Ahmed Fevzi Özçimi
(-“Hocam Ahmed Fevzi Özçimi, Hac ve umre ziyaretleri ile, yaz tatillerinde dostları ile birlikte yaptıkları seyahatlerini ve ailesi ile ilgili bâzı hâtıralarını slayt makinesi ile tespit etmiş. Kendilerini tanımamızdan evvelki hâtıralarını, yeri geldikçe bizlere de naklederlerdi. Ricamız üzerine bizleri kırmayıp, yapmış olduğu tespitlerini bizlere seyrettirdi.
Bu vesile ile Ülker Hanım kardeşimiz, slayt görüntülerini kamerası ile filme aldı… Böylece arzu edildiği an, daha kolay bir şekilde, Hocamın geçmişte yaşadığı müstesna hatıralarını seyretme imkânına kavuşuyorduk. Bu çalışma bizim gözümüzde amatörce yapılmış bir belgesel niteliğinde idi. Fakat kıymeti, hiçbir kelime ile ifade edilemeyecek kadar büyüktü… Bu çalışma sonunda, Hocamıza bâzı sorular sorduk. Sorularımızı cevaplandırdı. Teyp ile de tespiti yapılan bu mülakatta, Hocamızın hayâtı ile ilgili çizgiler yer alıyor. “)
HOCAMIZLA YAPILAN BİR MÜLAKAT
(-“Efendim bize hayatınızı anlatır mısınız? Müsaade buyurdunuz, tespit ettiğiniz o müstesna hâtıralarınızı bizlerle paylaştınız. Ama, tespiti yapılamayan daha nice güzel hatıralarınızın olduğunu biliyoruz. İstifade edebileceğimiz, örnek alabileceğimiz dopdolu bir hayâtınızın olduğunu biliyoruz Efendim… “)
-“Bu günkü idrâkimin penceresinden kendime baktığım zaman, hiç de dopdolu bir hayat geçirdiğimi söylememe imkân bulamıyorum. Bu idrâkime göre geçirdiğim hayâtı, mâlesef bir mânâda, olmasını arzu ettiğim, olması lâzım gelen bir hayat diye kabul etmek mümkün değil. Çok daha farklı bir şekilde değerlendirilebilirdi. Ama ne yapalım? Ezel nasibimiz bu kadarmış.
Her şeye rağmen bu kadarına da şükretmek ve hamd etmek mecburiyetini hissediyorum. O doluluğu hal olarak taşıma-sam da, o doluluğun ne olduğunu, nasıl olması lâzım geldiğini idrak ediyorum. Bu idrâki de bir kazanç biliyorum. Hiç olmazsa “Ömür sermâyemizin” kalan kısmına, bu idrâkin ışığında değerlendirerek yaşamayı ve vakit gelince de huzuruna, muradına uygun bir kulu olarak intikal etmeyi nasîb etmesini Allah’ımızdan her an niyaz ediyorum. Bu konuya taallûk eden işaretinize, böyle bir izahta bulunmayı uygun gördüm.”
***
-“Efendim Fakir; 1930 yılının (Teşrin-i sâni diye o devrede isimlendirilen) Kasım ayının 30’unda doğmuşum. Annem Hatîce Hanım, Konya’nın meşhur ailesi olan Karpuzoğulları’na mensub bir hanım. Babam Hakkı Özçimi, Konya’da doğmuş. Dedem; Akseki’nin Çimi köyünde doğup büyümüş. Dedemin babası Kara Hafız Osman ismiyle mâruf ve Seydişehir şeyhi Abdullah Efendi’nin Çimi garyesi ve civarı halîfesi olarak vazifeli kılınmış.
Dedem; babası olan bu zât’tan hafızlığını tamamlamış. Bir ölçüde, o günkü dîni ilimler diye kabul edilen ilimlerden bir kısmını tahsil ettikten sonra, Seydişehir’e intikâl ediyor. Abdullah Efendi’ye intisâb ederek, manevî terbiyesine giriyor. Abdullah Efendi’den mantık, meâni usûl-i hadis, usûl-i tefsir, hadîs, tefsîr gibi ilimleri okuyarak, icazetini alıp, genç bir ilim adamı olarak Konyalya dönüyor. Ve o târihten itîbâren de, Konya’da, bir Selçuklu eseri olan fakat ilgisizlikten dolayı bir mezbelelik hâline gelen “Bulgur Tekke” camiini sahiplenerek, onarımından sonra yıllar boyu orada islâmi ilimler tedris etmeye başlıyor. (Nenem ile birlikte) Nenem Çimi’dendir. Konya’da babam doğuyor.
Babam hafızlığını ikmâl ettikten sonra o zaman Konya’da bulunan fakat, daha sonra kapanan okulunu Kütahya’daki İmam Hatip Lisesinde ikmâl ediyor. Daha sonra İstanbul’a giden babam, sesi güzel olduğu için, o devrede İstanbul’un meşhur Kur’an okuyucularından ve Ayasofya câmîi imamı olan Hafız İdris Efendi’den Kur’an kıraati tahsîl ederek Konya’ya dönüyor. Ticarî hayâta atılıyor.
Bir müddet sonra, cumhuriyetin ilk diyanet reisi olan Rıfat Börekçi’yi bir Ankara seyahatinde görüyor. Babamın kıldırdığı namazın sonunda okuduğu Kur’an’ı dinleyen Rıfat Börekçi, babamı takdîr ediyor ve babama; -“Böylesine güzel Kur’an okuyanın ticâretle iştigâl etmesi doğru değildir. Çünkü, en çok bu türlü okuyuşun yayılmasına, bu türlü okuyan hafızları yetiştirilmesine ihtiyaç duyduğumuz bir devredeyiz. Seni Türkiye’nin Diyanet işleri reisliği tarafından açılacak olan resmî ilk Kur’an Kursunun başına tâyin ediyorum ve kursuda açıyorum.” Diyor. Bu suretle babamı bir emr-i vâkî karşısında bırakıyor. Babam; 1932 yılında, Diyanete bağlı olarak, Türkiye’de ilk defa açılacak olan Konya’daki Kur’an kursunun başına getiriliyor. Evet… İşte ben böyle bir babadan ve biraz evvel açıkladığım o anneden, 1930 yılında doğmuşum.
Evimiz; gözümü açtığım andan itibaren, başta dedem ve annem olmak üzere, İslâmın belirli ölçüde yaşandığı bir evdi. Ben o evde, o evin havasında büyümeye devam edip, tahsilimin ilk devresi olan ilk okula yedi yaşımda başladım. Okul tatillerinde ben hiç tatil yapmadım. Çünkü babam biraz evvel arz ettiğim gibi, Kur’an kursunun başında idi. Çok ciddî bir yetiştirme faaliyetinin içerisinde idi. Okul tatil olur olmaz ben yaz tatillerini, işte bu Kur’an kursunda geçirmek durumunda kalıyordum. Çünkü babam öyle istiyordu. Benim için tatil Kur’an kursunda değerlendirilen bir devreydi.
Konya’da ilk ve orta tahsilimi bitirdim. Meşhur Konya lisesini de bitirdikten sonra, İstanbul üniversitesine bağlı olarak İktisat fakültesine kayıt oldum, bitirdikten sonra Konya’ya döndüm. Bu vesîle ile üniversite tahsilimi yapmak üzere gittiğim İstanbul’da benim için mutlak ifâde edilmesi, dile getirilmesi lâzım gelen noktalar ve konular var. Dilerseniz onları kısaca arz edeyim…”
-“İstanbul, o senelerin İstanbul’u… Yâni 49–54 arası… Çok müstesna bir şehir, henüz güzelliklerini yitirmemiş… İnsan güzelliklerini bağrında taşıyan manzaraları ile, târihi görüntüleri ile çok güzel bir şehir… Bu günkü gibi betonlaşmamış bir İstanbul… Tabii nüfûsu da bu gün ki kadar kalabalık değil. Bir İstanbul hanımefendisi bir İstanbul beyefendisi nedir? Nasıl konuşurlar, hayatlarına hâkim olan prensipler, güzellikler nelerdir? Bunları o devirde görme imkânını buldum. Nice büyüğü bu gün artık emsalini göremediğimiz birçok zevatı tanıdım, ellerini öptüm, yakînliklerini elde ettim. Sohbetlerine katıldım. Bunlar Osmanlı İmparatorluğunun, son devresindeki Osmanlı kültürü ile yetişmiş, son temsilcileri idi. Nitekim bunlar gittikten sonra, yerleri boş kaldı. Benim için bunları tanımak, görmek, onlardan istifâde etmek bir şans, bir kazanç idi, hamd ederek ifâde ediyorum.
(-“Efendim; bu tanıştığınız zevat’tan istifâde etiiğiniz konular nelerdi? Kimleri tanımış idiniz? Biraz bahseder misiniz?)
-“Her konuda efendim… Meselâ, san’at ve fikir plânında Necip Fâzıl Bey, Nûreddîn Topçu üstadımız… Dînî ilimlerde Abdurrahman Şeref Bey, Alasonya’lı diye ma’ruf Hoca Cemâl Etendi, Hafız Saadeddîn Kaynak üstadımız… Hem Sultan Ahmed Camii baş imamı ve hatibi olarak bir dînî kisveye sahip idi, hem de mûsîkimizin en büyük bestekârlarından biri idi.”
(-“Efendim; Saadeddîn Hoca ile olan yakınlığınızdan biraz bahseder misiniz?”)
-“Efendim, mûsikîye merakım Konya’da iken vardı, sesim güzel sayılırdı. Konya’da bu istidadımı geliştirecek bir eğitim maalesef yoktu. Bu merakla İstanbul’a gitmiştim. Orada ilk gittiğim seneden itîbâren, Sultan Ahmed Camiinde baş imam ve hatib olarak, vazife gören Saadeddin Hocamızı ziyaret ettim. Bu vesîle ile münâsebetimiz başladı. Beni dinledi, istidadımın durumunu tespit ettikten sonra, kendileri tarafından devam ettirilmekte olan kurslara mutlaka katılmam hususunu tavsiye ve tembih etti. Ben de bu kurslara mümkün olan ölçüde devam ettim. Nöbetçi olduğu günler Sultan Ahmed Camiine devam ederdim. 4 veya 5 senelik devre içerisinde, o vesîle ile birlikte beni götürdüğü meclislere girebilme imkânını buldum. O meclislerden istifâde ettim. O meclisler o gün için, gerek ilim, gerek mûsikî bakımından, gerekse İstanbul kültürünü temsil etmeleri bakımından, çok özel müstesna meclislerdi.
Meselâ, merhum İbn-ül Emin Mahmut Kemâl… Meşhur tarihçimiz, aynı zamanda bir İstanbul Bey Efendisi… Oturduğu bina, her yönü ile, (eşyaları ve bütün unsurları ile) târihî geçmişimizi yansıtıyordu. Görünümü, kıyafeti, davranışları ile tam bir İstanbul Bey Efendisi idi… Pazartesi akşamları her hafta evinde toplanılırdı… Önce ilmî mübâheseler olur onu takiben de, İstanbul’un o gün için meşhur olan hanende ve sazendelerinin iştiraki ile, her hafta bir değişik makamla bestelenen eserler takım olarak icra edilirdi. Böylece biz de dinleyici olarak bulunur, mûsikî kulağımızı biraz daha hassas hâle getirmenin imkânlarını elde etmiş olurduk.
Tâhir-ül Mevlevî… Son mesnevî şârihi diye isimlendirebiliriz… Yine o devrede İstanbul’da tanıdığım muhterem bir zât idi… Cumartesi günleri verdiği mesnevî şerhi dersleri ile, Mesnevî ve Mevlâna muhiblerini etrafında toplar ve mesnevî şerh ederdi. O mecliste Saadeddin Kaynak Hocamız mutlaka bulunur ve en sonunda Kur’an’ı Kerim okur ve böylece meclis sona ererdi.
Efendim;meşhur bir hadis âlimi olan Hâki Efendi… Şehzâdebaşı Camiinde hadis tefsir ederdi. İmkân bulduğum zaman onlara katılırdım.
Bir de ayrıca haftanın belli günleri, bâzı büyüklerin evlerini, bu tür konuların aktarıldığı, paylaşıldığı meclislere açtığı olurdu. Abdurrahman Şeref Bey Hocamızın belli bir günü vardı. O gün, imkânımız olursa akşam sonu oraya giderdik. Alasonyalı Hacı cemâl efendinin bir günü vardı, oraya giderdik. Böylece ders dışı zamanımızı bu ve buna benzer kişilerin meclislerinde değerlendirmeye koşardık ve buna imkân bulurduk. Binâenaleyh, 4-5 senelik İstanbul devrem, kişiliğimin ölçülerimin, telâkkîlerimin, inançlarımın belli bir ölçüde olgunlaşmaya ve olması lâzım gelen noktaya doğru gitmeye imkân bulduğu bir devremdir.
(-“Efendim Konya’dan tahsil sebebi ile ayrılmadan önceki devrenizde, sizin manevî şahsiyetiniz üzerinde müessir olan, çok sevdiğiniz bir Zât-ı Kerîm’in olduğunu biliyoruz… Fahri Efendi Hocamız… “)
-“Konya’dan liseyi bitirdiğim yıl ayrıldım. Ondan evvel, aşağı yukarı orta okulun son sınıfından itibaren, 15 yaşımdan 20 yaşıma kadar olan beş senelik devrede benim fikrî ve manevî yönden yetişmeme müessir olan bu Zât-ı Kerim, Fahri Efendi Hocamızdı.
Fahri Kulu… Büyük ilim, büyük ahlâk ve irfan sahibi… tevazuu ve mahviyette benzeri, dengi olmayan ve fakat pek de kendisini deşifre etmeyen, ortaya çıkarmayan bir zât idi… Büyüklüğü ölçüsünde Konya’lılar tarafından bilinip, tanındığını söylemek mümkün değil..
Evet.. Fakir; 16 yaşımdan itîbâren tek ziyaretler yapardım. Babamın çok sevdiği bir zât idi. Beni de Fahri hocamızı sık sık ziyaret etmem konusunda îkaz ederdi… Ben de bu zîyâretleri zevkle yapardım. İşte bu ziyaretler vesîlesi ile b0nim yaş seviyem veya anlayış ve hazım seviyeme göre buyurdukları sohbetlerde; tasavvuf hakkında, mânevi terbiye hakkında, insan hakkında, bir insanın nasıl olması gerektiği hakkında, insanın yaradılış gayesi konusunda, Ahlâk-i Muhammedî konusunda, Allahın lûtf ettiği ölçüde kazançlarım olmuştur. Fakat 20 yaşımda iken, İstanbul’da bulunduğum bir devrede vefat ettiği için, bu beş senelik devreden sonra onu kaybetmiş oldum.
O’nun bıraktığı boşluk, dolacak cinsten bir boşluk değildi. Hâlâ bunu samîmiyetle dile getirebilirim. Yaşım 70, fakat O’nun boşluğunu (vefatı dolayısı ile bıraktığı boşluğu), gene de doldurabildiğimi söylemem mümkin değil.
Evet… Daha sonra Konya’ya döndüm. Askerliğimi yedek subay tankçı olarak yaptım. İlk motor bilgimi işte bu tankçı oluşum temin etti. Arabalarla münâsebetim ilk defa o devrede oldu. Araba kullanmayı ilk defa 1955 yılında askerlik devremde öğrendim. Bu güne kadar, (kırk senedir) araba ile ünsiyetimiz devam ediyor.”
(-“Efendim; askerlik devresinde tanıdığınız, sizde iz bırakan bir isim vardı… “)
-“Evet… Tâhir Karagöz… Askerliğimi Ankara’da yaptım. Tâhir Karagöz Kocatepe camiinde müezzinlik yapıyordu. Birlikte yine Ankara’nın mûsikî meclislerine, sohbet meclislerine katıldık diyebilirim.
Tâhir Karagöz ağabeyimiz, tanıdıklarım içerisinde gördüğüm müstesna bir gönül sahibi idi. Samimiyet, sahip olduğu” özelliklerin başında gelirdi. Tevazuu, mahviyet, cömertlik, sehâvet, her şeye rağmen sehâvet… Şu sözü meşhurdur. Bir gün elini cebine attı, bir beş lira çıktı. -“Çok şükür Cenâb-ı Hakk’a; hiçbir zaman cebimde beş liradan fazla para olmadı ama, ama beş liranın altına da düşmedi. ” dedi. Para, O’nun nezdinde îtibar edilecek bir unsur değildi. Eline geçen parayı kendisinden daha çok bir ihtiyaç sahibini görünce derhâl verirdi. Mûsikîdeki istidadı büyüktü. Özellikle gençlik devrelerinde sesi çok müsaitti. Saadeddin Kaynak hocamızın yanında senlerce kalmıştı. Çünkü daha evvel Şişli Câmiinin müezzini idi. Mûsikî ile ilgili istidadını Sâdeddin Kaynak gibi bir hocanın elinde geliştirmişti.
Evet… Askerlikte tankçı olduğumu söylemiştim. Okul devresinden sonra çektiğim kur’a da, Etimesgut M-36 Tank Taburu çıkmıştı. Tabura bir gittim ki, bir tabur kumandanı var, birkaç üsteğmen, teğmen, muazzaf subaylar var. Yedek subay olarak yalnız ben vardım. Fakat, taburun manzarası hoş değildi. (Benim sahip olduğum ölçüler bakımından, hâlim meşrebim bakımından..) Tabur kumandanı dâhil, subaylar mesâi saati içinde dışında oturup içiyor, birlikte poker, tavla oynuyorlardı. O güne kadar doğup büyüdüğüm ortamla birlikte bilhassa İstanbul devremde, elde ettiğim ölçüler bakımından, o hâli yadırgamamam mümkin değildi. Yadırgadım ama ne çâre, bu bir sene burada geçecek.
Bir gün Cenâb-ı Hakk’a; -“Yâ Rabbi! Eğer bir sene burada geçecek ise bana yardım et… Mümkin ise beni buradan kurtar!” niyazında bulunmuştum. Herhalde samîmi bir niyazmış ki, Rab-bim karşıma kurmay bir binbaşı çıkardı. Konya’dan, mahallemizde bir komşumuzun kardeşi imiş. Bir akşam görüşmemizde Konya’lı olduğumu, Etimesgut Tank taburunda olduğumu söyledim. İlgilendi… -“Nasıl hâlin? Hâlinden memnun musun?” diye sordu. Ben de, samimiyetle olanı olduğu gibi söyledim. -“Dur bakalım… Yazın nasıl?” dedi. Yazımın fena olmadığını söyledim. Kendisi genel kurmay başkanlığı hareket şubesinde vazîfeli… Bu şubenin başkanı olan albay ile görüşmüş. Bir desinatöre ihtiyaç olduğunu, bu işi de benim yapabileceğimi söylemiş. Onun kefaleti ile göreve alındım. Tabura gelen bir yazı ile, askerliğimin ondan sonraki kalan bölümünü, genel kurmay başkanlığının hareket şubesinde yaptım.
Askerlik sonu Konya’ya dönüşümde; evvelâ belediyeye girdim, sonra elektrik işletmesine geçtim. Ticari işler âmiri olarak bir kadroya tâyin ettiler. Orada bu vazîfeye devam ederken 27 Mayıs oldu. 27 Mayıstan sonra, reis muavini olan biri, zihniyet tersliği sebebi ile bizleri belediyeden uzaklaştıracak bâzı muamelelere girişti. Ücreti ve salâhiyeti daha düşük bir kadroya indirmeye tevessül edince, ben de o devrede Karayolları 3. Bölge Müdürlüğü’nde açık bulunan “Teknik Hesaplar Servis Şefliği “ne talip oldum. -“Ankara’da imtihan olacaksın.” dediler, girip kazandım ve Karayolları 3. Bölge Müdürlüğü’nde Teknik Hesaplar Servis Şefi oldum. Orada 2 sene kadar kaldım. Ondan sonra bölge müdürü ile zihniyet ve inanç yönünden uyuşamadığım için karayolları bölge müdürlüğünden istifa ile ayrıldım. Çok mütevâzi ölçüler içerisinde, bir kitap ve kırtasiye dükkâncığı açarak, serbest ticari hayâta intikâl ettim. Rabbimin lûtfu ile, Rabbimizin o gün başlattığı bu ticari teşebbüs yolu ile ihtiyâcımız olan maişetimizi böyle bir konudan elde ederek bu günü bulduk. “
-” Bu arada; 1953 yılında, yâni askere gitmeden önce Konya’da bilinen ve “Şekerci Nesibler”diye anılan bir ailenin kızı olan Necla ile evlendim. İki çocuğumuz oldu. 1955 de ben askerde iken Sadreddin, 1957 de de Betül Dünyâ’ya geldi.
Sadreddin liseyi Konya’da bitirdikten sonra Türkiye’de ilk defa o yıl açılan “Türk Mûsikîsi Konservatuarı” imtihanını kazanarak konservatuara girdi. Esasen mûsikîmize istidatlı idi ve birkaç yıllık neyzenliği vardı. Konservatuar 3. sınıfta iken, Nevzat Atlığ idaresindeki “Devlet Klâsik Türk Mûsikîsi Korosu”na neyzen olarak geçmiş idi. 1979 da konservatuarı bitirdi. Koronun başarılı bir san’atkârı oldu. Bir ara Konya’ya nakl-i mekân etti ise de, mûsikî yönünden İstanbul onu hep cezbetti ve tekrar İstanbul’a nakl-i mekân etti. Orada mûsikî dışında san’at eseri tesbih îmâli (torna ile) ve ebru üzerine eğildi. Her iki konuda da salahiyetli ustalarından icazetlerini aldı.
Betül; ilk okulu bitirdikten sonra, orta okul bitirme imtihanlarına benim nezâretimde hazırlanarak, 1972 yılında bitirme imtihanlarına müracaat etti ise de, 16 yaşını bitirmemiş olduğu için imtihana alınmadı. 1973 yılı başında kıymetli dostum Veysel Öksüz, oğlu Diş hekimi İsmail için talip oldu ve evlendiler. Bu sebeple orta okul ve sonrasına devam imkânı kalmadığından yuvasında ev hanımı olarak kaldı. Bir oğlu ve bir kızı var.
(-“Efendim; 1960 lı yıllardan itibaren Konya’da çeşitli konularda kültürel faaliyetlerde bulunduğunuzu bir vesîle ile dinlemiştik. Rica etsek biraz bahseder misiniz ?”)
-” Ben Konya’da ticari hayat içerisinde iken, İstanbul’daki yetişme tarzım sebebi ile, fikrî hayattan pek uzak duramadım. Konya’daki ( İmam-Hatip Okulu Yaptırma ve Yaşatma Derneğinin) ve ilâveten (İslâm Enstitüsü Yaptırma ve Yaşatma Derneğinin) başkanlığı görevini bir devre deruhte ettim.
1960 ihtilâlinden sonra bilhassa sağa mensup zümrelerin, tahkir ve tezyîfe muhatap kılınması; okullarda, Halk Evi faaliyetlerin müessir olmaya başlaması karşısında, daha evvel İstanbul’da çalışmalarını gördüğüm Aydınlar Kulübünün, Konya’da bir benzerini kurarak, orada da fikrî faaliyetlerin yürütülmesine gayret ettim. 1965 yılına kadar bu faaliyetlerin içerisinde bulundum. Bir ara Adalet Partisinin kurucularından oldum. Sağa darbe indikten sonra (27 Mayıs ihtilâli ile) sağın yeniden politik alanda da derlenip toparlanmasına ihtiyaç vardı. Merhum Hocamız Ordinaryüs Profesör Ali Fuat Başgil, kendi güvendiği öğrencilerini her vilâyette bu partiyi kurma konusunda hizmete davet etmişti. O vesile ile ben de, Adalet Partisinin kurucularından oldum. Kuruluş bitti, politikaya bu vesile ile aşinalık sağlayan ben, meşrebimin politik vasatta hizmet vermeye müsait olmadığını görerek kuruluş bittikten sonra ayrıldım. O günden bu güne kadar muhtelif partilerden hayli hatırlı teklifler almama rağmen, politik bir teşekkülün içinde fiilen vazîfe almadım.
Allah’ımız politika denilen, tasvip edilmesine imkân bulunmayan o ortama girmekten muhafaza buyurdu. Bunun içinde ayrıca hamd ediyorum.
(-“Efendim meclislerimizde fırsat buldukça bizlere, -SAFAHAT- tan bölümler okurdunuz. Akif’e olan hayranlığınızı biliyoruz. Bu konuda daha evvel bir çalışmanız oldu mu?)
-“Konya mahallî gazetesinde Ali Kemâl Belviranlı gibi, yakın temas hâlinde olduğumuz bâzı arkadaşlarımızla yazılar yazıyorduk. Ben Akif konusunu almıştım. Onunla ilgili o devredeki fikrî seviyemin imkân verdiği ölçüde yazılar yazdım.
(-“Efendim; affınıza sığınarak bir hususu dile getirmek ve sormak isteriz. Güzâr-ı Sâminî kitabındaki mânâ umanıy-la sizin sayenizde tanıştık. Kıymetine bahâ biçilemiyecek olan bu eserin biz yeni nesillerin istifâdesine sunulmasındaki çalışmalarınız ve hizmetiniz bile tek başına hayâtınızı dopdolu kılmayı yeter. Bu vesîle ile size sonsuz teşekkür ve şükranlarımızı arz ediyoruz. Bu konudaki çalışmalarınızı lûtf eder anlatır mısınız Efendim?”)
-“Estağfirullah efendim. Evet şimdi hatırladım. Aslında ondan evvel;Tahir-ül Mevlevi’den bahsetmiştim. Vefatından sonra^ her Cumartesi verdiği -Şerh-i Mesnevi -derslerinin kendi kalemi ile not edildiğini işitmiş idim. ) Hanımından bu güne kadar hazır hâle getirdiği Mesnevinin 4, 5 cildinin şerhine âit notları (eski türkçe olarak tutulmuş notlar) telif ücreti ödeyerek almıştım. İşte o notların 1962 den 1968’e kadar hem basıma hazırlanmasında, hem de İstanbul’daki Ahmed Sait Matbaasında muhtevasına lâyık bir şekilde basılmasında zevkle 6 sene hizmet verdiğimi söyleyebilirim. O vesîle ile Hz. Mevlâna’yı ve özellikle mesneviyi yakından tanıma imkânını Cenabı Hak bana lütfetmişti.
Daha sonra; 1964 de İstanbul’da Ahmet Hilmi Ertem isimli bir Zât’a mânevi bir eğitim görmek arzusu ile intisâb ettim. O’nu yetiştiren isimler meyânında Harput’da medfun Osman Bedrüddin hazretlerini, Osman Bedrüddin Hazretlerini yetiştiren Seyyid Mahmud Sâminî hazretlerini, onu yetiştiren Aliyyüs septî Hazretlerini ve Aliyyüs Septî Hazretlerini yetiştiren Mevlâna Hâlid-i Bağdadî Hazretlerini, intisâb ettiğim tarîkin pîrânı olarak duymuş ve öğrenmiş oldum.
Osman Bedrüddin Hazretlerinin sohbetlerinden, müntesîbi olan bir subay tarafından eski türkçeyle tutulmuş olan notlar 5 defter hâlinde bana intikâl etmişti. Onları okuduğum zaman, bu sohbetlerin defterlerde kalarak yok olup gitmesine gönlüm razı olmamıştı. Çünkü bu günkü nesillerin o yazıyı okuması artık mevzubahis değildi. Netîce itibari ile onu son okuyanların nesli idim ben.
Okuduğum defterlerde Hz. İn temas buyurduğu bâzı konular hayati önem arz ediyordu. O devre eski Türkçe olan bu defterlerin bu günkü nesillerin de okuyabildiği bir yazı ile basımını, adetâ hayâtımın gayesi olarak tesbit etdim. Evvelâ tamamı 700 daktilo sâhifesi tutan o defterleri daktilo ederek baskıya hazır hâle gelmesi için çalıştım. Gayem; kadr-ü kıymetini bilecek 500 ele bedelsiz intikâlini sağlamaktı. Elhamdülillah hazırlandı ve basıldı. 22 İlahiyat Fakültesinin kütüphanelerinde bulunsun düşüncesi ile bedelsiz olarak 10’ar takım gönderildi. Ayrıca kadr-ü kıymetini bilecek 500 ele de intikâl etti.
Daha sonra Hazretin Mektubâtını, Rabbimiz bâzı vesilelerle bize intikâl ettirdi. Konya’da onların içerisinden çıkılabilecek ve basıma hazır hâle getirilebilecek durumu bulamadık. Çünkü; hem Arapça, hem Farsça bilmesi lâzım aynı zamanda, ileri seviyede tasavvuf kültürüne ve terimlerine âşinâ olup, eski türkçe-yi de çok iyi okur – yazar olması gereken birine ihtiyaç vardı. Ayrı ayrı kişilerle de olabilirdi bu. Fakat mâalesef Konya’da bunu yapabilecek bir isim bulamadık.
Bursa Uludağ Üniversitesi, tasavvuf kürsüsünde öğretim görevlisi olan iki profesör bunları basıma hazırlama çalışmasını kabullendiler. Çalışmaların devam ettiğini yaptığımız telefon görüşmelerinde söylediler. Böylece, Osman Bedrüddin Hazretlerine âit ikinci eserin de kitap hâline geldiğini görürsem, gözlerim açık gitmeyecek. Öylesine arzu ediyorum.
Sohbetler:Güzâr-ı Sâmini I, II olarak basılmıştı. Basılacak olanı da; Gülzâr-ı Sâminî, Mektûbat I, II diye düşünüyorum. Çünkü 300 ü aşkın mektup var zannediyorum. İki cilt hâlinde basımı uygun olacak. Eğer bu arzum da zuhur ederse, kalben müsterih olarak gözümü kapayabilirim diye düşünüyorum.
Tabii bu güne doğru gelirken; yaşadığımız devreler içerisinde bir de Alanya bölümü var. Alanya’yı Rabbim sevdirmişti. Fırsat buldukça gelmişizdir.
Hayâtımızın en az 45 yıllık bir devresinde dost olarak birlikte yaşadığımız iki isim var ki, burada zikretmeden geçemem. Zeki ve Ayfer Hanım kardeşlerim. Aşağı yukarı 40-45 sene devam eden bu dosluğumuzda yaz tatillerini, Türkiye’yi tanıyıcı seyahatlerle geçirdik. Bu arada her vesile ile Alanya’ya uğrardık. Sonunda Rabbimiz Alanya’da bir mekân lütfetti. 1981 den İtibaren hemen hemen her sene geliyoruz.
İşte bu devamlı gelişlerimiz içerisinde, Alanya’da tanıdığımız hakîki dostlar da bulduk. Onları isimlendireyim mi dersiniz? Öğretmen Rahmi Bey kardeşimiz, öğretmen Ayşe Hanım kardeşimiz, lise mezunu olup bir müddet memuriyet hayâtından sonra, evlenince o hayâtı bırakan Ülker Hanım kardeşimiz ile diş hekimi gene bir hanım kardeşimiz, Alanya’da Rabbimizin kendileri ile samîmi ve hakîki dostluk kurma imkânı verdiği isimlerdir. Hamd olsun bu dostluğumuz hâlâ devam ediyor. İnşaalah son nefesimize kadar da devam edecektir.
(-“Efendim; sizi fazla yormak istemiyoruz. Ülker kardeşimizin bu çalışması bizleri çok sevindirdi. Allah ondan razı olsun efendim. “)
-” Dile getirdiğin konu için ben; kendisine karşı özellikle şükranlarımı minnet hislerimi ifâde etmek istiyorum.
Haklısın. Bu dostluğun birlikte yaşanan en müstesna hâtıralarını adım adım takip ederek tespit etmek gibi bir lütufkârlığın sahibidir O… Bu vesîle ile tekrar minnet ve şükranlarımı kendisine iletiyorum”
(-“Efendim; seyrettiğimiz slaytlarda tespit edilen kısımlar, genellikle sizin Hac ve Umre ziyaretleriniz ile tatil sürelerinizin bâzı kesitleri idi… Ama sizin asıl hayâtınız; orada tespit edilemeyen hizmetlerle dolu. Bu Gayret ve çabalarınızı, çalışmalarınızı, örnek almaya gayret ettiğimiz hayâtınızı, sorularımızla açarak tespit etmeye gayret ettik…
Sizin bu bahsettiğiniz konular dışında, asıl kaydedilmesi gereken başka gayretleriniz var. İnsanlara olan hizmetiniz… Durup dinlenmeden, her an ve mekânda, büyük-küçük, yaşlı-genç, erkek-hanım demeden, herkesin anlayacağı seviyede hep “İNSAN’ı anlattınız. Allah’ımızın lûtf ettiği ömrünüzü, İnsan’a adadığınızı biliyoruz. Sizden dinlediğimiz tek konu, “Allah’ın meleklere karşı, kendileri ile öğündüğü insan olma” konusu idi.
Bizler hayâtınızın bundan sonraki devrelerinde de bu hizmetlerinizin devamı için, sizlere, ailenizle birlikte sağlık ve afiyetler vermesini Allah’ımızdan niyaz ediyoruz efendim. “)
-“Efendim; Allah razı olsun. Aslında bu belirttiğiniz hususa hangi ölçüde lâyık olduğumu düşünmek isterim doğrusu.
Ancak; şu kadarını samîmiyetle ifâde etmekten çekinmem.
Bilhassa günümüz toplumunda, toplumu meydâna getiren insanlar, her şeyden evvel “İNSAN”ın ne olduğunu öğrenmek sorumluluğunu taşırken, görüyoruz ki belki de en büyük cehalete bu konuda düşmüşler. Yâni insanlar, insanın ne olduğu konusunda korkunç bir cehalet yaşıyorlar.
İnsan olabilmenin şartı;önce, “insan”ın ne olduğunu bilmekten geçer. İnsan, ne olduğu bilinen bir varlık olursa, o zaman, evet ancak bu bilişten sonra, insan olabilmenin gayreti ve çabası içerisine girilir ve insan olmaya çalışılır. Esasen, yaratılış gayemiz de bu değil mi?
Allah’ımız “İnsan” dediğimiz müstesna, ulvî ve yüce varlığı çok özel bir gaye ile yaratmak lüzumunu hissetmiştir. Ve bunu kendi de ifâde buyurmuştur.
Yaratılış gayesinden haberi olmayan; insanın yüceliğinden, meleklerden muazzez bir varlık olma sorumluluğundan haberi bulunmayan; insan olmayı, sâdece insan şekil ve suretinde annesinden doğmuş olmaktan ibaret gören insanların meydâna getirdiği bir toplumda; tıpkı, Romen Diyojen’in elinde fenerle insan araması gibi, Allah’ın murâd ettiği, görmeyi umduğu kişilik ve hüviyetle, ulviyet ve yücelikte hakîki insanı, elimizde bir fener değil, on fener de olsa, bulmak ve görmek güçlüğü içerisindeyiz. İNSAN, İNSAN’IN NE OLDUĞUNU BİLMİYOR…
Bu gün yaşım 70… Bu yaşa kadar ömrümüzün yaşayış devrelerinde Rabbimizin bu Fakîr’e lûtf ettiği bâzı imkânlar ve vesîlelerle bir çok büyük zât tanıdım. Onların ellerini öpmemiz, sohbetlerine katılmamızla birlikte, bizzat kendilerinin örnek ve numune yaşayışlarını görerek, “İnsan”ın ne olduğunu çok şükür bir ölçüde idrak ettik. Bu idrâke dayalı olarak da insan olma yolunda, hâlâ emekliye emekliye bir gayretin içerisindeyiz.
Hiç olmazsa insanın ne olduğunu, niçin yaratıldığını, Dün-yâ’ya niçin gönderildiğini ve Allah’ın üzerimizdeki en büyük emâneti olan ömür sermâyesini nasıl değerlendirmemiz gerektiği hususunu, bunlardan habersiz kardeşlerimize duyurmak, haberdâr etmek, böyle olanlar için, hepimizin boynumuzun borcu hâline geliyor.
Biraz evvel senin, (tabii kendi görüşüne göre) ifâde ettiğin, hizmet diye isimlendirdiğin davranışlarının temelinde bulunan böyle bir inançtır.
Tabî ki hayâtın hakîki ve aslî gayesini teşkil eden konuda, yâni “İnsan”ın ne olduğu, ve hakîki insanın nasıl olması gerektiği konusunda, bu hayati konudan habersiz yaşayan kardeşlerimize ulaşmak, onları kırmadan, onları gücendirmeden, onları kaçırmadan, bu konuları bildiğimiz kadarı ile onlara aktarmak, elbetteki kaçınılması mümkin olmayan bir vazîfedir ve bunu îfâ etmeye çalışmalıyız.
Allah’ımız son nefesimize kadar, bu vebalin altındaki bir kulu olarak, bu istikâmette hizmet imkânını versin inşallah. Çünkü bu hizmet; onu ortaya koymaya çalışan kişiler için, sonsuz bir huzur ve mutluluk vesîlesidir. “
(-“Efendim; bize bu sohbet imkânını lûtf ettiğiniz için size teşekkür ediyor, sağlık ve afiyet içerisinde hayırlı ömürler niyaz ediyoruz. “)
-“Estağfirullah efendim; biraz evvel açıkladığım gibi, o şükran ve minnet borcu, herkesten evvel Fakîr’e aittir. Muhatabı da sizlersiniz.
Bir taraftan Ülker, kamera ile tesbit yaparken, bir taraftan da sen, beraber bulunduğumuz anlarda, vuku bulan dertleşmelerimizi, hasbihallerimizi, faydalı olur düşüncesi ile diğer kardeşlerine intikâl ettirecek hâle getiren iki hanım kardeşimiz, bu şükran ve minnete muhatap kabul ettiğim iki dostumsunuz.”
(-“Estağfirullah Efendim. Biz teşekkür ediyoruz. “)
Not:Bu sohbetin kaydından sonra Hocamız isimlerini zikretmeyi unuttuğu bâzı yakînlerini hatırladı.
-“Şiir konusuna yer vermedik. Nureddîn Topçu Hocamız ile ilgili hâtıralar, Münir Dede, Zekâi Dede’nin torunu ve Ahmet Mer-ter Ağabey’den bahsetmedik meselâ. ” Dedi… Hiç bir dostuna karsa vefasızlık etmek istemiyen hocamız, her fırsatta dostlarını hayırla yâd eder, hayatta olmayanların ruhlarına “Fâtih”a” bağışlardı…
HATÎCE ANNE İLE İLGİLİ HÂTIRALARI
-“Annem, çok yaman hanımdı… Şaka yapmayı çok severdi…
***
-“Annem; durur durur ağlatırdı beni. Benim o hassasiyetimi nasıl istismar ederdi? Yüzüne ağlamaklı bir görünüm verirdi.
-“Feyzi’min şimdi bir ağabeyi olsaydı böyle mi olurdu? Ortalarda yalnız kalır mıydı? Abisi onu korurdu. Onunla birlikte oynarlar okula giderdi. ” Derdi… Benden tıpır tıpır yaşlar dökülürdü.
Ondan sonra annem başlardı gülmeye… Başkalarını da çağırır; -“Bakın, benim oğlumun abisi yok da ondan ağlar, “derdi.
***
-“Divanda otururdu. O’nun evimizde her zaman oturduğu yeri vardı. Ben de (belim sebebi ile yanındaki koltuğu otururum. Kitap okumaya dalmışımdır. Arkamdan enseme “Şak!” diye vurmaz mı? Benim göstereceğim reaksiyona bakar, durmadan güler. Ben de: -“Ya hu anne, yapma yâ hu! Haberim yokken yapma anne yâ hu!” derim, iyice gülerdi bu sefer.
Kızdırmaktan hoşlanır… Bazen babama dâhi şaka yapardı… Kimsenin o türlü oyunlar oynamaya cesaret edemiyeceği bir kişi idi babam. Bazen ona da yapacağını yapar, karşısında gülerdi.”
***
-“Annem; babasını görmemiş. Annesini küçük yaşta kaybetmiş, dayısının evine gelmiş.
Dayımın evi sığınaktı. Hastalanan, kimsesi olmayan, dayımın evine gelirdi. Dayım Medine’de vefat etti. Cennet-ül Bâkî’ye defnedildi.
Meram’da bağları vardı. Dayımın Ahmet ve Avni adında iki oğlu vardı. Dayım acul bir insandı. Avni dayım ağır mı ağır. İkisini yan yana görünce gülerdim. Sabah namazında kalkar, (hepsinin yatak odaları aynı yerde) Kapılarını bastonla döver… Namazdan sonra araba koşulacak, şehre gidilecek. Avni dayım, Fatma Karavelioğlu’nun babası.
Dayımın Meram’da lâle bahçesi kısmında evleri ve bağları vardı. Sabah namazı sonrası komşuların şehre gidip satılacak sebze ve meyvelerini toplar, şehre götürür satardı. Kocaları yok. Askere gitmiş veya yetim. Satılacak, kayısıları üzümleri erikleri var. Onlar satılacak. Parası ile şehirden ihtiyaçları alınıp, akşama getirilip sahiplerine dağıtılacak. Bunu her gün yapardı. Yaylıya hepsini toplayıp alır, pazarda satar, tembih ettiklerini de alır getirir, akşam dağıtırdı.
Küçükken beni ilk değerlendiren ve annemi teselli eden dayım olmuş. Annem anlatırdı. Tabî annem; baba görmemiş, annesini küçük yaşta kaybetmiş, abisinin yanına sığınmış, ağlıyor. Dermiş ki: -“Kızım sen hiç ağlama, Ağlama! Allah sana öyle bir oğul vermiş ki bütün bu ağlamalarının lüzumsuz olduğunu göreceksin.” Annem anlatırdı.
Toplum; Allah’ın kendisine birer şans birer lütuf olarak bahşettiği şeyleri bire birer kaybediyor. Dayım gibileri toplumda artık göremiyoruz. Lîme lîme olmuş toplum. Fertlerin adedi kadar, değişik düşünce ve değişik tavır var. Herkes mihver ve mihrakı kendisi olan bir faaliyet çemberi içinde. Herkes kendi hayâtını yaşıyor. Onun için hayat tat vermiyor zevk vermiyor…
***
(-“Boğazındaki rahatzsızlık ses telleri- sebebi ile Hocam sesini arzu ettiği gibi kullanamayışın hüznünü dile getirirken, arkasından canlanıveren bir çocukluk hâtırasını anlatmıştı. “)
-“Cenâb-ı Hak insana verdiği ömrün her devresini tezyîn ediyor, süslüyor, nimete gark ediyor.
Cenâb-ı Hak manevî nimetlerinden bizleri mahrum etmesin. Çünkü O’nun nîmetinden mahrumiyete tahammül, cidden çok güç bir iş. Tabii bu mahrum ediş, hikmete mebnî olabilir. O’nun muradı ve bu muradın uzandığı başka konular olabilir, o ayrı bir konu… “
-“Küçüklüğümde evde durmadan okurum… Ezan okurum, mevlîd okurum, gazel okurum, şarkı okurum, nerede denk gelirse okurum. Dedem nazar olacak diye korkardı. Bakarsın afeder-siniz tuvalette okurum. Dedem:-“Ulen çarpılacaksın.” diye bağırırdı. Dedeme sesim gitmesin diye yüklüğe (Eskiden her evde yatak odasında bulunan, özel olarak yapılmış, gündüzleri yatakların kaldırılarak içine konduğu, gerektiği zaman da duş almaya müsait olan geniş eb’adlı dolaplar) girerim, kapısını kapatır okurum..
(-Hocamın Karayollarında teknik hesaplar servis şefliği yaptığı döneme âit bâzı hatıraları.)
…….-“Karayollarında iki senelik bir teknik hesaplar servis
şefliğim var. 14 tane memurum vardı. İkisi memure, 12 si memur. Burası diğer servislerden farkı olmayan bir servisti. İlk günlerde herkes birbirine “Hello, günaydın, tünaydın!” felan diyor. (İçimden “Görürsünüz siz!” dedim.) Servisteki mesâimize, öğleden evvel ve sonra onar dakîkalık birer mola ihdas ettik ve o on dakikaları sohbete ayırdık. Yavaş, yavaş; NEYİZ? KİMİZ? BİZİ, BİZ YAPAN DEĞERLER NELERDİR? BAŞLADIK ANLATMAYA…
Bir kere işe şuradan başlayalım sohbete, dedim.” (günaydınlar, tünaydınlar..)
Bununla ne demek istediğimiz, kimden ne dilediğimiz belli değil. Ama Allah’ın selâmına bakın:”Selâmün Aleyküm. “-Ey Allah’ım! Sen bu kardeşimi selâmette kıl. O’na afiyet, huzur, mutluluk ver. ” diye, Allah’tan temennî ediyorsun… Seni beni aşan, kudreti sonsuz olan bir varlıktan temenni ediyorsun bunu. Selâmı alan kişi de “Ve aleykümüsselâm” demekle; -“Ey Allah’ım! Bu kardeşim benim için ne temennî etti ise, aynını onun için ben de diliyorum senden” diye mukabele etmiş oluyor. Bakın her şey yerli yerine oturuyor. ” Evet, yavaş yavaş bu türlü sohbetlere başladık… Selamlaşmalar başladı…
-“Selâmünaleyküm Şef!” diyen giriyor içeriye. Ondan sonra Ramazan geldi. Oruç tutmayanlar vardı, onlarda başladılar.
Hanımların ikisinin de başı açıktı. Bir kış günü hanımlardan biri -Şule baş- öyle sıkı örtünmüş ki… Diğer arkadaşlar bu hanımı örtüsünü çıkarmadan gördüler. O gün öğleden evvelki sohbet sırasında dedim ki; -” Ben bu gün bir şeyin farkına vardım. Saadet hanım kardeşiniz kıştan ve soğuktan, Allah’tan daha çok korkuyor. ” Saadet hanım; -“Aaa ne demek Şef, bana iftira mı ediyorsunuz?” dedi. -“İftira mı değil mi? Bakın anlatayım, siz karar verin. ” dedim. -“Bu gün gördünüz değil mi başını nasıl örttüğünü? En ufak bir delik yok, soğuğun nüfuz edebileceği. Peki niye bugün de, diğer günler değil? Halbuki her gün kapanmasını Allah istiyor. Fakat bu gün böyle kapanmasını soğuk istiyor. Soğuğun isteğine uydu kapatıp geldi. Eğer Allah’ın isteğine uysaydı, her gün kapatırdı.” deyince; diğerleri de yüklendiler: -“Şef doğru söylüyor, iftira felan değil bu. Vak’a bunu gösteriyor. ” dediler. Yavaş yavaş bizim servisin adı, diğer servisler nezdin-de mürtecî servisi olarak nam saldı…”
***
-“Cemâl Gürsel, o zaman Reis-i Cumhur idi. Talimat vermiş, bütün resmî memurlar bir yerde toplanacak, her müessese de kendi çapında, İNSANLIK-BARIŞ- DOSTLUK vb. konularda konferanslar verilecek… Durumu uygun olan biri, o müessesenin bütün me’murlarına, barışı-dostluğu-kardeşliği tavsiye edici konferanslar verecek. Bölge müdürü de bu konuda beni vazîfeli kıldı. Sen misin beni vazîfeli kılan? Konferansın konusu baştan sona “Selâmün Aleyküm” ile ilgili. Hazırlandım mevzûuya girdik. İlgili konuya giriyorum, çıkıyorum sözü gene selâma getiriyorum, (kızaranlar bozaranlar var) Mâni olamadılar… Sonunu gene şu Hadîs-i Şerif ile bitirdik:
-“İmânınız tam olgunlaşmaz birbirinizle sevişmedikçe. Ve birbirinizle sevişemezsiniz, aranızda selâmı yaymadıkça. ” Bölge müdürü bir şey diyemedi…
-“Bir müddet sonra, tarafsız değerlendirme yapabilenler için, bizim servis, örnek servis hâline geldi. Birbirlerine olan muameleleri ile, dostlukları ile, kardeşlikleri ile…
Bir süre sonra istifa ederek ayrıldım. Babam çok kızmıştı… Geriye dönüş olmasın diye Karayollarından 1962 yılının başlarında istifa ile gemileri yakmıştım. İyi bir pozisyonum, iyi bir maaşım vardı. Henüz sonu meşkûk bir iş için istifa etmiştim. Gözüm geride olsun istemedim. İşte o gün ki adımla buralara geldik. Ayrılma sebebim müdürle takışmamız… Vardığımda, memurların bir kısmı merdiven altında mezbelelik bir yerde namaz kılıyorlardı. Namaz kılmak için benim koca binada bir oda isteyişim, takışmamıza sebep oldu.
Bölge müdürü ile haftalık toplantılar, yapıyoruz. Adamın zihniyeti, imtizaç edilebilecek bir zihniyet değil. 27 Mayısın özel getirdiği bir bölge müdürü… Erzurumlu Hilmi Nalbantoğlu. Yapım ve meşrebim îtibârı ile, bilhassa inanç, bizi biz yapan değerler ve ölçüler konusunda tâviz verme niyetinde değilim. Bölge Müdürü de haftalık yapılan toplantılarda beni tahrik edercesine bu konuları dile getiriyor.
Şu fikir beni düşündürdü:Ben ne kadar yükselirsem yükse-leyim, (memur olarak) benim bir âmirim olacak mı? Elbette… Öyleyse;-“Yâ Rabbi! Sen bilirsin, beni serbest bir konuda kazanılacak bir rızıkla rızıklandır. ” Diye Cenâb-ı Hakk’a niyazda bulundum. 31 yaşında idim, ayrıldım. Ayrılmam da rahmet oldu.”
***
-“Ama ayrılmadan evvel de, Allah’ın izniyle, Karayollarının karşısına bir câmi’in inşâsına Rabbim beni vesîle kıldı, hem de imam evi ve bahçesi ile birlikte… Sen misin _”Lâikliğe aykırıdır, namaz için oda ayıramayız” diyen… Ertesi günü bir dernek kurduk. Karayolları Cami Yaptırma ve Yaşatma Derneği.
Karayollarının karşısında boş arsalar vardı. O arsalardan birinin sâhîbi Musa Amca… Gittim ona; -Amca; durum böyle böyle… Eğer sen şuradan bir cami ve imam evine yetecek kadar, 2000m2 yer verirsen, arkanda devamlı senin lehine işleyecek bir hesâb-ı câri bırakmış olacaksın.” Dedim. -“Verdim gitti oğlum… ” dedi. Hemen cami inşaatı başladı. Zâten müstahdemin de bu konuda beli bükülmüş. Böyle bir maksatla kurulan derneğe, herkes otomatikman, maaşının %3, %5 ini aidat olarak veriyordu. Kısa zamanda ben daha ayrılmadan cami bitti.
Ankara’dan Konya’ya girişte, Karayollarının karşısında camiyi görürsünüz. Güllükleri, çiçeklikleri var… Bakımı, onarımı yapılıyor. Görevini îfâ ediyor.
FAHRİ KULU HOCAMIZ HAKKINDA HASBİHAL
(-“Efendim; Fahri hocamız ile ilgili unutamadığınız bir hâtıranızı bize anlatır mısınız?”)
-“Bir ziyaretim sırasında sohbet buyuruyordu. (Bana “BABA” diye hitap ederdi. )
-“Baba, namaza nasıl niyet edersin?” diye sordu. Ben de:
-“Niyet ettim, niyetlendim, Allah rızâsı için,….. namazının sünnetine… ” dedim.
-“Baba, rızâyı da Allah’ın takdîrine bırak. Sen yalnızca niyet ettim, Allah için de… Bunu herkesin anlayacağını sanmıyorum… Ama senin anlayacağına inandığım için bunu söyledim. ” diye buyurdu. Namazda bile, “Allah için” yâni karşılıksızlık, has-bîlik… Bunu anlamıştım. Bu cümleyi her vesîle ile tekrar ederim. Ne yapar isek, ne işlersek, neye niyet edersek, “yalnız senin için Allah’ım.” diyebilmek… Allah ile kul arasındaki en büyük perdeyi yâni “BEN” i ortadan kaldırmaya ne güzel vesîle…”
(-“Sohbetlerine ne zaman giderdiniz? Sohbet ederken yalnız mı olurdunuz?”)
-“Lise devremde ayda bir ziyaret ederdim. Sohbetlerimiz yalnız olurdu. “
(-“Bir ay uzun bir süre değil mi? Nasıl sabrederdiniz?”)
-“Günlük işler, dersler sebebi ile ziyaret edebileceğim bir tek pazarları vardı. Bütün gün okulda olurduk… Cumartesi günleri de dâhil, Sabah 4 Km. yürür okula gideriz, öğlen tatillerinde yürüyerek eve yemeğe geliriz. Sonra; öğleden sonra mütalea vardır, tekrar okula gideriz. İkindi üzeri eve döneriz. Sabredeme-sem de edeben çekinirdim. “Sık sık ziyaret edersem, rahatsız ederim” düşüncesi o yaşta da vardı, çekinirdim.
(-“Kendi elleri ile size kahve pişirdiğini nakletmiş idiniz. “)
-“Tabî… Kendi elleri ile kahve pişirir, çay demler, ikram ederdi. Evinde haremlik-selâmlık kısımları var. Bir bahçe içinde idi evi. Beni görünce hemen selâmlığa alırdı. Ayakkabılarımın çıkması ile çevrilmesi bir olurdu. Bari bundan sonraki gelişlerimde hatâya düşmeyeyim derdim.
Soy adı da “KULU” dur. Fahri Kulu… Sâdece onun kulluğunu şerefle yerine getiren ve O’na kul olmanın sürürünü taşıyan bir insan…”
(-“Sohbetleriniz irticalen mi olurdu, yoksa bir eser falan mı okurdunuz?”)
-“İrticalen… Tabî ki ben o gün ki idrak ve kapasitemle bâzı şeyleri sorardım. Sorduğum sorunun cevâbı olarak, bir konuya girer, cevâbı bittikten sonra da, kendisinin takdir ettiği konulara girerdi. Benim o gün ki kavrayış ve hazmediş seviyemi dikkate alırdı tabi… Dönüşlerim bir başka olurdu. Yer de mi yürüyorum, bulutların üstünde mi yürüyorum, ayırt edemeyecek halde olurdum. “
(-“Efendim Fahri hocamıza sorduğunuz sorular, mutlaka çok özel, inceliği ve derinliği olan sorular olmalı. Normal seviyede sorabileceğiniz sorular için mürâcat edebileceğiniz bir aileniz vardı zâten… “)
-“Tâbi… Ben on yaşımdan îtibâren o türlü sohbetlerde çay ve kahve dağıtmak maksadı ile hizmet almış, hizmet görmüş biriyim. İşte o hizmet sebebi ile, bu tür konulara aşinalığım vardı. Hizmeti bir an evvel bitirmek ve sohbeti takip etmek isterdim. İşte bu sebeple; sohbetlerimizde o mevzulara taallûk eden konularda biraz derinlik vardı belki!”
(“-Fahri hocamız ne zaman vefat etti efendim?”)
-“26 Temmuz 1950 târihinde… İstanbul’a gittiğimin 2. senesinde.. “
(-“Aşağı yukarı beraberliğiniz on yıl mı sürdü Efendim?”)
-“Tanıyıp, sohbet ettiği meclislerde bulunmam, on yaşımda başlar. 20 yaşında kaybettim. Ama bu sürenin son 5 senesinde kendisini ziyaretlerim oldu.”
(-“Efendim; Fahri Efendi Hocamızın, babanızdan ve dedenizden, misyon itibârı ile farklı bir hüviyeti vardı demek… “)
-“Vardı tabi… Ben onun farkındaydım. Bir kere babam Fahri Efendi hocamızı çok severdi. Hiç kimseye karşı sergilemediği hürmeti ve saygıyı, O’na karşı sergilerdi babam. O’da babamı çok severdi.
İlim, irfan, marifet ve hakîkat ummanı… Yazmakla, anlatmakla, almakla bitmeyen bir umman…
Ben tabii, nice yılın bana verdiği bir imkânla, bir çok zevatı tanıdım. Bir çok velî gördüm. Bir çok mürşîdin önüne oturdum. Bir çok manevî mürebbînin sohbetine katıldım. Bütün bunlardan sonra söylüyorum ki; O, Allah’ın istinâi bir hilkati idi. Fakat bu ölçüde bilinmeden gitti diyebilirim. O’nu bilecek etrafında kişiler oldu mu bilemiyorum. Tanınmadan, kendisini tanıtmadan gidenlerden birisidir. Teesürüm de belki bir yönüyle belki bu noktaya dayanıyor.
Benim esef ettiğim noktalardan biri de şudur. Ne olurdu, bu gün ki idrâkimle ben ona hem asır olsaydım? Devlethanesinin yanında bir gecekondu bulsaydım. Postu oraya serseydim, gecesinde gündüzünde beraberinde olsaydım…”
MUKADDER OLAN SAYI BİR AN EVVEL TAMAMLANSIN…
-“Fahri Hocamızın oğlu Kadir, bir ara tavla oynamaya dadanmış. Zevzeğin biri de Fahri Efendi hocamıza gitmiş.
-“Selâmün aleyküm.”
-“Aleyküm selâm, baba!”
-“Efendim bir duâ buyursanız da oğlunuz bu yakışıksız halden kurtulsa… “
-“Hayırdır baba!”
-“İşte efendim, oğlunuz falanca kahvede gece gündüz tavla oynuyor da…”
-“Duâ edelim de, biraz daha çok oynasın.”
-“Ne buyurdunuz?”
-“Duâ edelim de, daha çok oynasın da, mukadder olan sayı bir an evvel tamamlansın…”
Büyüklerde bu hâl var. Sıradan biri olsa çağırır oğlunu: -“Kendini düşünmüyorsan, benim îtibârımı da mı düşünmüyorsun?. ” der, ama onlar böyle mütâleâ ederlerdi.”
HOCAMIZIN GÖNLÜNDEN… (TEHASSUSLER… )
-“Âşığı olduğum, öyle bir maşuk ki;beni kendinden yarattı, kendini bende yaşatıyor.”
•
Efendim, canımın canı, canlar sultânı,
Giriftar oldum aşkına, terk ettim canı.
“Yok olanlar, var olur!” buyurdun inandım,
Varlığın aldım, yokluğa attım da canı.
•
Aşkındır bildiren bu Fakîre kendini,
Aşkın ile geçirdin, varlığımın bendini,
Vuslatın tek emelim, gayrı derdim yok benim,
Gel devaya kavuştur âşıkının derdini…
•
Ey hakîkat talibi kulak ver sen sözüme
Sevgiler, sevgililer ilâhi birer tuzak!
Geceler bir yıl oldu, ne oldu gündüzüme?
Yaşamanın tadı yok dost ve sevgiden uzak.
•
Kişi her şey de “BİR”İ, “BİR”de her şeyi bulur.
O zaman kömür elmas, bakırlar altın olur.
Ayrılıklar son bulur, biter bütün hasretler
Mekân zaman yok olur, açılır hakikatler.
•
Ayrılsa da suretler, birdir sîretlerimiz
Şekil kalıp hep fâni, bakî muhabbetlerimiz,
•
Anlatamam hâlimi, anlamaz kimse bunu,
Hayâtın muhabbetten ibaret olduğunu.
Öyle bir muhabbet ki, ne garaz var ne ivaz,
Birleşen gönüllerle, ruhlarda tatlı bir yaz.
•
Nasıl dile getirsem, ne diye hitâb etsem?
Sana canım, nigârım, yoksa varım mı desem?
Sözler bir dipsiz kova, deryayı nasıl taşır?
Sen kelâma sığmazsın, billâh ederim kasem.
•
Mir’ât-ı ilâhîsin, senden akseden cemâl
Cemâl-i ilâhîdir bunu bilmektir kemâl.
Seyretmeye müştakım, gönlüm seninle dolu
Seyrettikçe seni ben, yoktur ruhuma zeval.
•
Hâlık’ın sen maşukuyken, nasıl sevmem ben seni,
İsmini zikrettiğim an, kavrulur dudaklarım.
•
Allah’ım inandım, sevgili “BİR” dir
Her yerde, her şeyde o “BİR’i sevdir.
Sevdir de bu yolla kendini bildir,
Her yerde, her şeyde o “BİR’i sevdir.
•
Dokuz iken beş olduk, beş iken iki,
Ve bir gün ikiler bir, bir’ler yok olacak.
Demek ki kalan yok, gelenler hep gidiyor,
Dünyâ’da her şey fâni, vâdeler hep dolacak.
•
Her kimsenin var kimsesi,
Hiç kimse yok kimsesiz.
Kimsesiz bir derde düştüm,
Ey kimsesizler kimsesi.
•
İnandım! Ey Allah’ım, dosttan ayırma beni,
Ayırma ki onunla bulam “Ben”deki “Sen’i.