Ali Ulvi Kurucu
ALİ ULVİ KURUCU (1922-2002)
“Ben Rasûl-i Kibriyânın, bülbül-ü nâlânıyım.
Mücrimim gerçi, cemâl-i Mustafâ hayrânıyım..
* * *
“Ulvî de senin bağrı yanık âşık-ı zârın
Feryâdı bütün âteş-i sûzândır Efendim.
Kıtmîrinim ey Şâh-ı rüsûl, kovma kapından,
Âsîlere lûtfun yüce fermândır Efendim.”
Ali Ulvi Kurucu, 1922 senesinde, Konya’da dünyaya geldi. Sülalesi Hocazadeler olarak bilinen maruf bir ailedir. Dedesi Hacı Veyis Efendi(1860–1935), Babası İbrahim Efendi aynı zamanda hocasıdır..
Annesi Sare Hanım, Ali Ulvi Bey dört yaşında iken ahirete intikal eder. “Konya’nın en mütedeyyin ve en muhafazakâr hanelerinden biri” olan bu kutlu hane için, “Evimiz sanki bir medrese idi bir akademi idi. Ya ilim konuşurlar, ya hadis, ya ayet konuşurlar, ya dedemin, amcamın, babamın mütalaaları esnasında zorlarına, tuhaflarına, ızdıraplarına giden bir meseleyi görüşürlerdi.” Diyor.
Yedi yaşında hafızlığa başlar. “.. on yaşımda, camilerde, diğer hafızlarla mukabele okuyan “Hafız Ali” oldum. Küçük yaştan itibaren güzel sesle Kur’an-ı Kerim, kaside ve naat okuyanlara aşinalığım vardır.”
Küçük Ali Ulvi’nin gençliğe adım attığı o yıllar değil çocuk okutmak, bir mümin için nefes bile alamayacak hale gelmesi üzerine babası İbrahim Efendi kutsal topraklara hicret etme kararı verir. Babasını bu kararından caydırmak için uğraşan meşhur alim Hülasat-ül Beyan tefsirinin sahibi Konyalı Mehmed Vehbi Efendi’ye İbrahim Efendi şöyle haykırır: “Hacı Mehmed ağa! Yurdumda garip oldum yahu! Oğlumu okutamıyorum. Bütün melanet serbest, polisin işi yok, gücü yok, beni takip ediyor. Hapse götürüyor. Bir tarlam vardı, onu sattım. Ailemin ziynetini sattım. Onlar bitinceye kadar bunları okutacağım. Biterse sakalık(su satıcılığı) yapacağım. Hüccaca (Hacılara) su taşıyacağım, hamallık yapacağım.” Vehbi Efendi bunu duyunca; “Hacı Mehmed ağa, bu hale gelmiş imana aşk derler, aşk. Bunun önünde durulmaz. Bırakın gitsin de, yavrularını okutsun.” demiş.
1939 senesi Kurucu ailesi için hicret senesidir. Aile, Medine’ye yerleşmeye karar verir. 23 Şubat 1939 de gemiyle İstanbul’dan ayrılırlar. Genç ilim taliplisi Ali Ulvi ise Cidde’den gemiye binerek Mısır’ın yolunu tutar.
O sırada Mısır, irfan hayatı bakımından çok velud dimağların bulunduğu bir kültür hazinesidir. Son Osmanlı Şeyhülislamlarından Mustafa Sabri Efendi, Düzceli allame Zahid el Kevseri, Mehmed Akif’in yakın arkadaşı Yozgatlı İhsan Efendi, İbrahim Sabri bey gibi..
Ali Ulvi Bey o günleri şöyle yâd eder; “O zamanın Kahiresi, fikir yönünden son derece canlı idi. Doyurucu makaleler yazanlardan, yepyeni düşünceler ortaya koyan fikir adamlarından, herkesin okuyup tartıştığı yazılardan ve kitap bakımından zengin idi. Dini görüşlerin tartışılması da apayrı bir yer tutmakta idi. Benim için, istifade edebileceğim, bildiğini iyi bilen, bilmediği konuda söz söylemeyen, çilelerin içinden gelmiş, görmüş ve geçirmiş şahsiyetler de hep orada idi.”
“İlk aylarda Arapça kompozisyon yazabilmek için, Ürdün’de doğmuş ve okumuş Dağıstanlı Burhaneddin Efendi’ye gitmemi tavsiye ettiler. Yazımın ilerlemesi için de hattat Akil’den Rik’a dersleri alırdım. Böylelikle hem edebiyatımı, hem de yazımı ilerlettim.” Ali Ulvi beyin hattı o kadar ilerlemiştir ki, Mustafa Sabri Efendi’nin bir eserini formalar halinde tekrar yazıp matbaaya götürdüğünde matbaadakiler şöyle demekten kendilerini alamamıştır; “Bu kadar güzel yazı ile matbaaya kitap gelmemiştir.”
Okulun ilk merhale olan “Ehliye” imtihanını kazanmış, yüksek diploma sayılan “Alemiye” imtihanına hazırlanırken babası İbrahim Efendi’nin ansızın 1945’de vefatı üzerine tahsilini tamamlayamadan aile riyasetini üzerine almak üzere Mısır’dan ayrılarak Medine’nin yolunu tutar.
MEDİNE GÜNLERİ
Güzel bir tefavuk olarak, merhum Hasan El Benna ile birlikte Hicaz topraklarına yolculuk eder. Ve artık Resulullah’ın mücaviri olarak geçireği kutlu günler başlamak üzeredir; “Kervan Medine’ye yaklaştıkça içimde bir ferahlık, huzur ve huşu hissediyordum. Artık bu şehir benim için yeni bir vatan olacak ve gelecek hayatım bu topraklar üzerinde gelişecekti. Rabbime sonsuz hamd ve şükürler ederek Peygamber Efendimizin değerini bilenlerden olmamı niyaz ettim.”
“1946 senesinin Hac mevsiminde geldiğim Medine’de geçirdiğim günler ömrümün en güzel, en verimli, en feyizli ve en faydalı günleri idi. Fikir ve görüşlerinden istifade edebileceğim çok çeşitli şahsiyetlerle görüşme fırsatı buldum.” “En verimli şiir hayatım Medine’de başladı. ..Resulullah’a yakın olmak benim için nur üstüne nur oldu; hele kendilerini rüyalarımda görüşümle elde ettiğim feyiz ve hazzı ifade edemezdim; zira bu haller yaşanarak tadılır ve tattıkça yaşanır.”
ÖMÜR AĞACININ SON GÜNLERİ
994 Ramazan ayında ağır bir felç geçirmesine rağmen faaliyetlerine ara vermez. Ömrünün son yıllarında altı ay kaldığı ve her tarafını karış karış gezdiği Anadolu’da yeni yetişen gençliği göz yaşları ile selamlar;
“Ne gelen var, ne giden var; ne gülümser bir yüz.
Yolcu yorgun, yük ağır, menzil uzaklarda henüz.
diye milletçe ümitsizliğe düşmüştük dün,
Uyanış fecri ufuklarda belirmekte bugün”
“Genç nesilden bize hep müjdeci sesler geliyor
Uyanış fecrini marşlarla bütün besteliyor
Taşı toprakları yurdun dile gelmişçesine
Uyuyorlar koro halinde İlahi sesine”
3 Şubat 2002’de ircii emrine münkad olarak Medine’de şeb-i arusuna erer. Allah Rahmet eylesin. Başta ülkemiz olarak geniş bir çevrede yankı uyandıran vefatı dolayısı ile bir çok yerde gıyabi cenaze namazı kılınan Ali Ulvi Efendi Cennet-ül Baki mezarlığına defnedilir..
Onu “tam bir insan-ı kâmildi” diyerek özetleyebiliriz aslında. Muhterem Hayreddin Karaman hocamız O’nu şu güzel ifadelerle anlatıyor: “Yüzünde Muhammedî nurun izleri vardı; mütebbessim, mevzun (ölçülü), nurlu bir yüz. Onunla bir mekanı ve zamanı paylaştığınızda, o zaman ve mekan, sizin hayatınızda, mutluluk, heyecan ve kemal yolculuğunda ileri doğru atılmış bir adımın anıtı olurdu. Oradan mutlaka güzel duygular ve faydalı bilgilerle ayrılmış olurdunuz.”
Peygamber Sevgisi
Ali Ulvi Bey denince akla hemen İnsanlığın İftihar Tablosuna karşı duyduğu derin sevgi ve bağlılık gelir. Bu konuda ne hisli terennümleri vardır;
“Çiçekler, lâleler, güller sana ilân-ı aşk eyler
Gönüllerde esen bâd-ı sabâsın Yâ Resulullah”
RÛHUM SANA ÂŞIK
Rûhum sana âşık, sana hayrandır Efendim,
Bir ben değil, âlem sana kurbandır Efendim.
Ecrâm ü felek, Levh u kalem, mest-i nigâhım,
Dîdârına âşık Ulu Yezdân’dır Efendim.
Mahşerde nebîler bile senden medet ister,
Rahmet, diyen âlemlere, Rahman’dır Efendim.
Tâ Arşa çıkar her gece âşıkların âhı,
Medheyleyen ahlâkını Kur’an’dır Efendim.
Aşkınla buhurdan gibi tütmekte bu kalbim,
Sensiz bana cennet bile hicrândır Efendim.
Doğ kalbime bir lahzacık ey Nûr-i dilârâ
Nûrun ki gönül derdime dermândır Efendim.
Ulvî de senin bağrı yanık âşık-ı zârın
Feryâdı bütün âteş-i sûzândır Efendim.
Kıtmîriniz ey Şâh-ı rüsûl, kovma kapından,
Âsîlere lûtfun yüce fermândır Efendim.
Ali Ulvi Kurucu
DERDİMENDİM
Derdimendim yâ Rasûlallah, devâ ol derdime,
Destgir ol, yâ Habiballah, bu asî mücrime!..
Sen şefâat kânı varken, yalvarayım ben kime?..
Ben Rasûl-i Kibriyânın, bülbül-ü nâlânıyım.
Mücrimim gerçi, cemâl-i Mustafâ hayrânıyım..
Bûy-i vaslındır, muattar eyleyen sünbülleri,
Nur cemâlinden eserdir, bağ-ı aşkın gülleri,
Gül cemâlindir Habîbim, mesteden bülbülleri,
Ben Rasûl-i Kibriyânın, bülbül-ü nâlânıyım.
Mücrimim gerçi, cemâl-i Mustafâ hayrânıyım
Cânını cânâne kurban eyliyor pervâneler,
Bezm-i vaslın neş’esinden, gaşyolur mestâneler,
Aşıkın gözyaşlarından, doldu hep peymâneler,
Ben Rasûl-i Kibriyânın, bülbül-ü nâlânıyım.
Mücrimim gerçi, cemâl-i Mustafâ hayrânıyım..
Ermek istersen, O şâh’ın himmet-ü imdâdına,
Cânü dilden âşık ol sen; “İsm-i zât” evrâdına,
Ses verir (Ulvî); melekler âteşin feryâdına,
Ben Rasûl-i Kibriyânın, bülbül-ü nâlânıyım.
Mücrimim gerçi, cemâl-i Mustafâ hayrânıyım
Ali Ulvi Kurucu
DOĞMAZDI KALBE İMAN
Doğmazdı kalbe iman, inmezdi arza Kur’an,
Meçhul olurdu esmâ, Levlâke yâ Muhammed!
( Sensiz cânım Muhammed)
Mâtem tutardı gökler, gülmezdi hiç melekler,
Mahzûndur Arş-i alâ, levlâke yâ Muhammed!
Feyzinle güldü âlem, gufrâna erdi âdem,
Ağlardı belki hâla, Levlâke yâ Muhammed!…
Sayende erdi insan Tevhîde, yoksa putlar,
Mâbûd olurdu -hâşâ- Levlâke yâ Muhammed!..
Şefkatli annesinden öksüz kalan yetîme,
Benzerdi sanki eşyâ, Levlâke yâ Muhammed!..
Gün görmeden baharlar, sislerle örtülürdü,
Zindan olurdu dünyâ, Levlâke yâ Muhammed!..
İnler dururdu sesler, her nağme hıçkırıkdı;
Tutmuştu Arşı şevkâ, Levlâke yâ Muhammed!..
Dünyâda tek hakîkat uğrunda can verenler,
Bulmazdı derde kimyâ, Levlâke yâ Muhammed!..
Al kan, figan içinde te’yîd ederdi zulmû;
Binlerle kanlı sehpâ, Levlâke yâ Muhammed!.
Ali Ulvi Kurucu
Güzel İnsan Ali Ulvi Kurucu
Hayrettin Karaman
Güzel insan hem sureti, hem de sîreti (ahlak ve şahsiyeti) ile güzeldir. İslam, Hz. Âdem’den Hz. Hâtem’e kadar düz bir çizgi halinde gelen ilâhî irşadın adıdır, bu çizginin insanı da güzel insan; yani “İslam insanı”dır. Merhum ve mağfur Ali Ulvî ağabeyimiz işte bu mânada bir “güzel insan” idi.
Yüzünde Muhammedî nurun izleri vardı; mütebessim, mevzun (ölçülü), nurlu bir yüz.
Onunla bir mekanı ve zamanı paylaştığınızda, o zaman ve mekan, sizin hayatınızda, mutluluk, heyecan ve kemal yolculuğunda ileri doğru atılmış bir adımın anıtı olurdu. Oradan mutlaka güzel duygular ve faydalı bilgilerle ayrılmış olurdunuz.
Merhum bu güzelliği, bu kemali iyi bir aileye ve yüce bir civara (komşuluğa, çevreye) borçlu idi.
Ailesi dindar ve ilim ehli bir ailedir. Ben babasını tanımadım, ama kendinin de sık sık andığı ve örnek edindiği amcası, kamil insan Hacıveyiszade Mustafa Efendi’yi tanımak, ondan bilgi ve feyiz almak mutluluğuna ulaştım. Mustafa Efendi Hocamızın merhum babaları Veyis (Üveys) Efendi hakkında da oğlundan ve çevresinden önemli şeyler öğrendim. Üveys Efendi’nin gece yarılarında uykusundan sıçrayarak uyandığını, eşinin “Hayırdır inşaallah Efendi, ne oldu?” sorusuna, “Mustafa beni geçiyor, Peygamberimizin huzurunda utandım” dediğini de bu yodan öğrendik.
Ali Ulvî ağabey anlatmıştı, Mustafa Efendi Hocamız babasını anlatırken şöyle demişler: Oğlum babam gibi insanlar da doğrudur, biz de doğruyuz, ama onlar minare gibi, biz ise kavak gibi doğruyuz; minare asla eğilmez, kavak ise rüzgâr şiddetli estiğinde eğilir…
İşte bu doğru (müstakıym) adamın direklerinden birini teşkil ettiği ailenin bir başka düzgün adamı da Ali Ulvi ağabeyin babası; çocukları iyi yetişsinler, nesli zayi olmasın diye Konya’dan o kutsal “civar”a, Medîne’ye göç ediyor. Ali Ulvi ağabey, aileden aldığı güzel mirası bu civar ile taçlandırıyor, Mescidünnebî’nin yanı başındaki kütüphanede yıllarını geçriyor, namazlarını Mescid’de kılıyor, orada oturan veya gelip giden sayısız alimden ilim ve feyiz alıyor, kütüphanedeki kitapları okuyor, okuyor…
Merhum ile Medine’de bir iki kere görüştüm, sohbette bulundum, Türkiye’de bir Urfa seyahatimiz oldu, orada en büyük Sevgiliyi ve en kâmil örneği andık, İstanbul’da da birkaç kere görüştük. Bu beraberlikler benim için büyük nasip ve lutuf olmakla beraber onu yeterince tanımak için elbette kâfî değildir ve kendisiyle daha çok beraber olma lutfuna uğramış olanlar onu daha iyi anlatacaklardır. Ben burada, kısa da olsa paylaştığım zaman ve mekanlar ile okuduğum kitaplarına dayanarak onu, bir mürşid, bir şair, bir düşünür, bir dâva adamı olarak tanıtmaya çalışacağım.
Sayıları azalan irşad neslinin son temsilcilerinden idi:
Burada “irşad nesli” derken bugün insanımızın muhtaç olduğu ama sayıları gittikçe azalan bir “İslam âlimi” tipini kastediyorum. Bu âlimler yalnızca bilgi vermezler, eskilerin feyiz dedikleri bir manevî etki ile muhataplarını eğitirler, onlarda sağlam inanç, güzel ahlak, yüce duygu ve düşüncelerin oluşmasına katkıda bulunurlar. Bunu da hem kalleri (sözleri) hem de halleriyle yaparlar. Söze besmele ve hamdele ile başlarlar, Peygamberimizi yalnızca adıyla anmazlar (hatta adını söylemeyi bile edebe aykırı bilirler), O’nu andıklarında mutlaka salavât okurlar, sohbetlerini âyetlerle, hadislerle, büyüklerin sözleriyle (kelâm-ı kibâr ile), örnek insanların menakıbı (örnek hayat hikayeleri) ile süslerler, ibadet zamanı gelince, mescide gidilemeyecekse namazı cemaatle kıldırırlar, az güler, çok ağlarlar, neyi, nerede, nasıl söyleyeceklerini iyi bilirlerdi…
Merhum, işte bu irşad neslinin son örneklerinden biri idi.
Şâirdi:
Ali Ulvî Kurucu, çok sevdiği ve örnek aldığı M. Akif vâdîsinde bir şairdi. Âkif gibi o da şiir sanatını, sanat yapmak için değil, bir ulvî gayeye hizmet etmek için kullanıyordu. Kullanıyordu, çünkü Kur’an-ı Kerim şiirin ve şairin iyisinden bahsediyordu ve Fahr-i âlem de şiir dinliyordu:
Bütün insanlığa rehber olarak gönderilen
Zat-ı kudsîsine en üstün ilimler verilen
Fahr-i âlem bile dinlerdi ilâhî şiiri
Çünkü her mısraı baştanbaşa Hakk’ın zikri
Hak seven, hak gözeten şairi takdir ederim
Böyle tarif ediyor şâiri Kur’an-ı Ker’im
(İkbal’in Hayatı, s.19)
Ona göre şairler -Kur’an’ın dediği gibi- iki çeşittir: “İlâhî tecellîlere erişmiş şairlerce hayat, bir takım nasipsizlerin dediği gibimechûle giden, ufku hicranlarla dolu, ümitsiz ve emelsiz bir yol değil, bilakis baharında hazan olmayan yemyeşil cennetlerin gül bahçelerine çıkan nurlu bir merdivendir:
Müslüman ırkıma Peygamberim açmış bu yolu
Ufku güllerle, çiçeklerle, meleklerle dolu.
Onun dostlarından ve İslam insanının seçkin örneklerinden Ebü’l-Hasen Nedvî ile bir sohbetini aktarırken, İslam âlemine musallat olan küfrün baskısından müslümanları kurtarmanın tek yolunun islâmî uyanış olduğunu, bu uyanışta şiirin, şâir ve ediplerin misyonunu şöyle ifade ediyor: “Bu da, hız ve feyzini Allah ve Resulullah aşkından alan iman heyecanını, milletin ruhuna nakşetmekle olacaktır. Bunu da ancak, İslam dâvasına gönül vermiş olan edip ve şairler yapacaktır… İmanlı bir gönülden fışkıran alev bestesi bir mısrâ’ın, gönüllerde uyandırdığı heyecanı, iman ruhundan mahrum ciltler dolusu eser uyandıramıyor.” (İkbal’in Hayatı, s. 13).
İkbal’in şiirini anlatırken kendi şiir anlayışını da şöyle dile getirmiş oluyor: “Artık bu kadar derin bir kültüre, bu derece olgun bir iman şuurunasahip olan İkbal, pek tabiidir ki, solucanlar gibi toprak ve çamurlar içinde bocalayanbazı şair taslaklarınıno boğucu muhitine giremez, aşağılık seviyelerine inemez. O istiyordu ki, yüksek şiiri ilemuztarip insanlığı kutsi âlemlerin nurlu ufuklarına yükseltsin; insan cemiyetlerine kemal cemal âleminden kucak kucak huzur ve saadet, iman ve fazilet getirsin” (s. 17).
Düşünürdü:
Ali Ulvî Kurucu bir mütefekkirdir. İslam âleminin derlenip toparlanması, birleşmesi, İslam medeniyetinin yeniden inşası, bu yüce amaca ulaşmada dinin ve insanın rolü ve bu insanı yetiştirmenin yolu üzerinde dikkate değer düşünceşleri vardır:
“İkbal, insanı insan eden cevhere sesleniyordu. Rönesanslar yapacak bir milletin fertlerinin de her şeyden evvel ruhlarının her türlü esaretten kurtulması lazımdır. Zira millet fertlerinin ruhlarına çöken gaflet kâbûsu ancak bu dalgalanan vecdin heyecanıyla silinebilirdi. İkbal, aynen bizim Âkif gibi, idealinin ruhu olan büyük aşkını sadece bugünkü neslin değil,yarınki nesillerin de ruhuna uygun “mükemmel insan” yetiştirme mektebi olarak hazırlıyordu.” (s.11).
Ona göre Batı, İslam âlemine hakim olmak için önce müslüman fertlerin psikolojilerine yönelmiş, milletine yabancılaştırdığı işbirlikçileri sayesinde müslümanların kimlik-kişilik şuur ve duygularını zayıflatmış, onlara aşağılık duygusu aşılamıştır.
İmana saldırmayı meslek edinenler
Hâlâ buna rağmen yine aydın geçinenler
Asla bu asil millete önder olamazlar
Fikrî kölelikten ebedî kurtulamazlar
Bugün müslüman münevverlerin (başta şair ve ediplerin) yapmaları gereken şey, İslam iman ve medeniyetine dayanarak müslüman şahsiyetini yeniden inşa etmektir. İkbal, Elmalılı Hamdi Efendi gibi kendini iyi bilen, ötekini de hakkıyla öğrenmiş ve kavramış olan mütefekkirler bu inşanın mimarları olacaktır (s.20-21).
Mütefekkirmize göre “Fransız Büyük İnkılabından sonra sinsi bir şekilde dünyanın dört köşesine yayılan dinsizlik ve din düşmanlığı cereyanı uzun yıllar insanlığabüyük zararlar vererek devam etti. ..Bu felaketlerinen fecilerinden birisi, tarihin uzun ömrü boyunca benzerine raslamadığı, insanlık için en korkunç bir tehlike olankomünizmdir. Binaenaleyh komünizmin en amansız düşmanları da dindarlardır. Zira komünizm mantarının kolayca başgöstereceğiçöplükler, din nurundan ve mukaddesat mefhumundan mahrum olan o, ufku boydanboya hüsran bulutlarıyla kapalı bulunan bedbaht ülkelerdir.Bugün bütün hür dünya bu derdi, devasıyla birlikte idrak etmiş bulunuyor… (Zulmeti Yıkan Nur, s. 5). Materyalizmin his ve fikirlerin, ruh ve vicdanların derinliklerinde açtığı yaraların ıztırabıyla kıvranan beşeriyetin bugün kendisini dinin o huzur ve saadet kaynağı olan müşfik kucağına atmanın ilâhî heyecanı ile çırpınmakta olduğunu görüyoruz… Mesela Avrupa ve Amerika’da dinden, ruhtan ve Allah’tan bahseden eserlerin sayısı günden güne çoğalmakta, muharrirler, edipler, şairler yazılarına dini bir veche vermekteler. Bugünkü Hristiyanlıkla tatmin olmayıp da hak ve hakikati arayanlar yüce dinimize ve bilhassaPeygamber Efendimize ait eserlerin mutalaasıyla İslamiyetle müşerref oluyorlar….Memleketimizde dini mevzularda yazılan eserlerin her gün daha ziyade kitap evlerinin vitrinlerini süslemekte olduğunu göğsümüz kabararak şükran hisleriyle görüyoruz…” (s.8-9).
Birlik ve cihada devat ediyordu:
Ali Ulvî Kurucu’ya göre hem bir ülkede yaşayan müminler hem de bütün İslam dünyası arasında birlik, güçlenmemizin, bağımsızlığımızın ve medeniyetimizi yeniden inşanın olmazsa olmaz şartları arasındadır. Dün olduğu gibi bugün de müslümanların bir medeniyyet dâvaları vardır, olmalıdır. İslam dünyasında birliğin, gücün ve yeni bir cihad hamlesinin rehberi olmak da Osmanlı’nın çocuklarına düşer. Aynı tezi savunanSenûsî’nin kitabını, Asırlar Boyunca Parlayan Nur adıyla tercüme etmesi de bu düşüncesine başka düşünürlerden destek arayışıdır. Birlik, cihad ve inşa konusundaki duygu ve düşünceleri şu mısralarında yıllarca yaşayacaktır:
(Birlik)
Kur’an bizi hep birliğe davet ediyorken
Ayrılmanız İslam’a büyük darbe diyorken
Sen ben diye bin parçaya ayrılmadayız biz
Her çevresi düşmanla sarılmış adayız biz
Birleşse eğer gayede ruh önderi erler
Dâva o zaman bak ne takâmülle ilerler
Ferd zümreyi temsil edecek hale gelince
Dâvaya fedâ olmayı din borcu bilince
Her müslümanın böyle geliştikçe şuuru
Dünyalara tekrar yayacak dindeki nuru…
(Medeniyet)
Bir ülke cihad ruhunu Kur’an’da bulursa
Ruh önderi Peygamber-i zî-şân’ım olursa
Yüzyıllara hükmeyler ilâhî değeriyle
Çağlar medeniyyetlerin en şâheseriyle…
Her yükselişin tek yolu imanla ilimken
Her sâhada hakim yaşamak hakkı bizimken
Cehlin niye biz kapkara kâbûsuna daldık
Öz cevherimizden nice yüzyıl geri kaldık
Din çağlayanından hız alan hak medeniyyet
Tûfan kesilen bâtılı altüst eder elbet…
(Cihad)
İslam’da cihad farzların üstündeki farzken
Uğrunda savaşmak değil, ölmek bile azken
İmanı kızıl tehlike tehdit ediyorken
Bir kan seli halinde hız almış gidiyorken
Her iş bityor sanma sakın nafilelerle
Dâvayı yaşatmakta bütün hızla ilerle…
(Osmanlı mirası)
İman selinin çağlayışından hız alanlar
Her yükselişin feyzini Kur’an’da bulanlar
Fâtih’lerin imanına vâris çıkacaklar
Yol vermeyen engelleri mutlak yıkacaklar
Cihanı bayrağı altında toplayan devlet
Fetihle koskoca tarihi dolduran millet
Yavuz Selim gibi heybette bekliyor öncü
Büyük hedeflere matûf asırlar aşma gücü
Müceddid ve mütefekkir şairler halkasının son temsilcilerinden olan merhum hakkındaki yazımı/konuşmamı, onun aziz hatırasına armağan ettiğim şu şiirimle noktalamak istiyorum:
Ali Ulvî Kurucu’nun Hatırasına
Yarabbi, karanlık engin denizde
Kaptansız, fenersiz bırakma bizi
Vahdetin bir izi kalmadı bizde
Bize rehber olsun Resûl’ün izi
Resûl’ün müjdesi müceddidler var
Nurunu taşırlar nesilden nesle
Ümmet zayıf, mağlup, gülüyor ağyâr
Silkinmek istiyor bir güçlü sesle
Yûnus ve Mevlânâ ne güzel sesti
Derinlere çekti satıhtan bizi
Nice sular aktı, rüzgârlar esti
Yâdelde yitirdik biz kendimizi
Âkif “Korkma sönmez…” derken ocakta
Hindistan’da İkbal “Uyan” diyordu
Ârif Nihat, Ali Ulvî kucakta
Bayrağa bir hilal indiriyordu
Işığı Doğu’dan getiren nâsir
“Büyük Doğu” büyük diyen bir şâir
Diriliş şâiri, olsa da nadir
Ümmet şairinden mahrum değildir
Erlerin himmeti dağları yıkar
Kafa ve gönülde inkılâb olur
Onlar gönülleri nurunla yıkar
Çeşmelerden akan zülâl âb olur
Şiirde, nesirde ve düşüncede
Yağmur verAllah’ım, müceddidler ver
Durmayıp koşalım gündüz gecede
Rabbim nurdan mahrumkalmasın bir yer
(Merhumun anma gününde yazılmıştı)
Hayrettin Karaman