerinde ısrarla duracağız. Mânen terakkî için bu birinci basamaktır. Birinci basamağa dikkat edilmezse, insan lâyıkı vechile mâneviyattan istifâde edemez.”[12]
Öte yandan, Rabbânî ve nebevî terbiye, hep muhabbet ve şefkat üzerine kurulmuştur. Mûsâ Efendi de hem severdi, hem de muhabbeti gönüllere âdeta bir âb-ı hayat gibi ikram ederdi. Şöyle buyururdu:
“Cenâb-ı Hakk’ın verdiği en büyük mevhibe-i ilâhiyye, sevmektir. Cenâb-ı Hakk’ı sevmek, Rasûlullah Efendimiz’i sevmek, ehlullâh’ı sevmek, ihvânı sevmek, mü’minleri sevmek, hayvanâtı sevmek, sevmek, sevmek… Sevmek, böyle sıra ile birbirini takip ediyor…
Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri sevdiği, aziz etmeyi murâd ettiği bir kulunun kalbine kendi sevgisini koyar. O kul, kulluk îcâbı bunun kadr u kıymetini bilip hüsn-i istîmâl ederse, yani tam ihlâs üzere, teslîmiyet yolunu tutarak kulluğun îcâbı ne ise onu îfâ ederse, perdeler açılır. Kolaylıkla Allah Teâlâ ile ünsiyet hâli tecellî eder. O bu sûretle aradığını kolaylıkla bulmuş olur. Bu, Rabbimizin ilâhî iltifâtıdır. Bu hâle, bâzen Allâh’ın has bir kulunun, yani hakîkî bir mürşid-i kâmilin nazarıyla erilir. Bu pek az kimseye nasîb olur. Mürşid-i kâmilin nazarı her mürâcaat edene tesir etmez, ancak Allâh’ın murâd ettiği, her hususta ciddî, samimî, kemâle ermiş yüksek ahlâk sahibi kişilerin dahî pek azına nasîb olur… Sevgiye nâil olan, Allah Teâlâ’ya karşı bütün vazifelerini seve seve ve büyük bir rahatlıkla ve gönül huzuru içinde îfâ eder. Bâzı âbidlerin, gönüllerindeki sevgi noksanlığı sebebiyle, ibadetlerinde tam bir zevk ve huzur hâli olmaz.”[13]
Mûsâ Efendi Hazretleri’nin nazarında her insan kıymetliydi. Onun kıymeti; şöhretinden, makâmından, malından ya da nesebinden kaynaklanmıyordu. Sadece Allâh’ın kulu olduğu için kıymetliydi. Böyle bir hürmet ve muhabbete muhâtap olan sevenleri, Üstâd’ın gözünde ve gönlünde husûsî bir yerlerinin olduğunu ve onun tarafından sevilmiş olmanın sıcaklığını yüreklerinde hissederlerdi.
Yaşı ve ictimâî durumu ne olursa olsun, herkesin isminin başına ya da sonuna; “efendi”, “bey”, “kardeş” gibi hürmet ve nezâket ifâdeleri eklerdi.
Sevenlerine olan muhabbetini bâzen hediyelerle, bâzen ziyaretlerle, bâzen de farklı usullerle izhâr ederdi. “Onun, her seveninde bir hediyesi vardır.” denilse mübâlağa edilmiş olmaz. Bir gül yağı, bir seccâde, bir kumaş, bir tesbih, bir takke, bir kandil ikrâmiyesi, bir selâm, bir hat, bir çiçek… Hepsi de hediye edenin “Efendiliği” ölçüsünde, nezâhetinde ve zarâfetinde…
Hulâsa kimin gönlüne nasıl girileceğini çok iyi bilirdi. Gönül almayı çok severdi. Muhtelif yollarla, sevenlerinin gönlünü doyururdu. “Kurtarmak için herkesi bir yerinden tutmak lâzım!” buyururdu.[14]
Mûsâ Efendi, sevenlerini ve bilhassa hizmet edenleri yetiştirme niyetiyle, zaman zaman onların yanlışlarını kendilerine nâzik bir üslûpla hatırlatır ve nasıl yapılması gerektiğini îzah ederdi.
Zaman zaman celâllendiği de olurdu. Umûmiyetle bu durum, rızâ-yı ilâhîye muhâlif veya ahmakça davranışlar karşısında görülürdü. Ancak onun celâli, cemâl içre bir celâldi. Böyle olduğu içindir ki, onun îkazlarından hiç kimse kırılıp gücenmez ve küsüp gitmezdi. Muhâtaplarını iterek ve dışlayarak değil, kendine çekerek, onlara yaklaşarak îkazda bulunurdu.
Muhterem Üstad, zaman zaman derin bir sükûta bürünmek sûretiyle de, irfân ehli kardeşlerine husûsî terbiye usulleri tatbik ederdi. Onun bu uzun sükût hâlinde, yanında bulunanlar da feyz ve rûhâniyete gark olur, gözyaşlarını tutamazlardı. Gönülleri âdeta başka bir iklime kanatlanırdı.
SOHBETE ÇOK EHEMMİYET VERİRDİ
Mûsâ Efendi g, irşad hayatının merkezine sohbeti yerleştirmişti. Öyle ki, âilesinden üç kişi bir araya gelse, fuzûlî konuşmalara müsâade etmez ve; “Bir sohbeti hak ettik!” buyururdu. Hattâ hastahânede kaldıkları bir gecenin seherinde, refâkatçileriyle yaptıkları sohbet, unutulmaz hâtıralardan biri olarak hâfızalarda yer etmiştir.
Muhterem Üstâdımız, sohbetlere ibadet vecdiyle iştirâk edilmesi gerektiğini hatırlatırdı. Onun gözünde sohbet, sıradan bir toplantı değil, ulvî ve mânevî bir meclisti. Şöyle buyururdu:
“Allah Resûlü Hazretleri, ashâb-ı kirâm hazarâtını Mescid-i Nebevî’de, «Suffe» denilen mahalde sohbetleriyle tekâmül ettirmişlerdir. Muhammed Bahâüddîn Nakşibend ve emsâli pîrân hazarâtı, sohbete çok ehemmiyet vermişler, büyük velîler bu mânevî dershânelerde yetişmişlerdir. Sohbetlerde çok sır vardır. Hem rûhânî bakımdan hem de zâhirî bilgi bakımından…
Sohbet, ivazsız-garazsız, dünyevî bir menfaate müstenid olmayıp sırf Allah rızâsı için yapılırsa, melekler de o toplantıya iştirâk ederler… Bu sohbetler, mü’minler arasındaki ülfet, samimiyet, sevgi ve muhabbeti kuvvetlendirir. Sohbetlere gelemeyenler, ne kadar derslerini de yapsalar, karşılıklı muhabbet olmaz. Sâlikler gece evrâdına devam etmekle beraber, sohbetlerini de ihmâl etmemelidirler. «Sohbet, diğer yapılan zikir ve evrâdın tamamlayıcısıdır.» denilmektedir. Herhangi bir kimse, evrâdını muntazam yapmak şartıyla, ihlâs üzere mânevî sohbetlere devam ettiğinde, kalbinde dünyâ, hattâ ukbâ sevgisi bile kalmaz, tek Mevlâ sevgisi yer alır. Mevlâ’yı seven, dürüst, istikâmet ehli olur, dînî ve dünyevî vecîbelerini yerine getirir. Zira sohbetlerde, dünya kiri ve muhabbeti gönülden çıkar. Onun yerini Allah ve Peygamber sevgisi doldurur. Orada bulunan kimseler, geldiklerinde ne kadar yorgun ve neşesiz olsalar da, meclisten ayrılırken ne yorgunlukları, ne de neşesizlikleri kalır… Dinç ve huzurlu olurlar. Zira bir kalbe Mevlâ muhabbeti girdiğinde, her şey tamam olur.
Âdâbının gereği yerine getirilen sohbetlerin tadı, zevki târif edilemez. Çünkü orada bulunanlar, huzur içine dalarlar. Bilhassa sohbet eden salâhiyetli bir kimse olursa, onun tasarrufu ile, dinleyenler arasında birbirlerine karşı sevgi, saygı, samimiyet, hulâsa her türlü tecellîler zuhûr eder. Âdâba ne kadar riâyet edilirse, Cenâb-ı Hak feyzini o kadar çoğaltır.”[15]
Mûsâ Efendi Hazretleri, mânevî terbiyede gönle çok ehemmiyet verdiği için, sözü-sohbeti neticede hep oraya getirirdi. “Gönlü Allâh’a vermek” tâbiri, onun lisânında çokça tekrarlanan tatlı bir ifâdeydi.
HİZMETLERE ÖNCÜLÜK EDERDİ
Mûsâ Efendi g, atâleti hiç sevmezdi. Tasavvufun bir kenara çekilmek olmadığını sık sık hatırlatır, herkesin imkân ve kâbiliyetine göre yapabileceği bir hizmetin olması gerektiğini şöyle ifâde ederdi:
“Herkes üzerine düşeni yapmalıdır. Meselâ bir muallim iyi talebe yetiştirmeye gayret etmelidir… Mimar güzel güzel câmiler, İslâmî anlayışa uygun evler yapmalıdır. Yani herkesin yapabileceği işler vardır…
Herkes istîdâdına göre vaktini en faydalı işe tahsis etmelidir… Kimisinin fazla ibadete kâbiliyeti vardır… Kimisi şecaat ehlidir… Hepsini topladığın zaman aynı hedefe varır, ama yollar farklı… Bir hastanın bile vazifesi vardır. Hasta yalnız kendisini düşünmeyip, elinden hiçbir şey gelmiyorsa ümmet-i Muhammed’e duâ etmelidir…
Kimisi namazla terakkî eder. Bâzısının oruç tutmak çok hoşuna gider. Bâzıları irfanla, bâzıları neşriyatla. Hele bu zamanda neşriyat en önde gelen hizmetlerdendir…”[16]
“Çok kimseler, namazlarını kılmak ve oruçlarını tutmakla dînî vazifelerini edâ ettiklerini sanarak müsterihtirler. Ancak bu kâfî değildir. Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine riâyet ve tâzimle beraber, mahlûkâtına da şefkatli olmak gerekir. Bu da ancak fedâkârlık ve samimî bir hizmetle elde edilir. Demek ki her akl-ı selîm sahibi müslümanın, farzları edâ edip haramlardan kaçındıktan sonra dikkat edeceği husus, müslümanlığa, topluma ve bütün mahlûkâta hizmet edip faydalı olmasıdır. Sırf Allah Teâlâ’nın rızâsını kastederek, bedenî, fikrî ve mâlî hizmette bulanamayanlar, kâmil mü’min olamazlar. Çünkü bu sayılanlar, farzların tamamlayıcısı ve Resûl-i Ekrem Efendimiz’in Sünnet-i Seniyyesi’nden cüzlerdir…
Mâlî vaziyetimiz müsâit ise kesemizi açacağız. Eli sıkılık, bilhassa Hak yolunda olanlar için, makbûl bir şey değildir. İlmimiz varsa, ehlini bulacağız ve münâsip yerlerde onu neşredeceğiz. Kişi isterse, Cenâb-ı Hak ona o fırsatı verir. Hangi meslek erbâbı isek, kendi mesleğimizde ve her hususta topluma faydalı olacağız. Komşuyu ziyarete gideceğiz, hastalarımızı ziyaret edeceğiz. Cenâze teşyiinde bulunacağız. İnsan niyet ettikten sonra daha nice nice tatlı, güzel ameller işleyebilir…
Bâzıları, huzûrumuz (zikir hâlimiz) bozulur diye halka karışıp hizmet etmekten çekinmektedir. Bu da nefsin tuzaklarından biridir. Asıl hüner, hem duâya ve hizmete devam etmek, hem de Rabbimizle ünsiyet hâlinde olmaktır.”[17]
Mûsa Efendi Üstâdımız; hizmette edebin, hizmetten daha mühim olduğunu beyanla, hizmette dikkat edilmesi gereken inceliklere de şöyle işaret ederdi:
“Hizmet ehli olan kişiler, hizmet yoluna devam ettikçe, îsar (kendinden fedâkârlıkta bulunarak mü’min kardeşini tercih etme) yolunu tutmalıdırlar. Israrla hep bütün hizmetleri yalnız ben yapayım gâyesinde olanlar, çabuk yorulurlar, sadırları sıkışır, görüşleri değişir. Herkesi küçük görmeye başlarlar. Allah muhâfaza etsin, bu şekilde hâllerinde gerileme olur. Hubb-i riyâset sevdâsının esiri olurlar.”[18]
Muhterem Üstâdımız, akrabâlarını ve evlâtlarını hizmete teşvik etmeden evvel, bizzat kendisi öncülük ederdi. Birçok hayır müessesesinin kuruluşunda onun desteği ve teşviki vardır. Kur’ân Kursu, İmam Hatip Lisesi, câmi ve benzeri yerlere hep destek olmuştur. Meselâ 1980 yılında Erkam Yayınları’nın, 1985 yılında Üsküdar’da Aziz Mahmud Hüdâyi Vakfı’nın kurulmasına, 1986’da da Altınoluk dergisinin çıkarılmasına bizzat öncülük etmiş, maddî ve mânevî yardımlarda bulunmuştur. Bunun gibi daha pek çok müessesenin tesisine öncülük etmiştir.
Hayır müesseselerinde hizmet edenlere zaman zaman “«Nasıl olsa hayır işlerinde çalışıyoruz.» diye mânevî terakkîmizi ihmâl etmeyelim!” îkâzında bulunur ve şöyle buyururdu:
“Hizmet eden kişi, hizmetine devam ettiği müddetçe mânen de terakkî etmelidir. Gönlünü Rabbine lâyıkı vechile verip, ihlâs, edep ve tevâzû üzere kulluk vazifesini kemâliyle yapmaya gayretli olmalıdır. Yoksa, mâneviyâta ve usûle uymayan hizmet ehli, rûhen inkişaf ve terakkî edemezse, yaptığı hizmetler, rûhâniyetini zâyî eder… Niyeti zayıf olduğu için Cenâb-ı Hak U Hazretleri’nin nusretinden mahrum kalır.”[19]
Mûsâ Efendi g ümmet-i Muhammed’in her türlü derdine çâre olmak için gayret eder, elinden ne gelirse yapardı. Bir defasında dîninden uzaklaşan müslüman gençlerin içler acısı hâlini tafsîlâtıyla gözler önüne serip lüzumlu çâreleri gösterdikten sonra, gönlündeki yangını teskîn edemeyerek Yüce Rabbimiz’e şöyle ilticâ etmişti:
“Ey ulular ulusu, yüceler yücesi, sınırsız kuvvet ve kudret sahibi olan Allâh’ım! Yangının büyüklük ve dehşetini idrâk ediyoruz. İçimiz kan ağlıyor, elimiz kolumuz bağlı, elimizden bir şey gelmiyor. Şaşkınlık içindeyiz, ne yapacağımızı bilmiyoruz…”[20]
MEKTUPLA İRŞÂDI
Muhterem Üstad, bir terbiye usûlü olarak, mektup ve tebrikleşmeyi de en güzel şekilde değerlendirirdi. Örnek olması bakımından bir mektubundan bâzı kısımları buraya alıyoruz:
“Muhterem evlâdım!
…Mâneviyatta hizmet, insan rûhunda çok büyük bir mevki işgâl eder. Hizmet yolunda bulunanlar (karşılık beklemeden) büyük derecelere nâil olurlar, yine bunda da başta ihlâs, istikâmet, hemcinsine karşı şefkatli ve nezâketli olmak şartıyla… Hiçbir ehlullah tasavvur edilemez ki ihlâssız ve mahviyetsiz olsun… Nezâketle ve hilmiyetle kalpler fethedilir, sevgiler çoğaltılır. Hilm sahibi olup hemcinsine rıfk ve mülâyemetle muâmele edenler, seçilmişlerden olurlar. Bunları Allah sever ve kullarına da sevdirir…
Bu yazılanlar işin zâhir kısmından bir cüzdür, ehl-i irfân için sezilecek çok ince sırlar vardır. Nitekim Eşrefoğlu Rûmî Hazretleri:
«Dil dudak deprenmeden sözü işiten gelsin!» buyuruyorlar.”[21]
İHLÂS VE İSTİKÂMET
Mûsâ Efendi hemen her hususta samimiyet ve ihlâs arardı. Şöyle buyururdu:
“Bütün iş, en iyi düstur, ihlâs! Herkesin dikkat edeceği en mühim husus, Cenâb-ı Hak’tan ihlâs taleb etmek. Bir mecliste ihlâs varsa, orada her şey vardır. İhlâs yoksa, istediği kadar kitaplar okunsun, tefsirler ve sâire okunsun, feyz olmaz. Fakir, duâlarımda dâimâ; «Yâ Rabbî ihlâsımı artır!» diye duâ ediyorum. İhlâs en güzel şey. İhlâsı olana Cenâb-ı Hak her şeyi bol bol ihsân eder.”[22]
Bir sohbet meclisinden sonra Bosna-Hersek’teki yaraların sarılması için yardım toplanmıştı. Herkesin kendi adına belli bir yardımda bulunduğu mecliste, Mûsâ Efendi, büyük bir meblâğ uzatmış ve:
“–Bir dostun buraya verilmek üzere fakire emâneti!” diyerek takdim etmişti. Ehl-i basîret müstesnâ, orada bulunanlara bu ifâde, verilen parayı meclise gelemeyen birinin gönderdiği intibâını uyandırmıştı. Ancak onun emânet dediği kendi malı, dost dediği de Cenâb-ı Hak idi…
“İstikâmet farz-ı dâimîdir.” buyurarak Kur’ân ve Sünnet ölçüleri içinde titiz bir ömür süren Mûsâ Efendi Hazretleri’nin hayatında en belirgin çizgi, hiç şüphesiz bu ihlâs ve istikâmetidir. Bu sebeple onun en büyük kerâmeti de budur.
TÂZİM VE ŞEVKLE ÎFÂ EDİLEN İBADET HAYATI
Mûsâ Efendi Hazretlerinin hayatındaki anahtar kelimelerden biri de hiç şüphesiz ki “tâzim” idi. Ulaştığı mârifet-i ilâhiyyenin netîcesi olarak, Cenâb-ı Hakk’a karşı son derece tâzim ve huşû içinde idi. “İbadet, insanı cennete götürür; tâzimle yapılan ibadet ise insanı Allâh’a götürür.” buyurur, ibadetin feyz ve bereketini çoğu zaman tâzîme bağlardı.
Kul olmanın büyük hazzını ve zevkini yaşar ve bunu sonsuz bir şükür duygusu içerisinde şöyle ifâde ederdi:
“Cenâb-ı Hak bizi, el-hamdü lillâh, kendine kul yapmış, Habîb-i Edîbi’ne ümmet yapmış, bizi bu güzel ve âlî yola sevk etmiş. Bundan büyük bir saâdet mevzuubahis olamaz. Tekrar el-hamdü lillâh…”[23]
İbadetleri sadece Allah için ve şevkle edâ etmek gerektiğini de şöyle ifâde buyururdu:
“Bir insan, kul olarak kendini her hususta Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine itaate verirse çok yüksek mertebelere nail olur. Ancak bizler mertebe âşığı da olmayacağız. Cenâb-ı Hak bize neyi emretti ise seve seve yapacağız. Cenâb-ı Hak neyi yasak etti ise seve seve ondan da kaçınacağız. Cenâb-ı Hakk’a kulluğa devam edeceğiz. Devam ettikçe Rabbimiz nice güzel hâlleri bizlere ihsân eder. Böylece Rabbimizin izniyle kendimizi kurtarmış oluruz.”[24]
Mûsâ Efendi namaz için güzelce cübbesini giyer, bembeyaz takkesini takar, en güzel gül kokularından sürer, yakınında bulunanlara da ikram eder, daha sonra da huşû içinde ezanı beklerdi. Seccâdenin olabildiğince düzgün serilmesine dikkat ederdi. Gözü ve gönlü meşgul edecek dağınıklığa izin vermezdi.
Onun ezana tâzîmi de bir başkaydı. Sünnet’te tavsiye edildiği üzere ezana icâbet eder, onu huzurla dinler ve sonunda huşû içinde ezan duâsını yapardı.
Namaz, tâdil-i erkâna riâyetle edâ edildikten sonra, âdeta sıcak bir günde soğuk bir su içmişçesine, mübârek dudaklarından ruhları okşayan bir letâfette; “el-hamdü lillâh” sözü duyulurdu.
Namaza gösterdiği bu tâzim ve hassâsiyetleri, diğer ibadetlerinde de aynen müşâhede edilirdi. Ramazân-ı şerîfte, bilhassa Harameyn’de açtığı iftar sofralarına gösterdiği îtinâ ve ehemmiyet, haccı îfâ ederken daldığı derin tefekkür hâli, Server-i Âlem Efendimiz’i ziyaret ederken büründüğü edep ve hürmet, Allâh’ın Kelâmı’yla olan ülfet ve dostluğu, sadaka ve zekât verirken hissettiği sonsuz minnet, nezâket ve emânet duyguları, hep onun Cenâb-ı Hakk’a olan tâzîminden ileri geliyordu.
ENGİN MUHABBETİ
Mûsâ Efendi g, ilâhî muhabbet pınarından kana kana içmiş büyük bir Hak dostu idi. Gönlü bir muhabbet deryâsıydı. Dilinden ve gözlerinden âdeta sevgi akardı. Hâl diliyle, çocuk yaşlarda nazarına eriştiği Es‘ad Efendi g gibi; “Senin aşkınla mecnûnum, velâkin iştihârım yok!” der gibiydi. Onun mânevî evlâtlarından birine yazdığı mektubundaki şu ifâdeler, başka nasıl anlaşılabilir ki:
“Son derece âcizim, kusurlarla doluyum; yegâne tesellim şudur ki, Allâh’ın sevgililerini canımdan, varlığımdan, her şeyden daha fazla seviyorum. Öyle bir sevgi ki, sevdiğimi de bilemez hâldeyim. Ki lisan ile, yazı ile ifâde edilemez!”[25]
Muhterem Üstâdımız, Cenâb-ı Hakk’a niyazlarında O’na olan aşk ve muhabbetinin daha da ziyâdeleşmesini isterdi. Şu niyazları, bunun tipik birer misâlidir:
“Ey yüceler yücesi Allâh’ım! Şan, şeref, kuvvet, kudret ve bütün âlî sıfatlar Sana âittir. Bizler mahlûk olarak Sen’in o ince sanatını ve hudutsuz derin ahlâkını nasıl idrâk edebiliriz!? Kerem et, lûtfet, basîret penceremiz açılsın da -bir şemme olsun- nasîbimize göre Sen’i anlayabilelim. Aşkımızı ziyâdeleştir de sâyende kulluğumuzu büyük bir şevk ve edep içinde îfâ edebilelim. Tamamlık, kemâl senin sıfatın; noksanlık ise bizim sıfatımız. Bizleri bağışla, hatâlarımız sebebiyle azâb eyleme! Allâh’ım! Ancak Sen’in affına, Rahmanlığına, Gaffarlığına sığınıyoruz. Adâletinle değil, lûtfunla muâmele etmeni istiyoruz!”[26]
“Yâ Rab! Bizi muhabbet nîmetinden mahrûm eyleme! Her şey, Sen’in sevginle yeşerir, canlanır, kuvvet bulur. Yâ Rab! Sevdiklerini sevdir. Başta Resûl-i Ekrem r Efendimiz Hazretlerini sevdirdiğin gibi, sevilmeye lâyık olan her dostunu sevdir. Bizleri, sırasıyla bütün Ehl-i Beyt’in, ashâb-ı kirâm hazarâtının, hulâsa İslâmiyet’i seven ve ona hizmet edenlerin bilâ-istisnâ hepsinin ayaklarının tozu eyle!
Ya Rab! Sen’in sâyende, Sen’i seviyoruz.
Yine Sen’in sâyende, sevdiklerini seviyoruz.
Yine Sen’in sâyende, Sen’i sevenleri seviyoruz.
Yine Sen’in sâyende, Sen’i sevenleri sevenleri seviyoruz.”[27]
Muhterem Üstâdımız, insanda fıtraten mevcut bulunan muhabbet istîdâdının doğru yönlendirilmesi gerektiği üzerinde sıkça durur ve âdeta sevginin sınırlarını çizerdi. Muhabbetin merkezine Allah sevgisini yerleştirir, diğer sevgileri de ona bağlardı. Şöyle buyururdu:
“Sevgi denildiğinde ilk olarak Hâlık-ı zülcelâl ve’l-kemâl Hazretleri hatıra gelir. Sonra Fahr-i Kâinat Efendimiz hatırlanmalıdır. Ondan da sonra Cenâb-ı Hakk’ın has kulları diğer peygamberler, ashâb ve evliyâullah hazarâtı yer alır… Mü’minleri sevmek, hayvanâtı sevmek, sevmek, sevmek… Sevmek böyle sırayla birbirini takip ediyor…
Allah Teâlâ’yı seven, O’ndan başkasını hakîkî mânâda sevemez, buna tâkati kalmaz. Diğer sevgiler de devam eder. Meselâ anasını, babasını, âilesini ve çocuğunu, malını mülkünü sever. Fakat bu sevgi Allah Teâlâ’nın sevgisinden neş’et eden, yerli yerinde, ölçülü bir sevgidir. Böyle ölçülü muhabbetler makbûldür. Çünkü kulun hemcinsine sevgi göstermesi, insanlık îcâbıdır. İnsan anasını babasını sever, çünkü onun dünyaya gelmesine ve dînî bilgi sahibi olmasına onlar vesîle olmuşlardır. İffetli, yüce ahlâk sahibi, fazîletli âilesini sever. Bu sevgi de Allah için olursa makbûldür… Mala mülke gelince, onlar İslâmiyet ve insâniyetin faydasına kullanılırsa o da memduhtur… Sevgi kemâl bulunca, o zaman kul, yalnız Allâh’ın sevdiğini sever. Allâh’ın buğz ettiği müşrikleri, din düşmanlarını sevemez, hattâ onlara buğz eder.”[28]
Yine Mûsâ Efendi g, muhabbetin, kulluğu en büyük zevk ve lezzet hâline getireceğini ve hayatı huzurla dolduracağını da şöyle ifâde ederdi:
“Hakk’ı gerçekten sevenlere, hakîkaten dünya cennet hâline gelir. Çünkü onların gönüllerini Allah sevgisi öyle ihâta eder ki, abes hiçbir şey göremezler. Severler, severler, severler, yine severler. Sevgi sözünden başka her konu onları sıkar, sıkar, huzurlarını alır… Bu sevgi, şevk ve aşk hâline dönüştüğü zaman, sahibini vecd hâline getirir. Çünkü kendi aradan çıkmış, sevdiğiyle var olmuştur…
[Ârif zâtlar bu hâli ne güzel ifâde ederler: “Sen çıkınca aradan, kalır seni Yaratan!]
Sevgiye nâil olan, Allah Teâlâ’ya karşı bütün vazifelerini seve seve, büyük bir rahatlıkla ve gönül huzuru içinde îfâ eder.”[29]
ŞEFKAT VE MERHAMETİ
Mûsâ Efendi Hazretleri’nin engin muhabbeti, kendisini deryâ gönüllü, büyük bir şefkat ve merhamet âbidesi hâline getirmişti. Onun şefkat kucağı; fakirler, yetimler, kimsesizler, hastalar, kurtuluş arayan günahkâr kullar ve hattâ diğer canlılar için bir tesellî sığınağı olmuştu. Müseccel Allah düşmanları hâriç, herkesi ve hattâ her şeyi severdi. Onun bu muhabbeti, elinden, dilinden ve gözlerinden şefkat ve merhamet olarak taşardı. Bir güle bakarken, bir çocuğu severken, bahçesindeki kedilere ve ağaçlara konan martılara bir şeyler ikram ederken, hep bu hâl müşâhede edilirdi. Şöyle buyururdu:
“Rahmân ismi, Cenâb-ı Hakk’ın yüce sıfatlarındandır. Merhamet, enbiyâullâh’ın, ashâb-ı kirâmın, kibâr-ı ehlullâh’ın, âriflerin ve âşıkların sıfatıdır.
Merhametli insanı Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri sever, Efendimiz r, Allah dostları, bütün insanlar, hattâ bütün mahlûkat sever…
İnsanlar ancak merhametlerinin derecesine göre Cenâb-ı Hakk’a yakındır… Kul dikkat edip tekâmül ettikçe, Cenâb-ı Hak bütün mahlûkâta karşı bir şefkat ve muhabbet verir. Zaten bir insanın mahlûkâta karşı şefkati yoksa, o insan çok ziyandadır. Hem Hakk’ın kulu olsun, hem Hak yolunda olsun, hem de Cenâb-ı Hakk’ın kullarına -hattâ hayvanâta kadar- merhamet etmesin, o nâ-tamamdır (noksandır)!”[30]
Mûsâ Efendi fakirleri çok severdi. Şöyle buyururdu:
“Fakirleri sevemiyor isek, Cenâb-ı Hakk’a yalvaralım da, o ulvî sevme duygusunu bize nasîb eylesin. Hattâ zamanımızdaki birçok âbidler bile kalplerinde merhamet duygusu noksan olduğu için fakirleri sevemiyorlar… Hâlbuki mütevekkil, tefvîz ehli fakirlerin, Allah katındaki kıymet ve değerlerini bilebilsek, ayaklarına kapanır, öpmek isteriz… Bize düşen vazife, onları sevmek, onlarla geçimli olmak ve onların duâsını almaktır.” [31]
Muhterem Üstâdımızın temiz fıtratı, âdeta mâye-i merhametle yoğrulmuştu. Fakir hastalar için açtırdığı Hüdâyî kliniğinde, -tâkati yerinde olmadığından- fiilen hizmet edemediğine üzülür ve derin bir iştiyakla:
“−Gücüm yerinde olsa, gider hastalara bil-fiil hizmet ederdim.” buyururdu.
Onun merhametinin uzandığı diğer bir grup da günah batağına düşmüş kimselerdi. Hiç şüphesiz günaha buğzederdi, fakat günahkâra da acırdı. Günaha olan nefreti günahkâra taşırmazdı. Hattâ böylelerini içinde bulunduğu hâlden kurtarmak için hem duâ eder, hem de elinden gelen himmeti gösterirdi. Bursalı dostlarından birinin anlattığı şu hâdise, onun bu hâlini ne güzel ortaya koyar:
“Muhterem Üstâdımız Bursa’yı çok severler ve zaman zaman, bir hafta, on günlük sürelerle Uludağ yolu üzerinde bulunan devlethânelerinde ikâmet ederlerdi. Tenha bir bölge olması ve o dönemde bâzı anarşik hâdiseler yaşanması sebebiyle tedbir olsun diye, bâzı kardeşlerle birlikte evin avlusunda geceleri nöbet tutuyorduk. Bir gece, saat üç sıralarında evin avlusuna duvardan bir kişi atladı. Kapıya yöneldi, açmaya zorladı; açamayınca pencereyi yokladı. Niyeti kötüydü. Hemen müdâhale edip yakaladım ve yere yatırıp etkisiz hâle getirdim. Üstâdımız mûtâdı olduğu üzere o saatlerde teheccüd ve evrâd ü ezkârını îfâ için umûmiyetle ayakta olurdu. Durumu kendilerine bildirmek istedim. Zile bastım. Az sonra kapıda göründüler.
Yerde yatan kişiyi görünce durumu fark ettiler ve içeri geçip üzerlerine bir şeyler aldıktan sonra avluya teşrif ettiler. Yaz mevsimi olduğu için bahçedeki kameriyeye geçtiler ve yakaladığımız şahsı da yanlarına oturtarak, onun neden böyle meşrû olmayan bir işe tevessül ettiğini sordular. O kişi de işsiz olduğunu, çocuklarının maîşetini teminde zor duruma düştüğünü ifâde ederek özür diledi. Muhterem Üstâdımız karşılaştığı bu manzara karşısında hayli üzüldüler. Sonra eve girip, elinde bir tepsi yiyecekle tekrar geldiler ve:
«−Sizin karnınız da açtır; önce karnımızı bir doyuralım.» buyurdular. Sonra tatlı tatlı kendilerine nasihat ettiler. Arkasından da bir zarf uzatarak hatırı sayılır bir miktar nakit yardımında bulundular ve:
«−Şimdilik bununla zarurî ihtiyaçlarınızı giderirsiniz. (Fakire işaret ederek) Bu arkadaşımız da en kısa zamanda sizi bir işe yerleştirirler inşâallah. Bir mânîniz olmazsa her hafta bu kardeşlerin göstereceği sohbetlere de düzenli olarak devam edersiniz!» diye yol gösterdiler. Bununla da kalmadılar, âdeta ihsan, şefkat ve ikramını taçlandırırcasına:
«−Buradan evinize kadar yürüyerek gitmeniz zor olur; kardeşimiz sizi arabayla eve kadar bırakıversin!» buyurdular. Bize de dönerek:
«−Kardeş! Bu arkadaşımızın durumunu ifşâ etmeyelim. Kıyâmete kadar aramızda sır olarak kalsın!» tembihâtında bulundular.
İsmi bizde kıyâmete kadar mahfuz kalacak bu arkadaşımız, daha sonra bir işe yerleştirildi, haftalık sohbetlere devam etti ve nihâyet huzurlu bir âile hayatına kavuştu. Şimdi mânevî hâl sahibi, gözü yaşlı bir kardeşimiz olarak dostlarımız arasına katıldı el-hamdü lillâh!”[32]
DASİTÂNÎ VEFÂSI
Mûsâ Efendi, sayısız güzel vasıfları üzerinde taşıyan “Muhammediyyü’l-meşreb” büyük bir Allah dostu idi. Ancak ondaki vefâ duygusu bir başka idi. Bu sebeple ehl-i hikmet ona “Sâhibü’l-Vefâ” sıfatını lâyık görmüştür.
Kul olarak vefâlıydı. “Elest bezmi”nde[33] Rabbimize verdiği söze bir ömür sadâkat göstermişti. “…Nerede olursanız olun, Allah sizinle beraberdir…” (el-Hadîd, 4) âyetini sık sık tekrarlar, başta ibadetleri olmak üzere bütün hayatı tam bir ihsân duygusu, yani dâimâ ilâhî müşâhede altında olduğunun idrak, edep ve huzûru içinde geçerdi.
Resûlullah Efendimiz’e vefâsı bir başka idi. Uzun yıllar devam eden Medîne günlerinde, çoğunlukla teheccüd namazı ile birlikte Mescid-i Nebevî’ye gider, büyük bir huzur ve edeple, gül râyihaları içinde Türbe-i Saâdet’i ziyaret ederdi. Türbe-i Saâdet bekçileri, ziyaretçilerin birçoğuna müdâhale ettikleri, hattâ zaman zaman sert davrandıkları hâlde, Muhterem Üstâd’ın huzûr-i Resûlullah’taki o derin, müeddeb ve sükûtî hâlinin tesiri altında kalırlardı. Ziyaretin akabinde teheccüd namazı kılar, sonra da sabah namazına kadar zikir ve murâkabe hâlinde olurdu. Sıhhatli zamanlarında sabah namazından sonra da kuşluk vaktine kadar tam bir huzûr hâlinde Harem-i Şerîf’te kalırdı.
Resûlullah Efendimiz’e gerçek vefânın, O’nun Sünnet-i Seniyye’sine tam sarılmak olduğunu, bunun da şeklî hususlarla birlikte O’nun gönül dokusundan hisseler almakla mümkün olacağını ifâde ederdi.
Onun bir başka vefâsı da ehlullah hazarâtına gösterdiği nihâyetsiz muhabbet ve bağlılıkta tezâhür ederdi. Üstâdı Mahmud Sâmi Hazretleri’ne karşı dâsitânî bir vefâ hissiyle doluydu. Onun için hayatın en mühim anları, Üstâdı ile buluştuğu, onunla beraber olduğu günlerdi. Otuz yıla yakın beraberliklerinde o büyük velîye hep bir “sıddîk” teslîmiyeti ile bağlı kalmış, hayata ve hâdiselere hep onun gözüyle bakmaya îtinâ göstermiştir. Hayatını o büyük Allah dostuyla zâhiren ve bâtınen beraber yaşamış, onda fânî olmuş, son nefesinde de tıpkı “o” olmuş, onunla aynîleşmiştir.
Kendisine küçük hizmetler sunan torunlarına ve diğer yakınlarına sergilediği âlîcenaplıklar, daha evvel âhirete irtihâl eden büyüklerine, dostlarına, ülkeye hizmet eden güzel insanlara ayrı ayrı, isim isim gönderdiği Fâtihalar, onun vefâkârlığının güzel numûnelerindendir.
Şahsen benim daha kundak yaşımdayken hizmetimi gören hemşireyi, elli beş sene sonra bile aratarak buldurması ve ona izzet ve ikramlarda bulunması da takdîre şâyan bir vefâkârlık misâliydi.
Onun engin nezâket, kadirşinaslık ve vefâsını gösteren bir başka misâl de, kendisinin tedâvisiyle meşgul olan bütün doktorlara, ayrı ayrı ve her sene bir hediye veya mektup göndermeleriydi. Bunu Medîne-i Münevvere’de bulundukları zaman bile aslâ ihmâl etmez, bizlere telefon ederek bu vazifeyi kendileri nâmına yapmamızı isterlerdi.
Nitekim doktorlarından biri, kendisini çok duygulandıran bu vefâ ve kadirşinaslığı şöyle ifâde etmişti:
“Ben bu kadar hasta tedâvi ettim. Hastalarımın bana tedâviden sonra teşekkür edip hediye verdikleri olurdu ama, bir sene sonra ve devam eden yıllarda bunu hatırlayıp da teşekkür eden insan, ilk defa gördüm.”
SEHÂVETİ VE İNFAK COŞKUSU
Gönlü kırık kimseleri bulup sevindirmek ve muhtaçların derdine derman olmak, Mûsâ Efendi Hazretleri’nin büyük bir mânevî hazla îfâ ettiği ictimâî ibadetlerdendi. Şuurlu ve plânlı bir infak hayatı vardı. O âdeta tek başına bir vakıftı. Muhtelif hayır fonları vardı. Meselâ bir “eytâm” (yetimler) hesâbı vardı. Hayır hesâbından muayyen bir kısmı, yetim çocuklarla ilgilenmek üzere vazifelendirdiği yakınlarına teslim eder ve:
“İşiniz onlara sadece burs vermek değil! Kendi çocuğunuzla nasıl ilgileniyorsanız bu yetim yavrularla da aynı şekilde ilgileneceksiniz!” buyururdu.[34]
Ayrıca bir “kitap” hesâbı vardı. Sâmi Efendi Hazretleri’nin kitapları başta olmak üzere, bilhassa gençliğe ve ümmete faydalı olacak bir kitabı gördüğünde, ondan çokça alır, uygun gördüğü kişilere hediye ederdi. Üniversite gençliğine Osmanlı tarihi ve İslâm kahramanlarıyla alâkalı kitapları hediye ederdi.
Muhterem Üstâdımız’ın “hastalar”la alâkalı bir hesâbı da vardı. Sağlık hizmetleri noktasında çok hassastı. Tedâvi olma ve ilâç alma imkânı bulunmayan hastalarla ilgilenmek üzere, yakını olan bir doktoru vazifelendirmişti. Onların masraflarını, haberleri olmadan karşılardı.
Mûsâ Efendi g, belirlediği bu fonlar için, her sene yılbaşında bütçesini yapardı. Bütün bunlar, zekâtın hâricindeki hayırlardı. Zira o, kifâyet ve ihtiyaç hâricini infâk etmek isterdi.
Her vesîleyle infakla ilgili nasihatlerde bulunurdu. Sevenlerini ve yakınlarını, Allâh’ın ihsân ettiği nîmetleri, O’nun rızâsı istikâmetinde cömertçe sarf etmeye yönlendirir ve şöyle buyururdu:
“Evlâdım, mutlakâ riyâzat[35] hâlinde yaşayın ve Allâh’ın verdiklerini, yine Allah için infâk edin! Riyâzat hâliniz sadece üç aylara ve Ramazan’a mahsus olmasın! Onu, hayatınızın her safhasına yayın ve ihtiyaç fazlasını Allah yolunda infâk edin! Şunu iyi bilin ki, Dolmabahçe veya Topkapı Sarayı’nda bile yaşasanız, yine riyâzatla yaşamaya mecbursunuz. Onun için malı da mülkü de ancak kalbinizin dışında taşıyın. Eğer ihtiyaç fazlasını Allah yolunda infâk etmezseniz, Allâh’ın verdiği nîmetlere karşı nankörlük etmiş olursunuz. Unutmayın ki, infâk edilmeyen nîmetler ziyan edilmiş demektir. Ziyan edilen nîmetler de hesâbı çok ağır birer âhiret vebâlidir.”
Mûsâ Efendi, henüz çocuk yaşlarımızda iken biz evlâtlarını terbiye etmek için, aldığımız portakal veya elmanın fiyatını sorar ve:
“–Çarşıdaki bütün fiyatları öğrendiniz mi?” buyururdu.
İki liraya alınabilecek aynı kalitede bir şeyi üç liraya almayı israf sayar ve bizlere iktisatlı olmayı tembihlerdi. Kısacası, kendine harcarken kılı kırk yarardı. Fakat Allah yolunda, cömertçe vermekten derin bir haz duyardı.
Yanımda kendisinden kalan bir defter mevcuttur. Orada zekât, hayır ve hasenat notları var. Muhterem pederim, ara sıra onu -riyâ olmasın diye- sadece bana gösterir ve îzah ederdi:
“–Bak oğlum, zekâtım bu kadar, hayır ve hasenâtım da şu kadar…”
Her zaman hayır ve hasenâtı, zekâtına göre kat kat fazlaydı. Bunu göstermesindeki maksadı da bizleri infâka alıştırmaktı.
Anadolu’nun birçok yerinde ve hattâ yurt dışında, câmi, Kur’ân Kursu, İmam Hatip Lisesi gibi birçok hayır müessesesine onun mühim yardımları olmuştur. Bu yardımları esnâsında herhangi bir cemaat veya grup ayırımı yapmazdı. Anadolu’nun bir yerinden geçerken yarım kalmış bir câmi inşaatı veya bir Allah dostunun bakımsız hâldeki türbesini görse; “Bununla biz meşgul olalım.” buyururdu.
Müslümanı ilgilendiren her hususta gecikmeden oraya koşar ve yakınlarını da teşvik ederdi. Bosna-Hersek, Afganistan ve Kosova savaşı gibi zulümlerin yaşandığı günlerde hemen yardım kampanyaları başlatmış ve hiç şüphesiz en büyük yardımları da bizzat kendisi yapmıştı.
Hiç sevmediği vasıf, pintilikti. Cimrilerin mânen inkişâf edemeyeceklerini söyler ve şöyle buyururdu:
“Cömertlik, Rabbimiz Teâlâ Hazretleri’nin mühim sıfatlarındandır. Başta Rasûlullah r Efendimiz olmak üzere bütün peygamberân hazarâtı, ashâb-ı kirâm ve kibâr-ı ehlullah hazarâtı, bilâ-istisnâ bu güzel ve ulvî ahlâkla vasıflanmışlardır.
Bir insan, hem Allah dostu olsun, hem de cimri olsun, bu tasavvur edilemez. Cimriler, Hak Hazretlerinin nazarında hiç îtibârı olmayan kişilerdir.
Cömertlik, Allâh’ı sevenlerin, âşıkların süsüdür. Hasislik ise, değersiz olanların hastalığıdır, lekesidir. Cömertlik, içerisine her güzelliği alan sıfatların anahtarıdır. Cimrilik ise içerisine her kötülüğü alan seviyesizliklerin anahtarıdır.”[36]
Muhterem Üstâdımız, deryâlar gibi infâk etmesine rağmen, bunu hiçbir zaman nefsine nisbet etmez; verdirenin Cenâb-ı Hak olduğu şuuruyla kendisini bir veznedar olarak telâkkî ederdi. İnfakta edep ve nezâketin, en az infak kadar mühim olduğunu bizzat yaşayarak tâlim ederdi. Bir insanın yapabileceği en büyük zarâfet, nezâket ve taltîflerle ikramda bulunurdu. Hediyesini en güzel şekilde paketler, öyle verirdi. Yine bir kimseye zekât veya hayrattan bir miktar takdîm edeceğinde, kullanılmamış düzgün ve güzel bir zarfa koyar, üzerine güzel bir yazıyla; “İkramımızı kabûl ettiğiniz için teşekkür ederiz.” gibi bir nezâket cümlesi yazardı. Yani o; “…Sadakaları Allah alır…” (et-Tevbe, 104) âyeti mûcibince verdiği şeyi, muhtaçtan evvel Allâh’ın aldığı idrâki içinde idi.
Çocukluğumuzdan beri yaşadığımız şu hassâsiyet, kalbimde dâimâ sehâvetin bir ölçüsü olarak yer etmiştir: Zaman zaman pazar günleri evde güzel yemekler yapılırdı. Muhterem pederim, bu yemeklerden hizmet edenlerin de yemesine çok dikkat eder, göz hakkına riâyet ederdi. Zira o, âyet-i kerîmede buyrulan; “ticâreten len-tebûr / aslâ zarar etmeyecek bir kazanç”[37] sırrına tâlipti.
TERTİP, DÜZEN VE İNTİZÂMI
Mûsâ Efendi g tertip, düzen ve intizâma çok ehemmiyet verirdi. Dağınıklığı hiç sevmezdi. Hayatında nizam ve intizam meleke hâline geldiğinden, kendisinde telâş ve acelecilik hiç görülmez, dâimâ teennî ve vakar ile hareket ederdi. İlâhî irâdeye tam teslim olmanın verdiği gönül huzuru içindeydi.
O, âdeta bir ölçü insanıydı. Yemesinde, içmesinde, kıyafetinde, ibadetinde, infâkında, sohbetinde, sevgisinde, buğzunda hep bir ölçü hâkimdi. Tasavvufu târif ederken bâzen; “Tasavvuf, vakti en değerli olan şeye sarf etmektir.” buyururdu. Bu bakımdan saati, büyük bir nîmet olarak görür ve şu nasihatte bulunurdu:
“Kâinatta canlı-cansız, kürelerden zerrelere kadar, bütün mahlûkâtı tefekkür ettiğimizde, her şeyin muntazam bir şekilde yaşadığını ve seyrettiğini müşâhede ederiz. Bu saltanat-ı ilâhiyye karşısında eşref-i mahlûkat olan insanoğlu, dağınık, saatsiz, nizamsız olmayıp, her işini vaktinde, saatinde icrâ etmelidir.”[38]
ÎTİDÂLE RİÂYETİ
İstikrarlı bir hayatın vazgeçilmez esâsı, ifrat ve tefrite düşmeden îtidâl üzere olmaktır. Mûsâ Efendi bu hususta şöyle buyururdu:
“Îtidalli olanlar, aynı zamanda sebatkâr olurlar. Ufak bir şeyden dolayı bırakıp gitmezler. Seyr u sülûkte de bu böyledir. Îtidalli hareket edenler, muhakkak hayatlarının sonuna kadar vazifelerini îfâ ederler. Bâzıları çok heyecanlı olur, fakat arkası gelmez.”[39]
“Bilerek yapılan az ibadet, gaflette yapılan çoktan hayırlıdır. Rasûl-i Ekrem Efendimiz çoktan ziyâde, dâimâ ölçülü ve îtidalli hareketleri emrettikleri için ibadette de aynı düstûru tâlim buyurmuşlardır. Bâzen çok ibadet yapana, bu ibadet takatsizlik verir de ikrah hâline düşebilir. Bu sefer azmi, şevki azalır, azı da yapamaz hâle gelir. Teennî ile yapılan her işte hayır beklenir, acele yapılan işlerin de çoğu zaman sonu gelmez…
Allah Teâlâ, rahmet-i ilâhiyyesi mûcibince kullarına ağır mükellefiyetler yüklememiştir. Yalnız kullarının, âcizliklerini idrâk ederek, âdâb üzere, engin bir gönül kırıklığı içinde kendisine ibadet ve itaat etmelerini istemiştir.”[40]
NEZÂKET VE ZARÂFETİ
Yüce Rabbimiz, Mûsâ Efendi Hazretleri’nin fıtratına, bediî zevklere ve ulvî güzelliklere karşı müstesnâ bir alâka ve muhabbet meyli lûtfetmişti. Onun bu güzel fıtratı, İslâm medeniyetinin Osmanlı’da zirveleşen edep, görgü ve nezâket anlayışı ile buluşunca bir kat daha zarifleşmişti. Tasavvuf ikliminin getirdiği güzellikler de bunların tâcı olmuştu.
Mûsâ Efendi, üstâdı Sâmi Efendi Hazretlerini örnek gösterek şöyle buyururlardı:
“Üstad Hazretleri herkese karşı bilâ-istisnâ nezâketle, mütebessim bir çehre ve tatlı bir lisan ile konuşurlar, kat’iyyen muhâtaplarını yalnız isimleri ile çağırmazlar, ismin ve soyadının sonuna «bey», «efendi» yahut da güzel bir lâkap takarlardı. Maalesef zamanımızda nezâket Zümrüd-i Ankâ hâline geldi. Herkes birbirine karşı nezâketsizce konuşuyor ve muâmele ediyor, bunun ismine de samimiyet diyorlar. Kabalıkla samimiyetin ne alâkası var? Hâlbuki samimiyetten nezâket doğar. Fıtraten hoş, nazik olanlar müstesnâ, ancak bâzı altmış, yetmişini aşmış İstanbul efendi ve hanımlarında bu nezâket kâidesine uyanlara rastlayabiliyoruz. Hâlbuki hatırşinaslık, nezâketli olmak, İslâmiyetin ana rükûnlarından biridir.”[41]
RIZÂ VE TESLÎMİYETİ
Allah dostlarının nazarında, Cenâb-ı Hakk’ın takdîrine rızâ ve teslîmiyet gösterip dâimâ Hakk’a tevekkül etmek çok mühimdir. Mûsâ Efendi g bu hususta şöyle buyurur:
“Kul, her varlığın yegâne sahibinin Cenâb-ı Hak olduğunu tam idrâk ederse, insanların, ne mevkide olurlarsa olsunlar, birer âciz zavallılar zümresi olduğunu ve ellerinde mahdut bir salâhiyetten başka bir kuvvetleri olmadığını anlar. En yakınlarına, hattâ çoluk çocuğuna dahî bel bağlamaz. Malına ve makâmına güvenmez. Her şeyin Hak -celle ve alâ-’nın yardımı ile tecellî ettiğini bilir. Yaratan’ına karşı, bilgisi, bağlılığı, sevgisi, teslîmiyet ve tevekkülü artar, yaratılmışlardan hiçbir şey beklemez hâle gelir.”[42]
Muhterem Üstâdımız’ın üzerinde en çok durduğu hususlardan biri de teslîmiyetti. Allah ve Rasûlü’nün her emrine cân u gönülden boyun eğer ve şöyle buyururlardı:
“Bu yolda huzûra kavuşmak, ancak teslîmiyetle elde edilir. Kimi evlâdından, kimi malından, kimi de daha farklı hususlardan iptilâlara düşer. Mü’minin dünyada tam rahatlığı olmaz. Cenâb-ı Hak dâimâ mahzun ve gönlü kırıkların yanındadır. Sadrı dar olanlar ise her şeyden huzursuz oldukları gibi etraflarına da darlık verirler. Böyle kişilerin nâfile ibadetleri çok olsa bile mâneviyattan fazla nasîb alamazlar.”[43]
“Teslîmiyet, gönüldeki kederi ve sıkıntıyı izâle eder; ruh, sevdiği ile beraber olur. Kulun mâneviyattaki derecesi, teslîmiyeti ölçüsündedir… Teslîmiyet noksanlığından birçok verimsiz, üzücü hâller tecellî eder. Her şeyde tereddüdü, vesvesesi artar.”[44]
Muhterem Üstâdımız, hemen her hususta akıl ve basîretle hareket eder ve üzerine düşen zâhirî ve bâtınî bütün tedbirleri lâyıkıyla yerine getirmeye gayret gösterirdi. Ancak netice ortaya çıktıktan sonra da; “Hâli kabûllenmeli ve hâle rızâ göstermeli.” buyurarak teslîmiyet gösterirdi.
MUSA TOPBAŞ EFENDİNİN ESERLERİ
Mürşid-i kâmillerin en büyük eserleri, şüphesiz ki yetiştirdikleri kâmil insanlardır. Bununla birlikte daha geniş kitlelere ulaşmak ve daha fazla insanın hakîkatlerle buluşmasına vesîle olabilmek gâyesiyle pek çok faydalı eser de kaleme almışlardır. Mûsâ Efendi, tasavvuf kültürünün daha ziyâde fiilî ve amelî yönünü aksettiren şu eserleri te’lif etmiştir:
1) İslâm Kahramanları. Üç kitaptan oluşan bir eserdir. Birinci kitapta, Rasûlullah r Efendimiz ve ashâbının şecaat ve kahramanlıkları, ikinci ve üçüncü kitapta ise daha çok Selçuklu ve Osmanlı döneminde yaşayan İslâm kahramanları anlatılmaktadır.
2) Altınoluk Sohbetleri. Altı kitaptan oluşan bir eserdir. Altınoluk Dergisi’nde aylık olarak neşredilen yazılarından oluşmaktadır.
3) Sultânü’l-Ârifîn eş-Şeyh Mahmud Sâmi Ramazanoğlu. Mürşidinin hayatını, ahlâkını ve sevenlerinin dilinden bâzı hâtıralarını büyük bir hasret ve muhabbetle kaleme aldığı eseridir. Her cümlesinde emsalsiz bir tevâzû ve nezâket hissedilir.
4) Allah Dostunun Dünyasından: Hacı Mûsâ Topbaş Efendi ile Sohbetler. Ömrünün son yıllarında (1996) kendisi ile yapılan ve Altınoluk Dergisi’nde peyderpey neşredilen mülâkatların bir araya getirilmiş hâlidir. Hayatı ve dünya görüşü ile alâkalı en mühim bilgiler bu eserde yer alır.
SON GÜNLERİ VE VUSLATI
Muhterem Üstâd’ın bütün hayatı; “İnnâ lillâh” (biz her şeyimizle Allâh’a âidiz) muhtevâsında geçmişti. Seksenli yaşlara gelince ise “ve innâ ileyhi râciûn” (ve nihâyet yalnız O’na döneceğiz)[45] tecellîsi kendini göstermeye başladı.
Resûlullah Efendimiz; “Belâların en şiddetlisi peygamberlerin, sonra derece derece sâlihlerin ve diğer kulların üzerine iner…” buyurmuşlardır. (Tirmizî, Zühd, 57/2398)
Bir peygamber vârisi olan Mûsâ Efendi Hazretlerinin iptilâları da ağır olmuştur. Bu iptilâlar, mü’minlerin hem sâfiyetlerini ve terakkîlerini artırır, hem de Cenâb-ı Hak ile beraberlik ve ünsiyetlerini ziyâdeleştirir.
Muhterem Üstâdımız son zamanlarında sanki Rabbine ve sevdiklerine kavuşmanın içten içe hazırlıklarını yapıyordu. Ziyaretçileriyle çoğu zaman ancak göz temâsı kurabiliyor ve sanki bakışlarıyla onları Allâh’a emânet ediyordu. Vefâtından bir müddet önce yazdığı ve sonradan yayınlanan bir yazısında şöyle buyuruyordu:
“Geçenlerde Azrâil u ile göz göze geldik. Güler yüzlü, takrîben 40-45 yaşlarında, sakalsız, Mısırlı kisvesinde idi. Kendisine ısındım. Bu, ecelimin yaklaştığı husûsunda bir îkâz olsa gerek. Azrâil u’ın bakışları çok keskindi, ama neşeli idi. Sanki mânevî bir tebşirât taşıyordu.”[46]
Hastalıkları sebebiyle iki yıllık hareketsizliğin neticesinde, ayaklarındaki kan dolaşımında ciddî rahatsızlıklar ortaya çıkmıştı. Vefâtından bir gün evvel de kangren olan ayağının diz üstünden kesilme zarureti zuhûr etmişti. O gün bu operasyonu gerçekleştiren doktor anlatıyor:
“Kendisini çok görmek istemiştim. Bir türlü fırsat olmamıştı. Kısmet, o son anlara imiş. Ayağının ameliyat vazifesi bana düştü. İki kelimecik işittim o kısa sürede: «Allah… Allah…» Zikir ehlinin, rahatlık zamanlarında da sıkıntı anlarında da yegâne sığınağı zâten hep O değil miydi?”
Bu ameliyattan bir gün sonra da, yani mü’minlerin bayramı olan bir cuma gününde, Üsküdar’ın o coşkulu cuma ezanları arasında, bir aşk-ı ilâhî şehîdi olarak son nefeslerini verip aziz rûhunu Mahbûb’una teslîm etti. Cuma gününe husûsî bir tâzimi vardı. Beyazlara bürünür, huzur ve sükûnet içinde Allâh’ın evlerinden birine giderdi. O cuma da öyle oldu. Yine beyazlara büründü; ancak bu sefer o evlerin sahibi olan Allâh’a doğru yola çıktı. Bir bayram gününde, bayramını Hakk’a vuslatla taçlandırdı.
MUSA TOPBAŞ EFENDİ’NİN NE ZAMAN VEFAT ETTİ?
Muhterem Üstâdımız, bir ömür yana yakıla hep O “Yüce Dost”u aramıştı ve artık vuslat günüydü. Muazzez ruhları, münevver cesedinden ayrılıp Refîk-ı A‘lâ’ya kanatlandığında, takvimler 16 Temmuz 1999 Cuma’yı gösteriyordu.
Rabbimiz kendilerini en güzel ikramlarıyla mükâfatlandırsın ve umduklarına nâil eylesin… Âmîn!
Yâ Rabbi! Bir asra yakın ömrünü Sen’in yolunda tüketen, Kur’ân ve Sünnet istikâmetinden bir nefes ayrılmayıp, dîn-i mübîne hizmeti kendisine sertâc edinen muhterem pederimizin, üstâdımızın, reh-nümâmızın gönül ikliminden bizlere de hisseler nasîb eyle! Onun, rızâna medâr olan kıymetli hizmetlerini devam ettirmeye bizleri muvaffak kıl! Fânî firâkımızı, Firdevs-i Âlâ’nda, Habîbin Muhammed Mustafâ r’in sohbet halkasında ebedî bir visâl ile neticelendir!.. Âmîn!
Hak yolunda birleştirdiği gönüller, 17 Temmuz Cumartesi günü öğle namazını müteâkip, cenâzesinin ardından mahşerî bir kalabalık hâlinde akıyordu. Yekvücud olmuş sayısız insan, o anda dünyanın fânî telâşlarından sıyrılmış, uhrevî hislerin derinliği içinde, Allâh’a gerçek bir kul vasfında yönelmenin feyz ve rûhâniyet iklimine ulaşmıştı. Eğik başlar, dökülen sıcak gözyaşları, kulluktan murâd olan gerçek hâlin, zâhirdeki pek âşikâr bir tezâhürü idi. Adım atmakta güçlük çeken o dâsitânî kalabalığın üstünde ise, gören gözler için bir rahmet bulutu hâlinde sayısız melek, kabre doğru süzülerek onu teşyî ediyordu.
MUSA TOPBAŞ EFENDİ’NİN KABRİ NEREDE?
Ve nihâyet, kendisine emânet edilen 83 yıllık ömür defterini, Hakk’ın rızâsına mazhar olacak güzelliklerle doldurduktan sonra, yüz akıyla Rabbimizin huzûruna çıkmak için Sahrâ-yı Cedîd Kabristanı’nın kapısına geldi. Hayatı boyunca tevâzû ve mahviyeti şiâr edinmiş bu Hak dostu, ölümünde de mütevâzı bir kabre girerek âdeta hiçliğe büründü. Hüzün, gözyaşı, rahmet ve huzurun birlikte harmanlandığı bu mânevî atmosfer içinde, duâlar ve niyazlarla ebedî istirahatgâhında âile dostlarının arasına katıldı.
MUSA TOPBAŞ EFENDİ’NİN VASİYETİ
Mûsâ Efendi, her yaptığı güzel işten sonra “el-hamdü lillâh” diyerek, o imkânı bahşeden Rabbine şükreder ve O’nu hiçbir zaman unutmazdı. Öyle ümid ediyoruz ki, can emânetini yüz akıyla Hakk’a teslim ettiği için de gönülden bir “el-hamdü lillâh” demiştir. Vefâtından sonra açılmak üzere yakınlarına bir vasiyetnâme bırakmıştı. O vasiyetnâmenin bir kısmı şöyledir:
“Ey kâinâtı yaratan, yerlerin, göklerin, kürelerin, zerrelerin, insanların, cinlerin, hulâsa bütün mahlûkâtın sahibi, yüceler yücesi, ulular ulusu Allâh’ım!
Vârislerim bu zarfı açtıkları anda, Sen’in huzûr-i ilâhinde olmuş olacağım.
Uzun ömür verdin, en değerli dostlarını fakir için rehber eyledin, dünyevî, uhrevî hiçbir şeyi esirgemedin, bol bol ihsân eyledin! Buna rağmen gayrete gelip de lâyıkıyla kulluk edemedim, koskoca ömür böylece geldi geçti. Hatâlar, noksanlıklar birbirini takip etti. Gönlümün istediği gibi yeşeremedim. Yalnız Sen’in yüceliğinle, Rahmânlığınla, Settârlığınla ve Gaffarlığınla tesellî buldum.
Bu hakir, zayıf kulunun günahlarını, hatâlarını bağışla! Çünkü o Sen’i, Resûl-i Edîb’ini ve bütün Sen’i sevenleri ve sevdiklerini sevmiştir. Bu da yine Sen’in lûtf u ihsânınla, kereminle, inâyetinle zuhûr etmiştir.
Gerek vârislerime, gerek onu takip eden ve edecek olan zürriyetime de inâyet eyle! Hepsine kavî îman ver, atâlete uğrayanlardan eyleme ki bir taraftan kulluklarına devam ederken diğer taraftan Sen’in kullarına hizmet etsinler ve her an Sen’i tevhid edenlerden olsunlar!”[47]
“Her dünyaya gelen, vakti saati, sayılı nefesleri tamamlandıktan sonra ebedî hayata intikal edecektir. Ne mutlu o kimseye ki, hayatını Hak yolunda ifnâ etmiş ve yüzünün akıyla âhirete göçmüştür. Fakir de bu hususu nasîbim derecesinde bildiğim hâlde, lâyıkıyla kulluk edemedim. Pîr-i fânî olduğum hâlde kendime çeki düzen veremedim. İslâm büyüklerinin şuurlu, şerefli hayatlarını okudum; nefsimde tatbik edemedim. Hatâlarla dolu bir ömürden sonra Rabbimiz Teâlâ Hazretlerinin mağfiretini, bağışlamasını umarım; çünkü O, Rahmân’dır, Gaffâr’dır. Vârislerimin İslâmî hukuka riâyet ederek hayatlarını değerlendireceklerini umarım.” [48]
MUSA TOPBAŞ EFENDİ’NİN HİKMETLİ SÖZLERİ
- “Mü’min, güzel hâlinin değişip kötüye dönmesinin, bilerek veya bilmeyerek işlediği bir günahın neticesi olduğunun idrâki içinde bulunmalıdır.”[49]
- “Mü’min, işlemiş olduğu küçük günahını dâimâ büyük görmelidir. Allah dostları en ufak zellelerini dahî dağlar gibi cesîm görürler, derin bir mahviyet içinde Cenâb-ı Hakk’a gözyaşları ve büyük bir teessür içinde istiğfâr ederler.”[50]
- “Akıllı kişi, evvelâ çuvalın deliklerini yamar, ondan sonra içini doldurur. Delik yahut çatlak olan kaba ne konursa konsun, içindekini muhâfaza edemez.”[51]
- “Akıllı insan; düşük ahlâklı, diyâneti zayıf insanlardan hem kendisini hem de yakınlarını korumalıdır. Mümkün mertebe onlarla mesâfeli kalmalıdır. Çünkü kişi, kiminle ülfet ederse, onun hâli ve ahlâkı kolaylıkla kendisine in’ikâs eder.”[52]
- “Kulu mârifetullâh’a ulaştıracak özler, yani tohumlar vücut toprağında hazır beklemektedir. Bunların filizlenmesi için hamd, şükür, zikir ve fikre devam etmek lâzımdır… Mârifet ilminin başı, ilâhî sanatın sırları üzerinde tefekkürdür.”[53]
- “Sâlim ve mâsivâdan arınmış bir kalple yapılan murâkabe ve tefekkür neticesinde insan, kitaplardan öğrenemediği birçok rûhânî bilgilere sahip olur.”[54] [Zira Cenâb-ı Hak buyurur:“…Allah’tan korkun (takvâ üzere olun!) Allah size bilmediklerinizi öğretir!..” (el-Bakara, 282)]
- “Kötü ahlâklı kişilere tebliğde bulunurken leyyin/yumuşak bir lisan kullanmalı ve mütevâzı davranmalıdır. Onları kat’iyyen ayıplamamalıdır. Çünkü kişi ayıpladığı şeye daha hayattayken kendisi de müptelâ olabilir.”[55]
- “Dînî hükümleri sâlih âlimlerden sorup öğrenmek lâzımdır. Zira onlar takvâ sahibi oldukları için fetvâları daha isâbetli ve daha tesirlidir. Diğer taraftan ilmi, mal ve mevkiye kurban eden dünyacı âlimlerden de mümkün mertebe uzak durmalıdır.”[56]
- “Evlâdına dînini öğretmeyen ana-babalar, dünyanın en merhametsiz insanlarıdır… Dînî terbiye vermeden evlât yetiştirmek, sobada yakmak için ağaç yetiştirmek gibidir.”[57]
- “Yüz tâne yarım insanı toplasanız, bir (tam) insan etmez.”[58]
- Müslüman temkinli ve tedbirli olacak, ama aslâ korkak olmayacak.[59]
- “Büyükler nefs tezkiyesinin farz-ı ayn olduğunu ifâde buyurmuşlardır.”[60]
- “Farzlardan sonra en mühim ibadet, mü’minlerin gönüllerini almaktır.”[61]
- “İnsanlarla iyi geçinmek kadar kişinin aklının, ilminin ve hilminin çokluğuna delâlet eden başka bir şey yoktur.”[62]
- “Şunu iyi bilmelidir ki asıl kerâmet, riyâdan uzak kalarak ve kullardan hiç karşılık beklemeden, tam bir ihlâs ve teslîmiyet üzere son nefesimize kadar Cenâb-ı Hakk’a karşı kulluk vazifemizi îfâ etmektir. Yani esas kerâmet, istikâmettir.”[63]
- “Sâlik, bir taraftan büyük bir îtinâ ile evrâdını yapmalı, bir taraftan da lâzım, hattâ elzem olan kendi nefsindeki ayıp ve kusurları arama vazifesini îfâ eylemelidir.”[64]
- “Mürşidler, sâliklerin merhamet, sehâvet, güzel ahlâk sahibi ve mütevâzı olanlarını severler ve onlar ile ferahlanırlar.”[65]
- “Vaadin küçüğü büyüğü olmaz! Sözünde durmamak münâfıklık alâmetlerindendir.”[66]
- “Resûl-i Ekrem borcu müslümanlara mekruh kılmıştır. Zira, hür ve sağlam insanın nazarında borç, dâimâ ağır bir yük, acı bir minnettir.”[67]
- “İslâm’ın emrettiği ibadetler, hep kulların menfaat ve maslahatları içindir. Yoksa Allah Teâlâ’nın bunlara hiç ihtiyacı yoktur. Hak Teâlâ, müstağnî olduğu hâlde kullarını emir ve nehiylerle yüceltmiş ve onlara yükselme yollarını açmıştır. Biz âcizlere düşen de bu büyük nîmetin şükrünü tam olarak îfâ eylemektir.”[68]
- “Hak dostları herkesin ağırlığını yüklenmeyi kendilerine düstûr edinmişlerdir.”[69]
- “Gayretimiz hizmet etmektir, ama nefer olarak!”[70]
- “Ben işin büyüğünü yapıyorum diye küçüğünü ihmâl etmek olmaz. Zira küçükler birikince büyük olur.”[71]
Dipnotlar:
[1] Bkz. Allah Dostunun Dünyasından: Hacı Mûsâ Topbaş Efendi ile Sohbetler, haz. Erkam Yayınları, 1999, s. 45, 58.[2] Bkz. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, V, 42.
[3] Sâdık Dânâ, a.g.e, V, 45.
[4] Bkz. Sâdık Dânâ, a.g.e, V, 45; VI, 24, 65, 98; Sultânü’l-Ârifîn, s. 55.
[5] Bkz. Allah Dostunun Dünyasından, s. 172.
[6] Allah Dostunun Dünyasından, s. 46.
[7] Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, I, 40-41.
[8] Bkz. Sevenlerine yazdığı mektuplarından, Altınoluk, sayı: 162, s. 6, Ağustos 1999; Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, I, 52-53; III, 210.
[9] Sâdık Dânâ, Sultânü’l-Ârifîn, s. 19-20.
[10] Bkz. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, I, 43; V, 79.
[11] Sâdık Dânâ, a.g.e, I, 184.
[12] Bkz. Sâdık Dânâ, a.g.e, II, 98; IV, 84; V, 40.
[13] Bkz. Sâdık Dânâ, a.g.e, V, 22, 80-81.
[14] Bkz. Allah Dostunun Dünyasından, s. 10.
[15] Bkz. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, V, 43-44, 57-59; VI, 64, 67, 94-95, 100; Allah Dostunun Dünyasından, s. 76.
[16] Bkz. Allah Dostunun Dünyasından, s. 103, 180-181.
[17] Bkz. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, III, 117, 167, 220; V, 78-79.
[18] Sâdık Dânâ, a.g.e, II, 248.
[19] Sâdık Dânâ, a.g.e, II, 237.
[20] Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, IV, 167.
[21] Altınoluk, sayı: 162, s. 6, Ağustos 1999.
[22] Allah Dostunun Dünyasından, s. 181.
[23] Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, V, 76.
[24] Sâdık Dânâ, a.g.e, V, 82.
[25] “Mektuplarından”, Altınoluk, Sayı: 162, s. 5, Ağustos 1999.
[26] Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, II, 86.
[27] Sâdık Dânâ, a.g.e, II, 189-190.
[28] Bkz. Sâdık Dânâ, a.g.e, II, 164; V, 21-23, 80-81; VI, 106.
[29] Bkz. Sâdık Dânâ, a.g.e, II, 164, 189; V, 22.
[30] Bkz. Sâdık Dânâ, a.g.e, I, 191, 192; V, 80.
[31] Bkz. Sâdık Dânâ, a.g.e, III, 123, 127
[32] Muzaffer Işıkveren Bey’in yazıp gönderdiği husûsî not.
[33] Bkz. A‘râf Sûresi, 172.
[34] Abdullah Sert, “el Vedûd İsminin Mazharı Bir Allah Dostu”, Altınoluk, Sayı: 245, s. 11, Temmuz 2006.
[35] Riyâzat: Nefsin arzularına karşı kendini tutmak ve nîmetleri kendi adına kullanırken kifâyet miktârıyla yetinmek.
[36] Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, III, 40-41.
[37] Bkz. Fâtır, 29.
[38] Sâdık Dânâ, a.g.e, II, 125.
[39] Bkz. Allah Dostunun Dünyasından, s. 148.
[40] Bkz. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, V, 142; II, 98-99; Zâhide Topçu, “Merhum Mûsâ Topbaş Efendi”, Şebnem Dergisi, sayı: 4, s. 112, Nisan-Haziran 2003.
[41] Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, VI, 70.
[42] Sâdık Dânâ, a.g.e, III, 91-92.
[43] Zâhide Topçu, “Mûsâ Efendi İle Bursa Seyahati”, Şebnem Dergisi, Sayı: 9, s. 7, 2004.
[44] Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, I, 112-114.
[45] Bkz. el-Bakara, 156.
[46] “Kendi Kalemlerinden Kısa Terceme-i Hâl”, Altınoluk, sayı: 162, s. 12, Ağustos-1999.
[47] “Vasiyet Yerine”, Altınoluk, sayı: 162, Ön kapak arkası, Ağustos 1999.
[48] “Vasiyetlerinden…”, Altınoluk, sayı: 162, s. 20, Ağustos 1999.
[49] Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, I, 198.
[50] Sâdık Dânâ, a.g.e, II, 63.
[51] Sâdık Dânâ, a.g.e, II, 36.
[52] Sâdık Dânâ, a.g.e, II, 33.
[53] Sâdık Dânâ, a.g.e, V, 35-36.
[54] Sâdık Dânâ, a.g.e, II, 89.
[55] Sâdık Dânâ, a.g.e, V, 257.
[56] Sâdık Dânâ, a.g.e, IV, 171.
[57] Sâdık Dânâ, a.g.e, IV, 116-117.
[58] Sâdık Dânâ, a.g.e, V, 56.
[59] Allah Dostunun Dünyasından, s. 192.
[60] Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, VI, 24.
[61] Sâdık Dânâ, a.g.e, I, 9.
[62] Sâdık Dânâ, a.g.e, II, 24.
[63] Sâdık Dânâ, a.g.e, I, 57.
[64] Sâdık Dânâ, a.g.e, I, 146.
[65] Sâdık Dânâ, a.g.e, I, 191.
[66] Sâdık Dânâ, a.g.e, III, 44.
[67] Sâdık Dânâ, a.g.e, III, 192.
[68] Sâdık Dânâ, a.g.e, IV, 158.
[69] Allah Dostunun Dünyasından, s. 81.
[70] Allah Dostunun Dünyasından, s. 82.
[71].Allah Dostunun Dünyasından, s. 105.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altın Silsile, Erkam Yayınları